Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 8 4 Şubat 2018, PAZAR Kurgu Göksel Aymaz İnsani değerlere bir yuva olabilecekken sadece bir aksiyon mekânı olarak kalıyor Kaçmış bir fırsat: Çukur Televizyon dizileri, roman formunun yetkinliğine ulaşabilecek anlatı olanağına sahip değildir. Diziler, mümkün olan en geniş kitle tarafından izlenme kaygısıyla üretilirler. Hikâye, karakterler, anlatım, kurgu ve devamlılık çizgisi, ortalama zevkin, ortalama ilginin standartlarına göre belirlenmiştir. Bu standartlaşma gereği dizi filmler, gerçekliği bize gündelik yaşam içindeki kalıplaşmış algılama düzeyinde sunar. Zaten bu algı düzeyini zorlamak, işin içine kitle girdiğinde, ne kültürde, ne politikada, ne de başka yerde, benimsenen bir şey değildir. Diziler de bize hikâyelerini anlatır, karakterlerini sunarken bu düzeyle yetinir, dışına da çıkmaz, ötesine de geçmez, romandaki derinlik/derinleşme imkânsızlaşır. Pek çok eli yüzü düzgün yapım, nitelikli olabilme, yetkinleşebilme fırsatını bu yüzden kaçırır. İşte şu günlerde televizyonlarımızda bunun bir örneğini Çukur dizisi veriyor. (Dikkat: Bundan sonrası Spoiler!) Yoksullar, kabadayıları sever Show TV'de yayımlanan Çukur, Mario Puzzo'nun ünlü romanı ve Coppola'nın ünlü filmi The Godfather'ı (Baba) anımsatan bir hikâye gibi başladı ama sonra seyri değişti. Büyük kentin kenarında bir yerdeki Çukur mahallesini kanatları altına almış ve mahallelinin kendisine "Baba" dediği İdris Koçovalı, veliaht gördüğü büyük oğlu Kahraman'ı hain bir pusuda kaybeder. Artık yaşlanmıştır ve felç geçirmektedir. Yerine biri geçmelidir. Ortanca oğlu Selim, zayıf kişiliğiyle güven vermemektedir. Bu durumda, on yıl önce evden kovduğu küçük oğlu Yamaç, tek çaredir. Fakat üniversite mezunu bir rock şarkıcısı olan Yamaç, hem babasının suç dünyasından hayli uzaktır, hem de onunla geçmişte evden uzaklaşmasına yol açan çatışmalı bir ilişki içerisindedir. Sonuçta Yamaç, Çukur'a dönmek zorunda kalır ve hem baba otoritesi hem de kriminal dünya ile olan çatışmasını yönetmeye çalışır. Özellikle toplumun alt kesimlerince kısa sürede sahiplenildi dizi. İzleyici araştırmasına gerek yok: Dizide, Çukur'un yoksul sakinleri "Çukur'un çocuğu" olduklarına dair belge niteliğinde bir dövme taşırlar bedenlerinde. Bu dövme bugün şehrin neredeyse tüm duvarlarına çiziliyor. Dizinin sloganı da dillerde: Çukur yuvamız, İdris babamız! Yoksullar kabadayıların dünyasını zaten sever. Oradaki paçavra olmamış gurur, layığını bulmuş hakaret, yani bir bütün olarak "yerine gelmiş adalet", boynu büküklerin kendi gerçek dünyalarında açlığını çektikleri şeylerdir, mafya dizileri bunu doyurur. Oradaki o hiçbir şeyden çekinmeyen karşı çıkış, o mertlik, o gurur namına ölümle flört ediş, kendi zavallı hayatlarında beceremedikleri şeylerdir, onu telafi eder. Popüler kültür ürünlerinde kendisini dikkate almayı gerektirecek bir "ütopik boyut" aranır hep. Mafya ve kabadayı dizilerindeki ütopik boyut da işte budur. Peki hükmedilenlerin, yoksulların, yadsınmışların, günahsızların kültürden çıkarlarını kendilerine veriyor mu bu dizi? Onların bu sevdasını karşılıyor mu? Ne yazık ki bu noktada, bizim için, kaçmış büyük bir fırsattır Çukur!.. Çünkü dizi aslında insanın evrensel bir sorunundan, hayatın bize zorla benimsetmeye çalıştığı (Prometheus'çu) gerçeklik ilkesi ile bastırmak zorunda bırakıldığımız (Dionisos'çu) haz ilkesi arasıdaki çatışmadan hareket etmiş. Gerçeklik ilkesi, yani görevler, ödevler ve sorumluluklar, hayatını haz ilkesine göre yaşamak isteyenler, yani yaşamdan haz almaktan vazgeçmeyenler için kolayca gazap ve yıkıma dönüşebilen bir şeydir. Doğru yaşam, bu ikisinin uyumundadır. Bir zamanlar terk etmek zorunda bırakıldığı baba evine dönmek durumunda kalan Yamaç'ın şahsında, gerçeklik ilkesi ile haz ilkesi arasındaki böyle bir çatışmanın ürünü olan trajik bir karakter yaratılabilirdi; tereddütlü, gidişli gelişli, tekinsiz, emniyetsiz, dolayısıyla da kendinden emin olamayan ama kendiyle hilesiz bir yüzleşmeyi de göze alamayan trajik bir karakter... Hikâye buna çok müsait. Oysa daha ikinci bölümden, yani kaçtığı baba evine dönüş anından itibaren, bütün hayatını haz ilkesinin belirleyiciliğinde yaşayan biri olduğunu iddia eden ama artık bütün karar, eylem ve tepkilerinde babasından çok daha yetişkin, suç dünyasında çok daha ehil bir oğul var karşımızda; babalığın o asık yüzlü, otoriter ve sarsılmaz gücünü, kendisiyle hiçbir çatışmaya girmeksizin teslim olmuş olmasından, gençliğini yöneten haz ilkesinden gönüllülükle feragat etmiş olmasından alan bir oğul bu... İnsanın evrensel bir sorununu ele alıyor olma fırsatı böylece kaçmış oluyor. Aynı şey babaoğul çatışması için de geçerli. Bu da dizide heder edilmiş evrensel bir mesele. Hele ki düşmanca karşıtlıklara bölünmüş bizim gibi bir toplumda kuşaklar arasındaki ilişki, dipteki kaba gücün varlığını açığa çıkaran bir rekabet ilişkisi olarak verilebilirdi, devrim zamanı Paris sokaklarında elde tüfek koşarken "Kahrolsun Au Show TV’de ekrana gelen Çukur dizisi, özellikle toplumun alt kesimlerince kısa sürede sahiplenildi. peck!" diyerek babasının adını kusan Baudelaire şiiri ya da oğulları babalarla düello sahnesinde ha saplaştıran Turgenyev romanı gibi... Baudelaire'in, Arkadi'nin babası bu yüzden hepimizin babasıdır. Fakat böyle bir derinleşmeden yoksunluk neticesinde İdris Baba, sadece Yamaç'ın babası olabiliyor, bizim babamız değil. Aksini başarabilseydi, bir meskun mahal olan Çukur, geleceğe dair insani düşler için bir mahfaza, bir yuva olabilirdi. Cennet idealini yeryüzüne indirerek onu bu dünya da inşa etmeyi arzulamış ütopya anlatılarında, düşmanca karşıtlıkların aşıldığı dünyanın adıdır yuva. İnsanlık, erken döneminde kovulduğu bu yuvanın özlemiyle yaşamaktadır ve bir gün oraya dönme arzusundadır. Böylesi bir anlamsal yapının kuşatıcılığı içinde insani düşlere bir yuva olabilecekken, maalesef, sadece bir aksiyon mekânı olarak ka lıyor Çukur. Daha pek çok şey söylenebilir. Ama kısacası: Çu kur da diğerleri gibi, televizyonu kapattıktan hemen sonra başlayan gerçek dünyanın çatışmalarını örten bir tül olup kalıyor. Televizyondaki dünyanın vazgeçilmezlerinden olan silahlıkülahlı diziler yanında kendini farklı bir yere koyabilme potansiyelini hiçe sayarak kabadayılar ve gangsterler dünyasına ait standarda yakın bir ürün oluyor. Televizyonun kabadayılar dünyası ise, roman formuna geçişten önceki mitsel anlatı formuna ait bir dünyadır. Ara sıra düşelim ‘Çukur’a! Popüler kültür, toptan mitsel anlatıya bir dönüştür zaten. Toplumun "gündüz düşleri" olan televizyon dizileri de bu kültürün bizi inandırmak istediği yeni mitlerdir sonuçta. Roman sanatının, mitsel anlatıyı yıkan, insanlara dünyayı anlama ve dönüştürme kuvveti veren o eleştirel gerçekçi, o modernist niteliğini dizi filmlerden bekleyemeyiz. Dizilerden hayatın gerçek içeriğine sahip olmalarını beklemek aşırı naifliktir; içerikleri, derin bakış ve eleştirel gözlemle ele geçirilmiş değil, kültür piyasası tarafından var olması istenmiş içeriklerdir. Bunu bilmekle beraber... İnsan günün yirmi dört saatini bilen özne olarak yaşamıyor. Günün hayı huyu içinde insan biraz da bu düşlerin içine bırakmak istiyor kendini. Hem zaten romanın ve dizi filmlerin anlatı olanakları da, bizim o anlatılara zihinsel katılım için olanaklarımız da eşdeğer ölçüde değil. Televizyonda bir dizi filme bakakaldığımız yorgun saatlerde yoğun zihinsel katılım gerektiren bir romanı okumak, kabul edelim ki, pek mümkün değil. Bunun bilincinde olarak, Çukur'u seviyor ve izliyoruz. Nihayet, aynı berbat hayatın içinden hep birlikte geçiyoruz. Neden ara sıra Çukur'a düşmeyelim? Bu dünyadan Bob Marley geçti Hatıra Popun rastalı ikonunu anıyoruz!.. Erel Eryürek 6 Şubat, ismi gezegenimizde, barış ve sevgiyle anılan, Reggae müziğin kurucusu, 20. ve 21. yüzyılın belki de en kudretli müzik insanı Bob Marley’in doğum günü. Kökleri Afrika’ya dayanan ve yarattığı etki, aynı topraklardan çıkan Afrobeat’in kurucusu Fela Kuti’den katbekat büyük olan müzisyenin ömrü yetseydi iki gün sonra 73 yaşına basacaktı. İngiliz kökenli sömürgeci beyaz babasının, tarlada çalışan yerli annesiyle gönül eğlendirmesi sonucu 1945’te Jamaika’nın bir kenar mahallesinde doğan Bob Marley’in gerçek ismi Robert Nesta “Bob” Marley. Çocuklukta arkadaşlarının “Alman Bop” diye itip kaktığı Marley, ayakkabı boyasıyla yüzünü boyasa da, melezlik başına dert olmuş, mahallesi için yeterince siyah olmamış, dışlanmıştır. Bir bakıma iyi ki de dışlanır. Zira kendisi gibilere yakınlaşır; yani dışlananlara, yalnızlara, müziğe gönül verenlere. The Wailers’ın oluşumuna öncülük edecek Kurtar zihnini kölelikten Bunny Wailer ve Peter Tosh ile tanışarak müziğe başlar. Rhythm’n’Blues ve Afrika ritimlerinin harmanlandığı bir vokal grubunda yer alır. Grup, 50’lerde ABD’de Rock’n’Roll çılgınlığı hüküm sürerken, Jamaikalıları dans ettiremeyen bu genre’ın karşısına, ismini Arapçadan alan ve “hızlı” anlamına gelen “Ska” ile çıkar. 1962 Jamaika’nın bağımsızlığına kavuştuğu yıldır. O zamanlar daha “normal” görünümlü olan Marley, Bobby Martell ismini kullanarak, arka arkaya dört single çıkarır. Şarkıları piyasaya uygun değildir. The Wailers gibi, mobil diskoteklerde çalar parçaları. Para kazanamaz. Bunun üzerine annesinin peşinden ABD’ye gider. Mutsuz bir göçmen olarak fabrikalarda çalışır. Çok geçmeden memleketi Jamaika’ya dönüp gençlik aşkı Rita ile evlenir. Katolik inançla büyütülen Marley’i, Rastafaryanist’e çevirecek olan, karısıdır. Günün birinde The Wailers ile birlikte egzantrik yapımcı Lee “Scratch” Perry’nin stüdyosuna adım atan Marley, bir daha çıkamaz oradan. Ska’dan Reggae’ye geçtiği, Bob Marley sound’unun doğduğu kutsal mekândır orası. Orada bir Üçüncü Dünya Ülkesi’nin dünyanın geri kalanının tutkunu olacağı benzersiz bir müzik üretilir; tek sorun dünyanın geri kalanına bu müziği duyurabilmektir. İşte tam burada plak devi Chris Blackwell oyuna girer ve Marley ile 1972 turnesinde Londra’da yolları kesişir. Blackwell de Jamaikalıdır ve The Wailers’ı, alışkanlıklarının dışında plak yapma konusunda ikna eder. İlk plak “Catch A Fire”(1973), olumlu eleştiriler alarak dünyaya sesini du yurur. Hemen peşinden “Burnin” gelir; bu plakta “I Shot The Sheriff” parçası da yer alır. Gitar ustası Eric Clapton parçayı cover’ladıktan hemen sonra Bob Marley bir çırpıda dünyaca ün kazanır. Marley ezilenlerin içinden yükselen bir çığlıktır; “Redemption Song”da şöyle seslenir: “Emancipate yourself from mental slavery!/Zihnini kölecilikten kurtar!” The Wailers, 1973’te Sly And The Family Stone’un ABD turnesinin ön grubu ilan edildikten sonra, Headliner’dan daha popüler olmaları hasebiyle turne iptal edilir. The Wailers ile yolları ayrılır, dostluk baki kalır. Çok sayıda kadından çok sayıda çocuğu olur Marley’in; kayıtdışı bilgilere göre 46 çocuğu vardır. Hepsine iyi baba olmadığı bilinse de, Rita’ya ve onunla evliliğinden olan çocuğuna hep sadık kalır. Bu esnada; dillere pelesenk olacak feminizm vurgulu “No Woman No Cry”’dan sömürgecilik karşıtı “Buffalo Soldier”a, hit üzerine hit yazar. Korkusuz bir sembol Müziği bilindikçe, amacına ulaştıkça, ülkesinde olup biten ve yakından bildiği şiddet olayları artıp derinleşir. Bazılarıyla ahbap olduğu siyasilerin beceriksizliklerini cesurca şarkılarına taşır. 1976’da vereceği bir konser öncesi evinde silahlı saldırıya uğrayıp, kıl payı ölümden dönen Marley, yine de gidip sahneye çıkar. Sahnede, aldığı yarayı göstererek kariyerinin bu kritik dönüm noktasını sembolik bir zafere çevirir. Bir başka tarihi barış jesti, iki yıl sonra birbirine düşman iki Jamaikalı politikacı Edward Seaga ve Michael Manley’e, 1978’de Kingston’da gerçekleşen “One Love Peace Concert”de “sabıkalı ergenler” muamelesi yaparak el sıkıştırmasıdır. Çok geçmeden Londra’da sürgün hayatı başlar. Artık kanser hastasıdır ve memleketini bir daha göremeyecektir. Dini inançları sebebiyle tedavisini geciktiren Marley, 1980’de Bavyera’da alternatif tıpçı birine görünür. Florida’dan Jamaika’ya dönüşünü planlarken, tedavi gördüğü Jackson Memorial Hospital’de 11 Mayıs 1981’de, 36 yaşında hayatını kaybeder. Bob Marley’in bu erken ölümünü kimse hâlâ kabullenemese de, pop müzik tarihinde, Bob Dylan ve John Lennon kadar ölümsüz ve aynı yerdedir, ne eksik, ne fazla... C MY B