Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 Şubat 2018, PAZAR SAYFA 7 Hayal hayattır Hİkmet Hükümenoğlu Hikâyede iki kardeş ve bir baba vardı. Baba kardeşlerden birini çok, ötekini az seviyordu. Siyah atlarla geldiler İki kardeştik ve bir keçimiz vardı. Keçiye abimle ikimiz bakardık. Küçük kız çok korkardı, yanına yaklaşmazdı. Abim sabahın köründe keçinin boynuna çıngarını takardı ve kendimizi patikaya vururduk. Yağmur kar dinlemezdik. Irmak taşmışsa tepeye varamazdık, yarı yolda tıkanır kalırdık. Ama artık öyle yağmurlar yağmıyordu. Yağarsa az yağıyordu, bazen hiç yağmıyordu. Akşam saatinde dönerdik, bu defa ben önden giderdim, abim arkada kalıp izleri silerdi. Ben olmasam bu işleri beceremezsin derdi. Ben de niyeymiş, ben aptal mıyım derdim. O da evet aptalsın, baksana şu keçi bile senden akıllı derdi. Keçinin adı yoktu. Ben aptal değildim, keçiden de küçük kızdan da daha akıllıydım, hatta abimden bile, çünkü yarım yıl okula gitmiştim ve okumayı sökme hariç kapkaraydı tren, kara yılan gibi uzundu ve kükremesi kayaları süpürürdü. Tek gözü vardı, o hiçbir şey göremezdi. Bir sabah erkenden siyah atların üzerinde geldiler. Dibimizde bitiverdiler, geldiklerini duymadık. Abimle ben me çok az kalmıştı, yarım yıl da ırmağa ha gideydim bütün harfleri öğrenirdim. taş atıyor Abim beni kıskandığı için böyle konuşuyordu. Be duk, abim be ni kıskandığı için, bir de beni kızdırmak hoşuna nimle konuşmuyor gittiği için. O her şeyin en iyisi bilirdi. du yine, keçi ise çıngarını İki kardeştik ve bir keçimiz vardı. Bir ara üç kar çala çala tepede dolanıyordu bir başına. Dört deştik ama küçük kız soğukta hastalanıp öldü. Ke kişiydiler ve dört siyah atın sırtında dibimizde bi çiye abimle ikimiz bakardık. Yağmur kar dinle tiverdiler. Abim burnuma bir yumruk attı. Ben ye mezdik ama yağmurda patikayı çamur basardı ve re yuvarlandım. Gözümü karalar çaldı, ayağa kal izleri silmek zor olurdu. Abime daha fazla iş dü kamadım. Kalktığımda çoktan gitmişlerdi. Tepeye şerdi. Ne diye uğraşıyorsun, burada bizden başka varıp keçiyi aldık. Akşam çökmeden eve döndük. kimse yok ki derdim. Sana öyle geliyor, ne zaman Abimin gözleri ufalmıştı, yanakları sapsarıydı. gelecekleri belli olmaz derdi. Gelecek olsalar yol Annem koştu yetişti. Buna ne oldu dedi. Konuş dan gelirler derdim. Sen anlamazsın masın diye burnuna vurdum derdi. Yukarıda ırmak vardı, tuzlu kayalar vardı, keçiyi saldığımız bayır vardı. Başka hiçbir şey yoktu. En Daha keçinin ipini çözemeden siyah atlarla dedi abim. O zaman annem anladı. Onun da gözleri ufaldı ve yanakları sapsarı oldu. Ke yüksek kayaya tırmanıp uzaklara ba geldiler. Dibimizde çiyi mi almaya gelmişler diye kardım ama sisin ötesinde hiçbir şey yoktu. Sis hiç kalkmazdı. Annem demişti, gençliğinde keçi bitiverdiler. Dört kişiydiler ve en öndeki sordum. Aptal aptal konuşma dedi abim. Keçiyi ne yapsınlar, babamı almaya gelmiş yi tepeye o çıkarırmış. Bu keçiyi değil, bunun annesini. Sonra o da evden çıkmaz olmuş. Evimiz demir siyah atından inip yanıma vardı. Tepeden tırnağa ler dedi. Sonra bana yemin ettirdi sakın ağzımdan bir laf kaçır yolunun berisindeydi ama en ya siyahlar içerisindeydi ve mayayım diye. Babamı alıp kın istasyon iki gün uzaktaydı. Bir kere yürümeye kalktım ama sonra acıktım ve yarı yoldan geri dön yemyeşil gözleri vardı. O kadar yeşildi ki ne o götürürlerse kafanı koparırım dedi. İmtihan etti ne diyeceksin diye. Öğrettiklerini söyle düm. Tren ayda bir ya geçerdi ya da geçmezdi. Geçerse önce uğultusu gelirdi uzaktan, öyle bir uğul yana bakabildim ne bu yana. Kuşlar tepemizde dim, tekrar sordu tekrar söyledim. Annem tepemde dikildi, ıslak havluyu burnuma da tu ki evin tahtaları zangır zangır zan dört döndü. yadı durdu. gırdardı. Sonra ağaçları sallayan bir Abim su dökmeye çıkınca rüzgâr inerdi tepeden, çamaşır direği zangır zangır annemin koluna yapıştım. Niye babamı soruyor zangırdardı. Ondan sonra lokomotifin kükremesi lar anne dedim. Eski hikâye, sen anlamazsın dedi. ni duyardık. Abim dönünce babamın çorbasını ekmeğini indi Annem bir koşu çamaşırları toplar içeri kaçar recekti, elinden aldım, ben indiririm dedim. Sakın dı. Sonra tahtaları indirip kapıyı pencereyi örterdi. söyleme dedi. Duymasın daha iyi. Babama çorba Sonra ateşe su döker camları karartırdı. Dışarıdan sını ekmeğini bıraktım. Burnuna ne oldu dedi. Si bir bakan olsa bu evde kimse yaşamıyor derdi. Bu yah atlarla geldiler dedim. Seni arıyorlar dedim, ev en az elli yıldır nefes almamış, duman tütme alıp götüreceklermiş dedim. Kokuyu aldılar de miş derdi. Şu hale baksana dokunsan tepene yıkı mek dedi babam. Kaç zamandır bekliyordum ko lır derdi. Dışarıdan böyle görünürdü evimiz. Hele kuyu almalarını dedi. Sonra saçımdan öptü ve işi tahtaları indirip camları karartınca sahiden elli yıl ne baktı. Babam hiç kokmuyordu. Korkuyor muy dır, belki yüz yıldır nefes almamış, duman tütme du bilemedim. miş gibi görünürdü. Ama kim görecek. Tren gel Babam dünyanın en akıllı adamıydı. Okulda diği gibi bir telaş geçer giderdi. Lokomotifin gözü ki öğretmenlerden bile daha akıllıydı. Siyah atlarla gelenler o yüzden soruyordu babamı. Babamın haritaları, hesap cetvelleri ve yeşil mürekkepli kalemleri vardı. Sabahtan akşama kadar gaz lambasının ışığında yazı yazardı. Biz uyurken o yazmaya devam ediyor derdi abim. Küçük kız öldüğünde bile yukarı çıkmamıştı. Ama sabaha kadar duymuştuk tahtaların aralığından. Çok ağlamıştı. Ertesi sabah annem de bizimle birlikte uyandı, kapının önüne çıktı. Keçinin boynuna çıngarı taktık. Bu aptal ağzını tutamayacak dedi abim anneme. Niye tutamayacakmışım dedim ve elimi ağzıma götürüp nasıl tutacağımı gösterdim. Abim başını salladı, annem başını salladı. Irmağa kadar yürüdük. Abim benimle hiç konuşmadı. Sonra ağaçlar hışırdadı, keçi durdu, abim durdu. Abim elini dudaklarına götürüp sus dedi bana. O zaman ben de duydum atların nallarını. Çatır çatır çatırdayan kuru dalları duydum. Heriflerin dibimizde bitivermesini beklemeden abim burnuma indirdi yumruğu. Uyandığımda çoktan gitmişlerdi. Yüzlerini bile görmemiştim. O gece gözüme uyku girmedi. Abim ve annem mışıl mışıl uyurken usulca yataktan kalktım. Belki babam uyumuyordur ve abimin anlattığı gibi gaz lambasının ışığında çalışıyordur dedim. Belki yanına insem benimle konuşur dedim. Kulağımı tahtalara dayadım. Aşağıda çıt çıkmıyordu. Bodruma inen merdivenin ağzında dikilip düşündüm, düşündüm ve vazgeçtim. Bunun üzerine keçinin çıngarını takıp abimi beklemeden patikaya vurdum. Daha güneş doğmamıştı, kara kuşlar dallara tünemiş bekliyordu. Koca dünyada sadece keçi ve ben uyanıktık. Keçi ve ben karanlıkta önümüzü görebiliyorduk. Irmağın sesini dinleyip yolumuzu bulabiliyorduk. Çünkü aptal değildik. Yanıma ekmek almayı unutmuştum ama geri dönmedim. Tepeye vardığımızda bulutlar çizik çizik aydın lanmaya başladı. Sabahın soğuğu kemiklerimi kemirdi. Yaş taşların üstüne postumu yayıp oturdum. Keçiyi karşıma aldım ve ey keçi dedim. Ben altı ay okula gittim ve bazı harfleri okumayı öğrendim dedim. Bir altı ay daha gitseydim bütün harfleri öğrenecektim. O zaman ben de babam gibi hem okuyup hem yazabilecektim. Keçi beni dinlemedi. Öfkelenip sırtımı döndüm. Abim hâlâ bizi bulamamıştı çünkü izimizi silmiştim. Güneş yükselirken canım sıkıldı ve keçiyi tekrar karşıma aldım. Bu defa ona bir hikâye anlattım. Hikâyede iki kardeş ve bir baba vardı. Baba kardeşlerden birini çok seviyordu, ötekini az seviyordu. Biriyle çok konuşuyordu, ötekiyle az konuşuyordu. Birinin adı Kabil, ötekinin adı Habil'di. Hikâyenin sonunda Kabil o kadar öfkelendi o kadar öfkelendi ki Habil'in kafasını iri bir taşla ezip öldürdü onu. Kimden duydun bu hikâyeyi diye sordu keçi. Okuldaki öğretmenden duydum dedim. Ben altı ay okula gittim dedim, bir altı ay daha gitseydim bütün harfleri öğrenecektim. Kapa çeneni de ipimi çöz dedi keçi. Kuru dallar çatır çatır çatırdıyor, duymuyor musun dedi. Daha keçinin ipini çözemeden siyah atlarla geldiler. Dibimizde bitiverdiler. Dört kişiydiler ve en öndeki siyah atından inip yanıma vardı. Tepeden tırnağa siyahlar içerisindeydi ve yemyeşil gözleri vardı. O kadar yeşildi ki ne o yana bakabildim ne bu yana. Kuşlar tepemizde dört döndü. Bugün yalnızsın ve uyumuyorsun dedi. Ben bir şey demedim. Korkma canını acıtmayacağım dedi. Yeşil mürekkeple yazı yazan birisini arıyoruz, öyle birisini tanıyor musun dedi. Ben bir şey demedim. Keçi arkama saklandı. Atın üzerindeki arkadaşı kahkaha attı. Baksana bunun dili yok dedi. Belki dili vardır ama aklı yoktur dedi öteki. Şuna bak nasıl titriyor dedi beriki. Karşımda duran elini omzuma koydu. Eli tepedeki tuzlu kayalar kadar ağırdı ve kımıldayamadım. Neden bu kadar korktun dedi. Sadece seninle konuşmak istiyorum, söz veriyorum canını acıtmayacağım dedi. Gözlerimin en dibine kadar bakıyordu, kulaklarını kocaman açmıştı ve işte o zaman ben kendimi tutamadım. İki kardeşiz ve bir keçimiz var dedim. Keçiye abimle ikimiz bakarız dedim. Küçük kız çok korkardı, yanına yaklaşmazdı dedim. THeRapıa ALPER HASANOĞLU Cağaloğlu Türk Ocağı Caddesi üzerinde, öğrencisi olduğum İstanbul Erkek Lisesi’nin karşısındaki ‘Kırmızı Köşk’ün bahçesindeydi kendimi bildim bileli evimize giren ‘renksiz’ gazetenin binası. Benim 1978’ten 1985 yılına kadar bulunduğum okulun bahçesinde kimi zaman erkek arkadaşlarımla futbol oynarken ya da yüzyıllık çınar ağaçlarının gölgesindeki banklardan birine kurulmuş, ‘çıktığım’ kızla fısır fısır konuşurken arada başımı kaldırıp o binanın pencerelerine bakardım merakla. Belki, Oktay Akbal veya İlhan Selçuk veya Nadir Nadi yazılarını yazdıkları daktilolarının başından kalkıp pencereye gelir, bir sonraki satırı düşünürken sokağın karşısındaki okul binasına – eski Düyuni Umumiye bakarlar ve ben onların ciddi ve derin bakışlarında, öbür gün mutlaka okuyacağım köşe yazılarının birkaç satırını yakalayabilirim diye hayal ederdim. Yazısına, ‘İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesin O ‘renksiz’ gazeteden öğrendim hayatı... deki gençler’ diye başladığı çok olmuştur, Oktay Akbal’ın da, İlhan Selçuk’un da. O “bahçedeki gençlerden” biri olarak babamla gazeteyi ilk eline alıp sayfalarını ilk açan ve köşe yazılarını ilk okuyan olmak için yarışırdık hafta sonları. Her ikimiz de daha önce okumuş ve sayfalarını özensizce karıştırmış olan birinden sonra elimize almak istemezdik gazeteyi. Uğur Mumcu bugün yazmıyor baba! Annemdi o ‘özensiz’ evde. Bir yandan gazeteyi hızlı hızlı karıştırır bir yandan da ‘okuyacak’ bir şey bulamadığından yakınarak, her defasında “Bu renksiz gazeteyi saatlerce okumaktan ne anlıyorsunuz?” diye söylenerek bir kenara fırlatır ve bizi ‘sinir’ ederdi. Babam da onun ‘baktığı’ gazeteye laf eder, bana “Uğur Mumcu bugün ne yazmış oğlum?” diye sorardı. Ben de onunla “Baba, hâlâ öğrenemedin, Uğur Mumcu pazarları yazmıyor,” diye dalga geçerdim. İlk önce Uğur Mumcu öldü. Öldürdüler onu… Babam İlhan Selçuk’u daha çok severdi benden. Ya da ben Oktay Akbal’ın öykü tadındaki kısa denemelerini o kadar severdim ki, İlhan Selçuk ikinci okuduğum köşe yazarı olurdu hep. Melih Cevdet Anday’ın, Cuma günleri Oktay Akbal’ın ikinci sayfada sol alt köşede çıkan yazısıyla, sağ üst köşedeki İlhan Selçuk’un yazısı arasına yerleşen oturaklı ‘düşün’ yazılarıyla, salı günleri üçüncü sayfanın sol alt köşesinde çıkan ‘Akan Zaman Duran Zaman’ köşesinde yazdığı anıları bana bu hayatta neyi en çok sevdiğimi öğrettiler; edebiyatı... Oktay Akbal’ın ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ kitabı yıllarca tekrar tekrar okuduğum öykü kitabı oldu. Melih Cevdet Anday’la başladım şiir okumaya. O kadar derinlikli, ilmek ilmek örülmüştü ki onun şiirleri, kötü şiiri hemen fark eden bir okur oldum sayesinde. Sonra sayfaları hızla çevirip onuncu sayfadaki Mustafa Ekmekçi veya ‘Öğle Rakıları’ adı altında topladığı bir şiir kitabı olan Mehmed Kemal’e gelirdi sıra. Onların o ‘sohbet’lerinin tadını başka hiçbir köşe yazısında bulamadım sonraki yıllarda. Zaman hızla geçti ve Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Mehmed Kemal, Mustafa Ekmekçi, İlhan Selçuk öldüler. Cumhuriyet gazetesi de ‘Kırmızı Köşk’ün bahçesinden Şişli’deki binasına taşındı. Ben İstanbul Erkek Lisesi’nden Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne ve oradan da başka bir ülkeye gittim. Gazetelerin merkezi olan Cağaloğlu da bu özelliğini yitirdi zamanla ve sanırım artık orada hiçbir gazetenin yönetim binası kalmadı. Ben büyüdüm, onlar öldüler Artık İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesinde yüzyıllık çınar ağaçlarının gölgesinde sevgilisiyle bir bankta oturan herhangi bir genç edebiyat tutkunu arada başını kaldırıp yazılarını hayranlıkla okuduğu yazarların gölgesini aramıyor karşı binadaki pencerelerde. Yıllarca evimize yalnızca ‘renksiz’ Cumhuriyet gazetesi girdi ve ben o gazetede muhalif olmayı öğrendim. Dediğim gibi ben büyüdüm ama maalesef onlar tek tek öldüler… C MY B