17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 2 4 Şubat 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas Montaj kılavuzları, alyan anahtarları, vidalar ve şarjlı matkaplar... Devrim, siz ondan söz ederken yatak odanıza girer Kendisi dünyanın en zengin insanlarından biriydi ama o en büyük orta sınıf devrimlerinden birine imza atmıştı. Henry Ford seri üretimin babasıysa o da ölçek ekonomisinin kralıydı. IKEA’nın kurucusu Ingvar Kamprad endüstrinin, tasarımın ve sosyolojinin kesişim noktasına adını yazdıran bir girişimciydi, geçen hafta öldü. Kamprad IKEA’yı 17 yaşında babasından aldığı parayla kurdu. Para, dislektik olmasına rağmen okulda gösterdiği başarının ödülüydü. Şirket ilk yıllarında sıradan bir mobilyacıydı. Bugünkü IKEA’nın yolunu, bir katalog çekiminde şirket çalışanlarından birinin “Şu masayı kamyona bacaklarını sökerek yüklesek daha az yer kaplayacak” demesi açtı. O sökülen dört vida, ortadan kalkan montaj maliyetlerini, yassı paketleri, montaj kılavuzlarını ve alyan anahtarını hayatımıza soktu. O çalışan, daha sonra bir peçetenin arkasına Billy model kitaplığı da çizecekti. Milyonlarca şehirli erkeğe elleriyle iş yapma hazzını, yeni taşınılmış milyonlarca evde genç çiftlere birlikte bir işin altından kalkma zevkini yaşatan IKEA’yı bu ölçeğe ulaştıran, Kamprad’ın fiyatları sürekli aşağı çekme gayreti. Bu belki endüstri dünyası için yeni bir şey değil. Yeni olan, bunu yıllar boyunca aynı ürün için yapma gayreti. İşte burada, tasarımı çoktan bitmiş ve zaten milyonlarca satmış bir ürünü bile sürekli geliştirme arayışıyla, ölçek ekonomisi devreye giriyor. Buna en iyi örnek, şirketin binlerce kalem ürününden en ikonik olanı, Billy kitaplık. Hani, çeşitli boyutları olan dümdüz raflar... Bu üründen bugüne kadar tüm dünyada 60 milyondan fazla satılmış. Dünyanın göze en aşina gelen tasarımlarından biri. Bunun da ötesinde ülkelerin satın alma güçlerini karşılaştırmak için ekonomi ajansı Bloomberg’in kullandığı araçlardan biri Billy. Bu ürün Mısır’da 100 doların üzerinde satılırken, Slovakya’da 40 doların altındaymış. (Türkiye’deki fiyatı 250 TL) İsveç’in küçük bir kasabasındaki bir mobilya fabrikası 1970’lerden bu yana IKEA için sadece bu rafları üretiyor. Fabrikaya bir kapıdan günde 600 ton hammadde giriyor, diğer kapıdan kamyonlar dolusu yassı koli çıkıyor. İlk yıldan bu ya na fabrikanın ürettiği kitaplık sayısı 37 kat artmış. Ürünün fiyatı ise yüzde 30 düşmüş. Çünkü ne kadar sipariş verip fabrikanın yatırım ve işletme maliyetlerini ne kadar öngörülebilir hale getirirsen, üreticiden o kadar iyi fiyat alıyorsun. Diğer örnekse markanın Romanya’da ürettirdiği Bang model kupalar. Ağzı geniş, tabana doğru daralan bu kupalar geçen yıllarda küçük bir tasarım değişikliği geçirdi. Bu sayede aynı koliye daha fazla kupa sığdı, nakliye maliyeti azaldı. Üzerine bir de yıllık beş milyon sipariş garantisi verince, maliyetler daha da düştü, bu da tüketiciye yansıdı. Kuruşla biriktirse de harcamadı Kamprad bu kuruş hesaplarını sadece müşterileri için değil, kendisi için de yapıyordu. İsveç bayrağının renklerini logosuna koyan 91 yaşındaki girişimci son 40 yılını ülkesindeki yüksek vergilerden kaçmak için İsviçre’de geçirdi. Ama daha ilginç olan, yıllarca eski model bir Volvo’ya binip aynı kıyafetleri giymesiydi. Ve adam insanları tüketime teşvik etmekle eleştirilen bir düzenin kurucularındandı. Markanın iyi yanı, düzgün tasarımı erişilebilir fiyatlarla satması. Herkesin aklına gelen en fena yönü ise dünyanın bütün orta sınıf şehirli evleri ni birbirine benzetmesi. Doğrudur, aynı kitaplıklar, aynı kanepeler, aynı yatak takımları ve hatta duvarlarda aynı posterler her yerde... Ama bu gerçekten kötü mü, emin değilim. Kamprad bir orta sınıf devrimi yaptı demiştim... Devrimlerin sınıfları standartlaştırıcı bir yönü olduğu da malum. Standart da olsa hanelere İskandinav sadeliği, asgari tasarım algısı getirmesi, hele Türkiye gibi oyma, işleme, varak düşkünü bir ülkede kötü bir şey değil gibi geliyor bana. Ayrıca tektipleşmeye itiraz ediyorsak, onu da yanlış yerde arıyoruz. Milyonlarca, milyarlarca insan televizyonda her akşam aynı şeyleri izleyip ertesi gün birbirinin tıpkısı plazalarda bunları birbirlerine anlatırken, televizyonun üzerinde durduğu sehpaların birbirine benzemesi kafaya takılacak bir şey olmasa gerek. Son olarak, meselenin bir de ihmal edilmiş, özgürleştirici boyutu var. İnsanları bitmiş ilişkilere bağlayan düzen, sahip olma, alışkanlık, mülkiyet hissinden ve ekonomik çaresizlikten kurtulmasına yardım eden bir boyut... Yarın fazla acı çekmeden aynı mobilyalara yine sahip olabileceğini bilmek, kim bilir kaç kadına/erkeğe bir evden ‘ceketini alıp çıkma’ cesaretini verdi... Tabii onları monte etmek için yine birine ihtiyaç duyacağını bilerek. (Kamprad’ın ve IKEA’nın hikâyesini Tim Harford’un Fifty Things That Made The Modern Economy, kitabından yararlanarak yazdım.) Annesi, mavi balina sensin! Kocaeli’nde bir aile çocuklarına sürpriz yumurta alır. Çocuk çikolatayı yiyince yumurtadan ne çıksa beğenirsiniz! Mavi plastik parçaları. Parçaları birleştirmeye başlayan aile bir de ne görsün? Meğer sürpriz oyuncak, mavi bir balinaymış. Ailenin olağanüstü dikkati sayesinde hemen birleştirme işlemi durdurulmuş, parçalar dikkatlice yerine bırakılmış ve oyuncak dağınık haliyle suç duyurusu için savcılığa götürülmüş. Anne, çocukları intihara sürüklediği söylenen bilgisayar oyunu mavi balinaya dikkat çekerek çocuklarını büyük bir felaketin eşiğinden döndürdüğü için memnun. Suç duyurusuyla bir vatandaşlık görevini yerine getirdiği için de gururlu. Ama olaya belirsizlik katan küçük bir iki detay var: Birincisi, internetteki oyundan korunduğu söylenen çocuk dört yaşında. İkincisi, çocuk mavi balina diye bir bilgisayar oyunundan habersiz. Üçüncüsü, okuma yazma bilmeyen çocuğun plastik oyuncakla internetteki oyun arasındaki bağı nasıl kuracağı belirsiz. Mavi balina evin içinde, aile farkında değil. Ahmet Tulgar İmkânsızlıklarını imkâna, kimlik krizini fırsata dönüştüren iradi rötuşların adamı Teşhis Bir‘özpazarlamacı’:Özcan Deniz Özcan Deniz’i 1990’ların ortasında tanıdım. Dönemin en önemli müzik yapım firmalarından olan, firma olarak kendisini magazin çevrelerine bir aile imgesiyle lanse etmiş, galalara ve televizyon programlarına başında firma sahibi Hilmi Topaloğlu’nun olduğu bir klan şeklinde katılan ve artık firma olarak da kendisi bir popüler kültür figürüne, fenomenine dönüşmüş Prestij Müzik’in ‘starlet’lerinden (yıldızcık) biriydi. Ben de zaten Özcan Deniz’i, kendilerine verdikleri isimle Prestij Müzik Ailesi’nin Levent semtindeki o villa tipi malikânesinde tanıdım. Firmanın yıldızları Mahsun Kırmızıgül ve Seda Sayan’dı. Aile içinde ve de aile babası Hilmi Topaloğlu’nun onayıyla bir aşk yaşıyorlardı. Dizlerinin dibinde ve etraflarında ise popçulardan ya da tarzı bilinmez yıldızcıklardan bir demet vardı. Onlar da herhalde günlerini bekliyordu. Özcan Deniz’i popçulardan biri sanmıştım. Bebek yüzlüydü. Dönemin televizyon stüdyolarını dolduran, 20 yıldır Türk Hafif Müziği piyasasını domine etmiş kadın ağırlıklı hafif müzikaranjman yorumcusu grubun pabucunu dama atmış, ama bu defa erkek ağırlıklı, daha doğrusu ‘boy’ (ergen) ağırlıklı ‘baby face’ pop şarkıcılarını andırıyor, onların arasına katılacak gibi duruyordu. ‘Pinuppop’ bir genç erkek Ne zaman ki o akşam Levent’teki malikânede kurulu stüdyoya geçti ve alev tüküren sirk göstericileri gibi gırtlağından o gümüşsü, metalimsi tiz sesi salarak arabeskfantazi (bu tarz müzik kelimenin doğru yazılışı olan ‘fantezi’ ile değil ‘fantazi’ olarak tabir edilir) şarkısına başladı, daha o zaman Prestij Ailesi’nin işinin zor olduğunu anladım. Stüdyonun camının ardındaki genç adam ağzını her açtığında ikiye ayrılıyor, yarılıyordu. Sesi dönemin epeydir kurumlaşmış bir popüler müzik kanalından, arabeskfantazi kanalından geliyor, tipi ise yeni açılmış genç erkek ‘pin up pop’u (posteri du da gelişti, bu durumdan beslendi. Şöhrete kavuşmasının ardından aile müessesesinden azad olduğunda ise bu ikilemi, bu çelişkiyi el yordamıyla çözmeye çalıştı ve böylelikle geliştirdiği iradesiyle çelişik çatlak bir popüler figür kimliğini kurumlaştırdı. Ama yine de Özcan Deniz her yaptığı işi tipiyle sesinin arasındaki bu yarıkta yapar, bu alanda faaliyet gösterir, bu çelişkiden, çatlaktan beslenir hâlâ. Hayranlarını da orada ağırlar. ‘Yurtiçi egzotizm’ eksikliği 1995’te Esquire dergisindeki bir yazım da ‘yurtiçi egzotizm’ diye bir kavram icat etmiştim. Türküarabeskfantazi söyleyen Kürt şarkıcılara Türkiye’nin batısında ka dınlar tarafından gösterilen ilgi, duyulan hayranlık, hissedilen arzuya ilişkindi yazım. Bu libidinal ilgi arabesk kültürünün sosyo lojik sınırlarını aşıyor, bir dönem ‘Beyaz Türk’ diye tabir edilen kesimin de bir kıs mını kapsıyordu. Kürt ya da doğulu erkek şarkıcılar önce ötekileştiriliyor, sonra arzu nun kollarına bu öteki, bu egzotik figür ola rak alınıyordu. ‘Yurtiçi egzotizm’ dediğim buydu. Türkiye’ye has bir ahir zaman or yantalizmi. O tiz sesle maço söylem, mimik ve jestlerin kendine has lezzetteki karışımı. Özcan Deniz’in Aslı Enver’le başrolü paylaştığı “İstanbullu Gelin” dizisi, Star tv’de 2. sezonunda devam ediyor. İbrahim Tatlıses bu kokteylin en usta sakisiydi. Sosyete kadınları da peşindeydi. Mahsun Kırmızıgül ise bu trenin belki de son yolcusuydu. vara asılmalık şarkıcıların tarzı) kanalına giriyordu. Özcan Deniz ise tipten kaybediyordu. Bıyığı Firma coğrafyanın kader olduğunu çoktan kabul et püskürten bir bebek yüzdü o. miş ve ona tarz seçerken Özcan Deniz’in etnik kö Televizyon, müzik ve sinema prodüktörleri ona keninden yola çıkmıştı ama tipoloji Özcan Deniz’i yaklaşırken bu ‘yurtiçi egzotizm’in sınırlarını daha Amerikan, İngiliz boy band’lerin elemanlarına ben da genişleteceklerini, bir kâr maksimizasyonu sağ zeyen genç popçuların kaynaştığı o yere iteliyordu. layacaklarını düşünmüş olabilirler. Özcan Deniz’in bütün müzik, televizyon ve sine Özcan Deniz ise imkânsızlıklarını imkâna, kimlik ma kariyeri bu gerilimli iki arada bir derede durum krizini fırsata dönüştürmek için kendisine iradi rö tuşlar yapmakla meşguldü. Bir süre sonra da müzikten iyice oyunculuğa ka yacaktı. Çünkü o, öncülü arabeskçiler gibi kendisini oynayamazdı ekranda, beyazperdede. Kendisi olamazdı. Kendisini oynayamayınca, filmdeki karakterini oynamaya zorladı kendisini. Oyunculuktaki başarı grafiği de bu zorunluluk sayesinde, kimliğine yaptığı gibi oyunculuğuna da yönelttiği bu iradi yaklaşımıyla, müdahalesiyle yükselmiş olmalı. Türkiye’deki erkek algısı sebebiyle bir özenti olarak başlamış boy band anıştırmalı yeniyetme popçu furyası kısa sürede sönümlendi bitti, eleğin tellerinde sadece birkaçı kaldı. Biri ikisi... Kaybolan kadınlar Ama Özcan Deniz burada işte. Dizileri, filmleriyle. Bir dönemki ‘arabesk boom’u sırasında izdihamlara sebep olan, salonları yıkan erkek şarkıcı baş karakterli filmlerde, ezik erkeğin karşısında yine kendisi gibi alt gelir grubundan gelen ya da tipiyle o sınıfı çağrıştıran kadınlar olurdu. Özcan Deniz ise karşısına Şevval Sam, Nurgül Yeşilçay, Naz Elmas, Hatice Şendil, Aslı Enver gibi tam tersi bir sınıfsal statü çağrıştıran, başarmış ya da başarmaya yüz tutmuş kadın oyuncuları aldı ya da yönetmenlerin tercihi bu oldu. Tuhaftır, Özcan Deniz ekranda, perdede kendisiyle meselesini artık halletmiş, karşısında oynadığı kadın oyunculara da yıldız tozu bulaştırıyor görünüyordu. Oysa bu kadınların hepsi alttan alta bir yurtiçi egzotizm, gizledikleri bir yurtiçi oryantalist bakışla yaklaşmış olmalılar ona. Onunla dans etmenin kolay olacağına inanmış olmalılar. Ama işte film ya da dizi bitti mi kaybolan, sessizleşen çoğunlukla onlar oluyor. Böyledir, bir sosyal tırmanıcının (social climber), kimlik krizini fırsata çevirmeye çalışan bir öz pazarlamacının iradesinin karşısında durmak öyle pek kolay değildir. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle