Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 Şubat 2018, PAZAR SAYFA 3 Derinlik TAYFUN ATAY ‘Büyük Birader’in masum kaldığı bir dünyadayız... Herkes herkesi gözetliyor! Her ne kadar “Televizyon: Öldüren Eğlence” kitabının yazarı Neil Postman (ö. 2003) bu çığır açıcı eserine “OrwellHuxley” karşılaştırmasıyla başlayıp Huxley’in karanlık gelecek kehaneti (“distopya”sı) gerçekleşirken Orwell’inkinin karşılıksız kaldığını söylerse de bugün her iki yazarın karşılaştırmalı değerlendirmesine yeniden gitmeyi gerektiren bir yeni durum söz konusu gibi görünüyor. “1984” romanında George Orwell, insanı ezen bürokratiktotaliter bir sistemin gözetimsel tahakkümü altında bir dünyaya doğru “felaket tellallığı” yapar. “Cesur Yeni Dünya” yazarı Aldous Huxley ise “sıradan insan”ın, bırakın gözetim altında tutulmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmeyi, kendi eğlence hazzında seve seve boğulacağı, kendi zincirlerini kendisinin vuracağı bir uğursuzluğa doğru kırıyordu kehanet rotasını... OrwellHuxley sentezi Postman’ın “Öldüren Eğlence”yi (1985) yazdığı zamanın ruhu, Huxley’in kehanetini daha geçer akçe kılmış gibiydi insanlığımızın gidişatında. 1950’lerden itibaren Batı dünyasında insan yaşamının bir parçası olup giderek de hızla asli belirleyen haline gelen televizyon, düşünce ve yorum merkezli bir hayatı seyir ve seyre dayalı eğlence hayatına dönüştürmüştü. Fikir üretiminin önemini yitirip görüntü üretiminin öne çıktığı, dolayısıyla insanların “gözetlenme” derdini bir kenara bırakıp hayatın merkezi olmuş bir “kocagöz”de akıp giden her şeyi gözetler oldukları bir dünyayı, hâlâ “yazılı kültür”ün savunucusu olarak sorunsallaştırmaktı Postman’ın yaptığı... Bu hâlâ yabana atılmaması gereken bir tartışma ve sorunsallaştırma mıdır, evet. Ancak, Orwell’in “Büyük Birader sizi gözetliyor” klişesinde karşılık bulan ve “sokaktaki insan” için izleme kadar, bir total (küresel) iktidar mekânizması tarafından izlenme şeklinde bir sorunsalın da yadsınamayacağı bir zemin yok mu bugün, evet, o da var. Günümüz insan toplumsallığı, “teknoekonomipolitik” dünya düzeni, bizi artık “OrwellHuxley sentezi” çerçevesinde bir “distopik” zaman ve zemin değerlendirmesi yapmaya kışkırtan işleyiş arz ediyor. Gözetlemegözetlenme sarmalıyla şekillenen, kaygıyla hazzı harmanlayan bir hayatın içinde yol alıyoruz. ‘Büyük Birader’ hükümsüz! National GeographicTürkiye’nin yeni sayısında karşımıza çıkan çarpıcı, ayrıntılı ve baş ucunda tutulması gereken yazısında Robet Draper’in kaydettiği üzere yakında teknoloji marifeti ile bir amfide en arka sırada oturduğunuz halde dersi anlatan hocanın telefonundaki mesajı bile görebilecek Günümüz dünya düzeni, bizi artık “OrwellHuxley sentezi” çerçevesinde bir “distopik” değerlendirme yapmaya kışkırtmakta. Kaygıyla hazzı harmanlamış şekilde görmek, görünmek, görüntülemek, görüntülenmek, gözetlemek ve gözetlenmek: Varlık prensibimiz ve pratiğimiz bu oldu... Herkesin birbirini görür, izler, görüntüler ve gözetler olduğu bir dünyada “Büyük Birader”in hükmü kalmadı. siniz; ama aynı zamanda amfide bulunan güvenlik kameraları da kendi telefonunuza girdiğiniz şifreyi görebilecek!.. Herkesin birbirini gördüğü, izlediği, görüntülediği bir dünyaya erdik. “Büyük Birader”in sizi izlemesinin bir hükmü kalmadı; “BBG” (“Biri Bizi Gözetliyor”) konsepti de geçersizleşti. Biri, ne bizi, ne de sizi gözetliyor. Herkes, herkesi gözetliyor! Dolayısıyla “Büyük Birader”in artık çok ama çok masum kaldığı bir dünyadayız!.. Gökyüzü drone, uzay uydu dolu Draper’ın yazısı bu bakımdan ve sadece günahıyla değil sevabıyla da bu global görme/görüntüleme sarmalı içinde akıp giden insanlığımızı geniş bir örneklem yelpazesi içinde serimlemeye ve çözümlemeye uğratıyor.* Teknolojinin imkânları megakent cangıllarında akıp giden hayatın güvenlik talepleriyle birleşince ortaya sorgulanması kadar savunulması da müm kün, ama aynı şekilde savunulması kadar sorgulanması da zor bir “gözetim toplumu” tablosu çıkmakta. Her yıl tahmini 106 milyon güvenlik kamerası satılıyor. Yine her yıl, 2.5 trilyonu aşkın görsel, internette paylaşılıyor. Yüz tanıma teknolojisiyle çekilen fotoğraflarınız resmi, sivil, ticari veritabanlarında depolanıyor. Gökyüzü, gözlerini size dikmiş “drone”larla dolu. 1700’ü aşkın uydu, uzaydan gezegenimizi neredeyse her milimetrekaresine nüfuz edecek ölçüde gözlüyor. Uzaydan fotoğraf çekme işinde en başta gelen resmi makam olan ABD hükümetini sollamış Planet şirketine ait uyduların sadece bir günde çektikleri fotoğraf sayısı 1.3 milyon. Orwell’in evi de gözaltında Tabii bu gözetlemeler, iddia ediliyor ki yıkıcı değil, yapıcı yönde kullanılıyor: Soyu tükenme riski altında olan dev pandanın son durumu da; kasırga nedenli su taşkınları, tsunami ihtimalleri de; kaçak hayvan avcıları da; küçülen ormanlık alanlara yönelik insani tacizler de izleniyor ve önlem girişimlerinde bulunuluyor. Bir “gözetim distopyası” olan “1984”ün yazarı Orwell’in bir zamanlar Londra’da oturduğu sakin mi sakin bir semtteki eve bile birkaç dakika mesafede güvenlik kameraları ve onları değerlendiren bir güvenlik kumanda odası var. “Cesur Yeni Dünya” yazarı Huxley’in oturduğu ev de çelikle kaplı bir kumanda odasından sürekli gözetim altında. Başta bahsettiğimiz, her iki “distopya”nın da senteze uğratılmış halde gerçeklik kazanması, bundan daha anlamlı şekilde örneklenebilir mi?! ‘Görünmüyorsan yoksun!’ Görmek, görünmek, görüntülemek, görüntülenmek, gözetlemek ve gözetlenmek... Varlıkvaroluş prensibimiz ve pratiğimiz bu!.. “Z Kuşağı” (2000’den sonra doğanlar), aklınıza gelebilecek her ortamda fotoğraflanma ve videoya çekilme derdinde. “Görünmüyorsan, yoksun” modundalar... Ama işte aynı zamanda en gizli sırlarımızın dahi açığa çıkarılıp görüntülendiği, öne çıkmasını istemediğiniz yanlarınızın da gözetm altında “değerlendirildiği” bir dünya bu. Mesela, orta yaşlıkilolu bir adam olarak markete girdiğinizde, “akıllı” kameralar sağ olsun, hemen pasta, börek, çörek reklamı yapan anonslar yağdırılıyor üzerinize!.. Bir de aynı gözetim imkânlarının kötü niyetli iktidar odaklarının, baskıcı rejimlerin, diktatörlerin elinde olduğunu da (“düşünün” değil) unutmayın!.. ‘Mutluluğun görseli’ var mı? Aslında denilebilir ki değişen pek bir şey yok; Einstein’ın atomu parçalamasıyla olan neyse, ona benzer bir durum: İnsanlığın yararına, sağlık için, sözgelimi nükleer tıp alanında da seferber edilebildik bu bilimsel kazanımı; Hiroşima ve Nagazaki’yi yaratıp sonrasında çılgınca bir uluslararası nükleer silahlanma rekabetine yol tutarak da... Aynı minval üzere bir yeni teknokültürel “çatal”dayız!.. Her şeyin “görsellik”ten ibaret hale geldiği bir dünyada “Mutluluğun resmi”ni yapabilecek miyiz?.. Yoksa, yine Nâzım’dan beslenerek belirtmek gerekirse, insanlık halinin ezelden ebede hiç değişmemiş şu yakıcı ikilemini yepyeni bir formatta, “santimetresinde 3 bin piksel bulunan Oculus Rift 2.0” gerçekliğinde karşımızda bulmaya devam mı edeceğiz: “Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz Ya dünyamıza inecek ölüm.” *Robert Draper, “Biri Sizi Gözetliyor: Üstelik Her An”, National Geographic Türkiye, Şubat 2018, s. 5489. Özgür olma arayışında aştığı yolları sanatsal orijinallikle birleştirmek, bizim hayal gücümüzü aşıyor Müzik Edirne’den önce son çıkış: Hande Yener! MÜJDE YAZICI ERGİN Türkiye pop müzik sahnesinin en ünlü figürlerinden Hande Yener 2007’de Türkçe pop’un klişe sound’larından sıkılmış, o yıllar yabancı müzik listelerinden esen elektronik müzik akımından da aşırı etkilenmiş, canına tak etmişçesine bir tane bile canlı enstrüman kullanmadan, hem de “Sana kırmızı çok yakışıyor”u dillere pelesenk ettikten kısa bir süre sonra arkasına dahi bakmamış kendini elektronik dans müzik sularına bırakmıştı. O dönem sanki “black metal” yaparken bir anda “rap” yapmaya başlamışçasına değişimi eleştirilen Hande Yener, saçlarını her gün farklı bir renge boyayıp gotik makyajıyla değişimden, gelişimden, kendini bulma çabasından bahsediyordu. Yine tam 10 yıl önce 2008 yılında sevgilisi ve sevgilisinin erkek kardeşinin yanımızdan havuza atlayıp çıktıkları anlarda, Hande Yener’le villasının balkonunda yaptığımız röportajın (Radikal) girişini şöyle yazmışım: “Kim derdi ki, bir zamanların ‘eller havaya’ kraliçesini sadomazo mizansenlerde göreceğiz. Hatta Hande Yener’in bu sadomazo içerikli videosu RTÜK tarafından yasaklanacak. Halbuki ‘Kırmızı sana çok yakışıyor’ diyordu, kimseyi de rahatsız etmiyordu birkaç sene önce. Ama zannedildiği gibi eski Hande’nin esamisi artık okunmuyor mu? Hande Yener, 17 yaşında dinlediği yabancı müzikleri şimdi kendisinin yaptığını söylüyor. ‘Kırmızı’ dönemlerini de yadsımıyor. Onun üzerinde durduğu, hiç bitmeyen dönüşümü.” 'Gay ikonu' geride kaldı Geri dönüp bakıldığında meğer RTÜK, o dönem Hande Yener’in çıkardığı ‘Hipnoz’ adlı şarkının videosunu yasaklamış. Röportajda da o, bu yasağı “Eğlenceli bir hayal gücüne sahipler, nasıl görmek istiyorlarsa öyle görüyorlar” şeklinde yorumlamıştı. Kaos GL dergisi tarafından “Türkiye’nin gay ikonu” seçilip İstanbul Onur Yürüyüşü’nde gökkuşağı bayrağını dalgalandırdığı zamanlar ve “Beni entelektüeller de dinlesin istiyorum” şeklinde röportajlar verdiği yıllardı o yıllar... Tabii o zaman henüz pop piyasasına tekrar dönüş yapmamış, yazlık mekânlarda yüksek ihaleli beach club’lar açmamıştı. İhaleler büyüdükçe muhafazakârlaştığını söyleyemesek de, Hande Yener bir süre sonra “hayal güçlerini eğlenceli bulduğu insanlar”ın yanında olmayı tercih etti. Her seçim bir vazgeçiştir! O ünlü sözde de dendiği gibi “Her seçim bir vazgeçiştir”. Hande Yener bu coğrafyada yaşayan, bir arayış içinde olan iyi pop vokalken seçimini yenilikçi pop sound üretmekten, bazı konularda tavır koyup risk almaktan, eşcinseller gibi bu ülkede sesi kısılanların sesi olmaya devam etmekten yana kullanmadı. Demet Akalın onu rakip olarak görse de pop piyasasındaki muadillerinden farklı olarak dünya da olup biteni algılayabilen, kendine dışardan bakabilen biri olduğu izlenimi yaratan Hande Yener, geçenlerde de yurtdışına açılacağını ve “Love Always Wins” adlı İngilizce bir şarkının bu açılım için hazır olduğunu söyledi. Yıllardır “Edirne’den çıkabilecek miyiz?” kaygısı yaşadığını söyleyen Hande Yener, Avrupa ve Amerika’da atacağı bu yeni adımda her şeye sıfırdan başlayacağını, çıkaracağı single için yepyeni bir basın tanıtımı yapacağını anlattı. Hande Yener’in çabuk tüketilen, standartlaştırılmış ürünler sunmaya ayarlı pop piyasasında Türkiye sınırlarını aşıp 45 yaşında bir kadın popçu olarak yeni şarkısıyla tüm dünyayı etkileyeceğine inancı yüksek. Bu inanç tabii ki güzel, fakat Hande Yener, yeni atılacağı yurtdışı macerasını anlatırken kendi ülkelerinden çıkan diğer kadın şarkıcıları örnek veriyor: “Kylie Minogue, Lady Gaga ve Björk de kendi ülkelerinden çıktı, biz neden yapamayalım?” diyor. Verdiği örnek isimlere ve cümlesinin devamında sarf ettiği Türk bayrağını dalgalandırmak istiyorum coşkusuna bakıldığında, “Onların tiramisusu varsa bizim mesir macunumuz var” diyen Manisalı amcayı hatırlatmıyor değil!.. “Debut” albümünü 1993’te yayımlayan Björk’ün ülkesi İzlanda’dan çıkan müzisyenlerin dünya müzik sahnesinde yarattığı etkiyle, güneş yanığı İngiliz turistlerin dilleri döndü ğünce “Şıkıdım” söylemeye çalışması kıyaslanamaz iki farklı gerçek... Travmatik izlertaşıyor Hande Yener, ergenlik çağında şarkıcı olmak için 15 kez evden kaçmış. Baskılara, boşanan anne ve babasının kendisinden kurmasını bekledikleri hayata karşı gelmiş. O, geçmişinde, özgür olmak için evden kaçan bir kız çocuğunun bu arayışı sırasında tam da onu özgürlüğünden alıkoyacak şekilde 17'sinde evlenip anne olması gibi travmatik izler taşıyor. Belki de bu travma yüzünden güç gölgesinde konforlu, geniş kitleli, bol cirolu hayatı tercih ediyor. Tabii onun özgür olma arayışında aştığı yolları sanatsal herhangi bir orijinallikle birleştirmek de bizim hayal gücümüzü aşıyor. Hande Yener, yabancı müzik piyasasına atılıp Edirne’den çıkmayı başarırsa, kendine “dışarıdan” bakma fırsatını kaçırmamalı. C MY B