01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 ŞUBAT 2018, PAZAR Berna Durmaz Her şey o güzel yüzlü adamın evimize gelmesiyle başladı Konuk SAYFA 7 Hayal hayattır Ardıçların havalanıp gökyüzünde yer bulamadıkları zamanlar bunlar. Akçaağaçların boy atıp boynundan vuruldukları zamanlar. Oysa ben sedir altındakilerin bir bir çıkarıldığı zamanlarda kaldım Nesli. Bir türlü bu zamana uyamadım. Tepsi tepsi kiraz mı olurdu artık, dut mu? Perdelerin geyikleri bile canlanırdı da dört dönerdi ortada. Televizyonda, Evreşe türküsünü söylerdi kadınlar korosu. Bir örnek giydikleri uzun siyah eteklerine, boyunlarını örten hâkim yaka gömleklerine, karınları üzerinde kavuşturdukları kıpırtısız kollarına rağmen şendiler. Yerdeki kilimler bile halaya kalkmış gibi dalga dalga tepinirdi sazların gümbürtüsüyle. Buna, kapı altlarından giren yelin de yardımı olurdu herhalde. Bunca coşkuya teşne bir ev neden bu kadar suskundu? Uzun süre tutulan bir yasın varlığını ben çok sonra öğrenecektim. Aklım karışıyor. Nereye bakacağımı şaşırıyorum. Neyin ne anlatmaya çalıştığını düşünüyorum, olmuyor. Bakıyorum, olmuyor. Dinliyorum, yok. Sesler ve renkler birbirine giriyor bazen. Karmaşanın girdabına tutuluyorum. Dönüyor etraf ve her şey. Ben ortada bir nokta olup kayboluyorum. Bunları Nesli’ye anlatmaya çalıştım. Gördüğünü bilemeyenin diline ne gelebilirse artık. Anlamadı tabii. Ben de anlamıyordum. Ama onun anlamaması boş, benimki tıka basa doluydu. O, çilli yüzüne hiçbir ifade veremedi dinlerken. Şaşırmadı. Gülümsemedi. Kızmadı. Altüst olmadı yüzünün kıvrımları. Benim yüzümse topoğrafik haritalar gibi çizgi çizgiydi. Kaygıdan ve korkudan. Nesli güzel. Bakılası bir yüzü var. Burnu, boynu, alnı. Onları çevreleyen gür, kızıl, kıvırcık saçları var. Nesli dünyanın neresine baksa bu güzellikle baktığından dünya ona güzel görünüyor. Ayna örneği. Eşyalar yerli yerinde ve kıpırtısız duruyor. Gök, güneş, yıldız nasıl anlatılıyorsa öyle. Yağmur yukarıdan aşağıya iniyor ve çukurlara dolmayı biliyor. Ne deniyorsa o. Nesli dünyaya şaşırmıyor. Bir benim mi aklım karışıyor böyle? Neden bu denli güvenilmez bir düş gibi duruyor önümde madde? Taş taşlığını bilip, unutsa benimle eğlenmeyi. İşte, her neyse, yağmur Nesli’nin sandığı gibi yağmıyordu. Yanlış öğretmişlerdi ona da. Sulusepken, sağanak, ahmak ıslatan... İkindi yağmuru, yaz yağmuru, kar, dolu vesaire... Yağışın bu kadar çeşidi seni nasıl şaşırtmaz Nesli? Gözlerini aç. Yıkanmış ve dupduru suya kesmiş yeryüzünün temiz olduğuna nasıl inandın? O yakın ve uzak bulutların hükmünde kalmasına nasıl göz yumdun gökyüzünün? Her yağışın sancısını, acısını nasıl hissetmedin bir kere olsun eklemlerinde? Benimki öyle mi? Nesli gün yüzü görmüş. Ağmış, ağarmış yüzü. Sevecen olmanın ve hoş görünmenin, sabrın ve kadim anlayışların çemberinden çıkıp gelmiş. İçine bir huzur adacığı konmuş ki ne yer sarsılır ne gök delinir. Bir kez olsun oynamaz yerinden dünya. Dünyası hiç mi başına yıkılmaz Nesli’nin? Benimki yıkılır. Her sarsıntıda ayakta kalan lar ve ayağa kalkabilenler bir daha, bir daha sallanırlar. Ta ki hepsi yıkılana dek. Bundandır yüzümde bir kara lekedir ayakta duruşum. Hem de bütün insanlar gibi iki ayağımın üzerinde. Ondandır bu tam olma oyunundan utancım. Eksik bulmuşum ben dünyayı Nesli. Bu eksikliği tanıyıp biliyorken kafamın yerinde olması olacak iş değildi. Her şey o güzel yüzlü adamın evimize gelmesiyle başladı Nesli. Kapısı taşlığa açılan bir odamız vardı, konuk odası. Evin girişinden ayrı. O kış, bir konuk geldi yerleşti mavi kapılı odaya. Geceleri odasından tuhaf sesler geliyordu. Bazen inliyor, bazen bağırarak uyanıyordu. İlk gece kimse ne olduğunu anlamadı. Ormanda lanete tutulup huysuzlaşan bir hayvan mı yaklaşmıştı evlere? Aç kalmış kurt, yaralı bir ayı mıydı? Yoksa cinlerin oyuğu mu açılmıştı o âlemden bu âleme. Kapının önünden geçemez oluşumuza bir anlam veremedik. Konuk, sabahla erkenden kalktı. Yıkandı, gi yindi. Yüzü seçilir oldu. Kahvaltı masasında onu izledik. Eli yüzü düzgün bir genç adam. İnce sesli, kibar huylu. Bastığı yeri incitmekten korkar hafif adımlı. Elleri beyaz, ince tüylü. Çerçevesiz camdan gözlükleri ardından derin bakışlı. Öyle oturup ev sahiplerine baktı. Bizim büyükler dedi, “Sabaha kadar inledin. Albastı mı, al karısı mı? Neydi seni rahat bırakmayan?” Şaşırdı adam. Anımsamadı. “Bir kâbustu herhalde.” “Değil” dediler. Uzun yoldan gelmişti, dinlendi. Sonra biz dinledik, o anlattı. “Buranın suyu, toprağı can versin sana” dedi bizim büyükler. Biraz zayıf ve solgun görün müştü gözlerine. Durup durup sarılıyorlardı. İkinci gece inlemelere tıkırtılar katıldı. Tık tık kapıya, duvara vuruluyor, iyi misin, diyenlere karşılık gelmiyordu. Üç gece de böyle sürdü. Peyniri, yağı, taze ekmeği sürüp önüne karşısına oturduk. Dediler, “Senin odandan tıkırtılar...” “Belki faredir, ya da çatıda gelincik...” “Değil” dediler. Evin taşları kıpırdadı her gece. Tıkır tıkır yerinden sökülüp aşındılar. Temelinden gelen bir gümbürtüyle sarsıldı ev. Olanları, artık evlerin öteki odalarına yayılan seslerle karış tırdık. Gündüz unutur gibi olduk ya da konuşamadık bir türlü korkumuzdan. Konuksa yumuşak huyuyla nasıl da incelikli bir yer edinmişti aramızda. Akşamları sobanın başında otururken hikâyeler anlatmaya başlamıştı bize. Anlattıkça bambaşka biri oluyordu. Bu dünyadan değil gibiydi. Bilmediğimiz uzak bir hikâyenin kahramanıydı o. O kadar güzel anlatıyordu ki, anlattıklarının hepsini yaşamış olmalıydı. İnanıyorduk. Tıpkı gece evi yerinden söküp yukarıya kaldıran ve sabah olmadan yeniden yerine kuran sesler gibi gerçekti hepsi. Bir oda dolusu insan, konuğun anlattıklarıyla ilgiliydi. Kimseye anlatamadığı o şey, her neyse, onu sadece ben bilecektim. İşte o gecelerin birinde, kan ter içinde taşlığa çıktığında konuk, benimle karşılaştı. Ben o zamanlar, bit kadar boyumu aşan sorularımla bakıyordum dünyaya, cin gibi. Gördüğünü sorgusuz sualsiz içine çekiyordu zihnim. Konuk, kâbuslarının birinden daha kaçmıştı. Gözleri yuvalarından uğramış halde bana baktı, ben de ona baktım. Öyle olunca o gece, o taşlıkta adamın, kaçıp bizim buralara gelmesine neden, ne kadar burgaç varsa bir bir benim de içimde oluştu. Yani o gece o adam, içinin bütün ufuklarını ba na gösterirken, gördüğü karanlıkları da içime akıttı. Ben daha ona bir şey sormadan, “Peşimdeler,” dedi. “Kötü adamlar mı? Kovboy filmlerindeki gibi mi?” “Öyle de denebilir” dedi. “Ama onları sorularımla peşime ben taktım.” Odasına girip yatağının ucuna ilişti. Aralık bıraktığı kapıdan onu görebiliyordum. Masanın üzerinde kocaman bir daktilo vardı. Filmlerde gördüğümden daha büyüktü. Kitaplar ve kâğıtlarla kaplanmıştı masanın üzeri. Konuk, makinesinin başına geçti ve tıkır tıkır, sabaha kadar yazdı. Ertesi gün yazdıklarını ve daktilosunu bana bırakıp gitti. Onun soruları da benimle kalmış oldu. Ahşap kutusundaki daktiloyu olduğu gi bi sakladım, bir gün bile dokunamadım. Kâğıtlarsa okunmaktan yıprandı. Yıllar sonra, evdeki büyüklerin üstü kapalı konuşmalarından anladım ki evimize gelen o güzel yüzlü adam benim amcammış. Uzak bir şehirdeki üniversiteye gönderilen, bize yaptığı o ziyaretten sonra da intihar haberi gelen amcam. Şimdi yüzümde yama bu gülücükler Nesli. Kapayamıyorum yırtıkları. Açık kalan yerlerinden rüzgâr esiyor. Üşüyorum. Ben de, tıpkı onun gibi, bende kalan soruları başka birisine aktarmayı istiyorum. Bunca zaman bunu bekliyorum Nesli. Bildiğim ne varsa açılacak ve saçılacak yeryüzüne. Her şeyi almış, eteklerine doldurmuş dünya, bir de bizim gözümüzle bakacak kendisine. Baksın artık Nesli. O zaman başka yerlerden akacak yaşam. İz açıp çift sürecek. Kanal kanal, yarıklardan fışkıracak amcamın düşleri. Yakamdan, omuzlarımdan, saçlarımdan hiç düşmeyecek. Ama henüz değil Nesli. Seninle değil. Murat Dural Gülme efekti ve kedi Güncel Durum komedisi türündeki dizilerde her espriden sonra gelen gülme efektlerine çocukluğumdan beri alışamadım. Kendileri çok gülmeyen ve küçük tersliklerle boğuşarak izleyiciyi güldürmeye çalışan karakterlerin yardımına gülme efekti mi yetişiyor, hâlâ anlam veremiyorum. Galiba seyirciye “Bakın, siz sıkılmayın diye birçok espri yazdık, hadi siz de gülen kalabalığa katılın, basın kahkahayı” mesajı veriliyor. Sanki senarist, komik olduğunu düşündüğü repliklerinin sonunda dişlerini göstererek seyirciye gülüyor ve reaksiyon bekliyor. Yeni dönemin popüler kültür ürünlerinde de seyirciyi, okuyucuyu metnin içine çekmek, metni daha “eğlenceli” hâle getirmek için çeşitli “güldürme efektlerine” sık başvuruluyor. Örneğin yeni kuşağın televizyonu olarak düşünülen YouTube’daki bazı kanalların videolarında, hemen her cümleden sonra eğlenceli bir grafik, görsel ya da komik video parçası yerleştiriliyor. Özellikle kavramlardan, terimlerden bahsediliyorsa; seyircinin sıkılacağı, kaçmak için fırsat kolladığı tahmin edildiğinden konuyla ilgili ya da ilgisiz, hareketlihareketsiz görseller devreye giriyor. “Gereksiz” olan her parça (örneğin su nucu duraksamış ya da iç çekmiş olabilir) kurguda atılıyor, reklamlardan tanıdık gelen bir hız efektiyle beraber materyaller şu şekilde sıralanıyor: Konuyu anlatan bir cümle + ŞIIP + konuyu eğlenceli hâle getirmeye çalışan bir cümle + ŞIIP + grafik ya da video + ŞIIP + sonraki cümle... Hiperaktif kitle Kültür endüstrisi ürünleri böyledir; olabildiğince çok insanın tüketmesi amaçlandığından, akılda kalıcı, yüzeysel, rahat tüketilebilir içerikler tercih edilir. Yeni medyanın popüler ürünlerinde de, alıcıyla kurulan ilişkinin değişmediği, metnin ikinci planda bırakılarak görselliğin ve hareketin öne çıkarıldığı görülebilir. Hedef kitle artık hiperaktif çocuklar gibi ye rinde duramadığı, akıllı telefonlarıyla sekme sekme, uygulama uygulama gezdiği için onlara renkli oyunlar hazırlamak gerekir. Çocuklar için hazırlanan, “neşeli bilim”, “eğlenceli felsefe” ismindeki eğitici kitap serileri gibi; biz yetişkinler de “neşeli makale”, “eğlenceli haber’”diye tanımlayabileceğimiz içerikleri tercih ediyor olabiliriz. Zaytung’a “eğlenceli” bir sinema köşesi hazırlama amacıyla her hafta aynı yolu izliyorum ben de. Mizahi bir üslupla vizyon filmlerini eleştirirken en fazla iki paragrafta bir görsel koyuyor, görsellerin altına da espriler yazıyorum. Nasıl ki, klişeleriyle dalga geçtiğim Hollywood endüstrisi “daha kısa zamana daha çok eğlence” sığdır mak için giderek daha fazla kostümlü kahraman ve görsel efekt kullanıyorsa, ben de giderek daha fazla görsel kullanıyorum. Blog yazıları da, edebiyat dergileri de, haber programları da birbirine benziyor; kıtır domatesli hazır çorba gibi, konsantre metinler hazırlanıyor. Popüler içerik sitelerindeki yazıların başında “Okunma süresi 2 dakika” gibi tahmini süreler yazabiliyor. Sosyal medya sayfamızı her güncellediğimizde daha hızlı bir akış görmek, daha fazla eğlenceli paylaşımla karşılaşmak istediğimiz gibi, daha hızlı (ve eğlenceli) kurgulanan filmler ve videolar, daha kısa ve bol görselli konsantre metinler talep ediyoruz. Bu çağın insanları olarak, sürekli oyun isteyen, hareket bekleyen canlılara dönüşmüş olabiliriz. Algımız, şirinlikleriyle sosyal medyanın gözdesi olan tembel ve oyun delisi kedilere benzemiş olabilir. Belki de oyun oynarken dikkati çabucak başka bir nesneye, sese, harekete kayan kedicik, biraz da sahibini andırıyordur! Ve belki bu cümleden sonra bir gülme efekti, komik video, ya da şirin bir kedi görseli olsa, daha eğlenceli bitirebilirdik yazıyı!.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle