Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 18 ŞUBAT 2018, PAZAR Sağlık olsun Mİne Söğüt OSMAN ELBEK Sevme biçimleri Sevdiğiniz insanı gerçekten sevip sevmediğinizi anlamanın tek yolu onunla birlikteyken mutlu olup olmadığınıza bakmaktır. Bu kadar basit bir formülü görmezden gelip, mutsuz beraberlikleri sürdürmekte ısrar eden... Ve bu ısrarı da aşk sandıkları bir inatla rasyonelleştirenler genelde erkekler değil kadınlardır. Kadınlar bıraksalar... Erkekler sevmedikleri kadınlardan, cinselliğin tetiklediği kısa ömürlü ilişkilerden, aşkla hiç ilgisi olmayan şehvet biter bitmez uzaklaşırlar. Mutsuz oldukları yerde durmazlar. Ona asla ait olmayan roller yükleyen bir kültürün kurbanı olan ve ilişki konusunda baştan aşağıya sakat duygularla donatılan, şehveti hep aşkla karıştıran, aile denilen hapishanenin mahkumu kılınan kadınsa... Mutsuz olduğu yerde durmayı bir meziyet sanır ve bu uğurda mutsuzluğu bir aşk nişanı gibi kuşanır. Onun bu yersiz ve gereksiz tevekkülü kültürel değerler tarafından onaylandıkça erkeğin de eli kolu bağlanır. Sevgisiz birliktelikler mezarlığı Sırf kadınların tevekkülü ve ısrarı ve korkuları yüzünden... Çoktan birbirinden soğumuş, kopmuş insanlar yıllarca aynı evde karı koca olarak yaşarlar. Bitmiş bir ilişkinin içinde, evlilik dedikleri kutsal bir leşi kurumsal bir ceset olarak ölene kadar ayakları altında süründürürler. Mezarlıklar, son elli yıllarını doğru dürüst sevmeden ve sevişmeden yaşamış... Hep kavga etmiş, hep çekip gitmek istemiş, ama hiç gidememiş... Bir çatının altında, aynı yatakta ve birbirinden fersah fersah uzakta... Nafile geçen bir hayatın nihayetinde umutsuz ve mutsuz ölmüş... Ama sanki bir Romeo Juliet reprodüksiyonuymuşlar gibi yan yana, kucak kucağa gömülmüş insanlarla doludur. Toplumun büyük bir çoğunluğu karısına çok çektiren erkeklerle kocasından çok çeken kadınların çocuğudur. Ebeveynlerinin kasvetini kendi hayatlarında da genetik bir lanet gibi tekrarlayan ve aynı aileleri kurup aynı acıları çeken nesiller yüzünden... Artık kendisini sevmeyen, istemeyen bir erkeği ısrarla elinde tutmak isteyen... Kendi cinselliğini, isteklerini hiçe sayan... Ataerkil tahakkümün anatomikhistolojik ayrımcılık göstergesi Baskılanmış meme Kadın memesi, toraks denilen göğüs kafesinin ön duvarında ikinci ile altıncı kaburgalar arasında, M. pectoralis majör’e yapışık olarak durur. Kaidesi 1012, yüksekliği 56 santimetredir. Memenin kendisi glandula mammaria adı verilen meme bezi ve üzerindeki deri ile bağ dokusundan oluşur. Areola ve papilla ise daha koyu ve pütürlüdür. Dikkat edilirse bu bilgilerin hepsinin ve dahası burada yer verilebilecek anatomikhistolojik görsellerin yayımlanması hiçbir sansüre tabi değildir. Çünkü üçüncü bin yılın uygarlığında sağlığı (ve hayatı) biyolojik bakışla ele almak serbesttir. Güvenlik kaynağı meme Gel gelelim, eğer nispeten özgür ve demokratik bir Batı Avrupa ülkesinde değilseniz, memenin kendisinde var olan süt üreten kanallarla insan yavrusunu beslediği bilgisi ve görüntüsüne ulaşmanız pek mümkün değildir. Oysa memenin varoluş nedenlerinden birisi insan yavrusunu beslemek ve onu “ben” yapmaktır. Gerçekten de çocuğun ilk “derinliği”, dünyada ilk nesne olarak gördüğü anne memesiyle kendi arasında geliştirdiği ilişkidir. Öyle ya, çocuk memeyi ağzına alıp emdikçe güven duygusunun getirdiği hazla sevgi ve aşkı tanımlar. Ama meme, güven, sevgi ve aşk ilişkisine karşıt olarak çocuğun içerisindeki tüm kötü duygularını kustuğu, ittiği ve dışkıladığı bir nesnedir aynı zamanda. Gelgelelim meme, sadece insan yavrusunun benliğini etkilemez: Aksine anne de bu etkileşimden payını alır. Çünkü anne, çocuğun ağzına memeyi her götürüşünde; çocuğu koruyan, teskin eden, besleyen bu “iyi” nesnenin; aynı anda “şi şen”, “sertleşen” ve meme başının ötekinin bedenine “girmesi” sayesinde “boşalan” bir organ olarak ona başka duygular yaşattığını da hisseder. Ancak ne hazin ki, memenin bu yönünü yazmak, konuşmak ve hele ki illüstre etmek çoğu yerde ağır bir otosansüre ve sansüre tabi kılınmıştır. Çünkü üçüncü bin yılın uygarlığında sağlığı (ve hayatı) psikanalitik açıdan ele almak baskılanmıştır. Tıbbın erilliği Erkeğin aksine kadın meme başının görünmesi tümden yasaktır. Benzer biçimde, memenin “areola”daki kas liflerinin meme başının ereksiyonundan sorumlu olduğu tıp eğitiminde bile çoğu zaman belirtilmez. Tıpkı penisin aksine klitoris anatomisi ve ereksiyonunun gösterilmediği gibi. Tıpkı kadın orgazmının fizyolojisinin hemen hiçbir zaman anlatılmadığı gibi. Çünkü bu eril uygarlıkta “dikleşmek” ve “haz almak” sadece erkeğe ait bir özellilk olarak tanımlanmıştır. “Eksik bir eteğin” eril uygarlığın kültürüne başkaldırması tahayyül bile edilmemiştir. Dahası bunun aksini gösterebilecek her detay tıp kitaplarından kovulmuştur. Çünkü tıp, eril bir tahakkümdür. Kadın şifacıların ‘cadılaştırılması’ Unutmayalım tıbbın kurucu “baba”sı Hipokrat’tır. Peki ama annesi kim? Ya sevgilisi, transı, geyi, lezbiyeni, interseksi? Fark edelim ki, tarihin uzun koşusunda tıp kurumunun macerası takip edildiğinde, tıbbın toplumun en meşru gücü olarak, her dönemde toplumsal normu ve dolayısıyla normalliği üreterek ahlâki, politik ve ideolojik bir işlev üstlendiği görülmektedir. Aşırılıktan kaçınmak, ölçülü olmak ve her şeyi rasyonalize etmek, tıp kurumunun temel yapıtaşlarıdır. Tıp, “ekonomik olarak yararlı ama siyasal olarak muhafazakâr” insanı yetiştirmek için tarihin tüm çağlarında var olan gücünü ve iktidarını kullanmıştır. Bu “eril” tarihte, devlet ve kilise ile işbirliğine gidip, ücretsiz sağlık hizmeti sunan ve kız kardeşlerinin her açıdan özgürleşmesi için çaba sarf eden kadın şifacıları (“Cadılar”ı) yakarak resmi ehliyetine kavuşmuştur. Hiç kuşkusuz kurduğu ittifakın gereği olarak da Viktoryen ahlâk anlayışının “Sevişmeyin, üreyin” mottosunu temel ilke olarak kabul etmiş ve herkese ahlâklı olmayı, sağlığı korumayı ve daha çok çalışmayı vaz’ etmiştir. Ticaretin ve erilliğin özgür dünyasında mesleki gelişimlerini sürdüren hekimler de kendilerini en iyi ihtimalle “tarafsız” ve “hümanist” addetseler bile, aslında ataerkil, fobik, tektipçi, “beyaz” ve Türkiye gibi militer ve milliyetçi reflekslerin güçlü olduğu ülkelerde aynı zamanda devletçi olmuşlardır. Böylesi bir “lonca tarikatı”ndan ve bu tarikatın “cemaati”nden en azından tarafsızlık beklemek ve “Sağlık olsun” diyerek üretilen tıp bilgisini sorgulamadan özgürleşmeyi ummak körlük değil midir? Barbaros Şansal Çalıntı zaman Varoluşunu erkeğin yanındaki konumuyla anlamlandıran... Ahlak cehenneminin kapısında bir bekçi köpeği olmayı kendisine vazife belleten iradeye kafa tutmayı hiç aklına getirmeyen... Çocuklarının babasını, evinin direğini, kendi ‘sahibini’, evlilik kurumuna bağlamayı erdem sanan... Ve her ne pahasına olursa olsun o erkekle yaşayıp, onunla ölmeye odaklanan kadın... Erkeğinkiyle birlikte kendi hayatını da mahvettiği gerçeğine hep körleşir. Kadın, tarihi baştan yazmalı Ahlak zindanında iffetine sarılıp bir çile çeker gibi sabırla zamanın geçmesini bekler. Zaman üzerinden geçer, içinden geçer, iş işten geçer... Erkek bazen eve dönmez bazen döner... Sevişmeyen, sevişmekten zevk almayan kendi içine kapanan ve yaşadığını aşk sanan kadın nefretle sevgiyi birbirine karıştıra karıştıra duygusal bir enkaza dönüşür. Sevdiği insanı gerçekten sevip sevmediğini anlamak için kendisinin mutlu olup olmadığına bakmaz.. Erkeğinkini de umursamaz. Bu ortak mutsuzluktan doğan pasif ya da agresif şiddetin ona nelere mal olabileceğini idrak edemez. Kendi celladına baş kaldırmanın yolunun gerçek mutluluğu aramakta ısrar olduğunu bilemez. ^¡^ Kadınlar; Kendilerine dayatılan korkuları tınmadıkları... Kültürlerin onları sıkıştırdığı kalıpları kırdıkları... Aşk ve sadakat kavramlarına gerçekçi bir otopsi yaptıkları... Bunun neticesinde de ahlak abidesi olarak lanetlenmeye kafa tuttukları... Ve mutlu olmadıkları yerden hızla uzaklaşma hakları olduğunu düşünmeye başladıkları an... Kadınlığın tarihi de insanlığın tarihi de baştan yazılacak. Hem de bambaşka kelimelerle... Yepyeni cümlelerle. Linder Sterling Renklerle dans Siyah Beyaz Televizyon Hatırladınız mı? 1970’ler... O zamanlar kiremit, alüminyum pek fark etmezdi, çatılarda avaz avaz anten döndürenler arzı endam eylerdi, Tan gazetesinin manşetinde damdan düşenler de vardı ve zenginlerin mobilyalı televizyonu olanları, titrek karlı Yunan televizyon yayınlarını çoktan bırakmıştı. Artık Türk Televizyonları vardı. Altta ahşap desenli formika ve siyah boyalı sac profilden üretilmiş tekerlekli bir Teleset TV sehpası. Malum, 7 yılda bağlanabildiğinden biraz ilerisinde krem rengi kumtel jetonluydu o yıllarda telefon macerası... Orta rafta ise çoktan yerleşik bir regülatör, hem de titrek mi titrek kırmızı lambalısıydı garantör... Yanında 110’u 220 yapan paslı bir ilave transformatör, mavi metalik boyalı ve Amerikan malı... Tahta çıkanı ise mobilyalı ve cam tüplü malum aparat olanı... Adı yıllar sonra siyah beyaz televizyon olarak hatırlanacaktı. Nihayet TRT, İstanbul’dan ve İzmir’den de yayına başlayacaktı. Çayları demle, konu komşu toplan, haydi düğmeye bas, sana sunulanla kendi dünyanı yarat iktidarlara has mı has!.. ^¡^ Evet, böyle başlamıştı yayınlar... Gece yarısını bulduk mu hep İstiklal Marşı ve gönderde bayrak dalgalandırıp yatak vaktini hatırlattılar. Hal böyle olunca boş kalmıştı açık hava konserleri ve yazlık sinemalar. “Bonanza”, “Marianna”, “Küçük Ev”, “Kunta Kinte” ve “Kaçak”. Hangisi başlasa herkes karşısına yerleşecek ve çay bahçeleri ıssız ve kimsesiz kalacak. Biraz Eurovision, biraz Milli Piyango, Yılbaşı geldiğinde dansöz oynar artık bitiyor bak gerçek tiyatro... Arada haber okunup en kısa zamanda reklam lar bile ekranları dolduracak, ilki ise ipekli eşarp ile moda budur diye halka sunulacak. Biraz “Kaynanalar”, biraz “4. Murat” ilk yerli ve milli, AKM cadı kazanında yanarken sen çekirdek al geç karşısına keyfine bak e mi?! Olur ya, yolun eski sinemaların önüne düşerse afişlerde seks furyası, “iki filim arasında parça koy” bak nasıl “civciv çıkacak kuş çıkacak” safsatası... Yıllar yılları kovalayıp ilgi biraz düşünce (tesadüf bu ya) Kıbrıs Harekatı, taze savaş adrenalini olarak pompalanacak. Hasan Mutlucan’dan Kahramanlık Türküleri bizi 12 Eylül canlı yayınına bağlarken değişmez siyahbeyaz kaderimiz bir kez daha yeniden yazılacak. “Türkiyem Türkiyem Cennetim”, Müşerref Tezcan’dan şarkılardan esinlenirdim. ^¡^ Sanırım sırf bu yüzden karamsar ve karartmalı gecelerin biraz renklendirilmesi, ekranların önüne konan plastik renkli levhalar olarak anılacak. Ya ışıklı bir cami maketi, ya da ışıklı bir Venedik gondolu müzik çalıp televizyonun başına taç, altında dantel örtü, görüyor musun nasıl toplumdan bir kültür dökülmüştü salkım saçak!.. Birazdan, beyaz kağıda siyah kalemle yazdığım adı konmamış renklerin kelimeleri sonlanacak, önümdeki siyah kahve telveli beyaz porselen fincan da geçmişimiz gibi soğuyup unutulacak... Belki kayıp zaman hayali cihan değer bakalım haftaya televizyonun renklisini açınca ortaya neler saçılacak!.. Çalıntı zamanlar bazen kazınılan anılardır; tatilde olanlara Cumhuriyet’li Pazar’lar her daim candır... “Türkan Şoray, geleneksel kültür yaşamımızla bağlantımızın ölgünleştiği, ama bunun henüz belirgin biçimde yaşamımızda hissedilmediği yıllarda bizi değişen bir hayat içindeyken daha durağan geçmiş hayatın alışılmış ve ürkütücü olmayan dünyasına bağlayan bir ikona idi. Aynı anda da güzel ve ‘ölçüsüz’ olmayan giyimiyle, bindiği gösterişsiz arabalarla, filmlerde yaşadığını gördüğümüz evleriyle, dergilerden izlediğimiz yaşantısıyla da, yitirmeye başladığımız eski hayatımızın karşılığında, erişmeye çalıştığımız modern hayatın bize de vereceğini umduğumuz yeni değer Ünsal Hoca aramızda... lerini, yeni nimetlerini çağrıştırırdı. Dağınık, eğitimsiz, bilgisiz bırakılmış kalabalıklar olarak itildi ğimiz modernleşme sürecinde eski dünyamızın bilemediğimiz yanlarını hatırlatan gözleri, teni, endamı ve başını hafifçe eğik tutan kadınca görünümüyle; yeni dünyamızın vaatlerini çağrıştıran hafiften işveli tebessümü, güvenli yaşamı, zenginliği ve ‘uçarı’lığa kaçmayan yaşamı ile, bir hayat üslubundan diğerine geçişte, bir ayağımızla ‘eski’de, bir ayağımızla da ‘yeni’de durabilmemizde Türkân Şoray’ın bu ikonalığının azımsanmayacak yeri olmuştur.” (Ünsal Oskay, “Tek Kişilik Haçlı Seferleri”, 2000, s.910). Nepal C MY B