Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 garajistanbul, Namus Oyunları ve Vaktimaj’dan sonra şimdi de Politik Oyunlar Festivali’ni düzenliyor. Bu yıl ilk kez düzenlenen festivalde tiyatro oyunları, söyleşiler, konserler ve film gösterimleri yer alıyor. Festivalin tarihleri de dikkat çekici. 1 Mayıs’ta başladı, 27 Mayıs’ta sona erecek. 15 MAYIS 2011 / SAYI 1312 ZÜLAL KALKANDELEN Korkusuzca yaşamayı başarmalıyız ZUHAL AYTOLUN “Oyun sözcüğü kendi başına bir oyun. Hem performansı, hem çocuk oyunlarını hem de büyüklerin birbiri üzerine oynadıkları oyunları içeren bir sözcük. Oyunlarda, politikacıların, politikayla ilgili fikir üretenlerin oynadıkları oyunlar ilgimizi çekiyor. Uzun zamandır politik ve şiirsel bir tiyatro yaptığı söylenen biz Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran dünyadaki benzerlerimizle yan yana gelmek, alan açmak isteği ile garajistanbul fikrini geliştirdik. Namus Oyunları ve Vaktimaj’dan sonra, Politik Oyunlar Festivali’nin ancak şimdi zamanı geldi.” Övül ve Mustafa Avkıran, bu yıl ilki düzenlenen Politik Oyunlar Festivali’ni işte böyle tanımlıyor. 27 Mayıs’a dek sürecek festival, hem disiplinler arası, hem uluslararası hem de kuşaklar arası. Festivalde, 19. yüzyılın başından bu yana üretilen politik sanat ürünlerinin bugünkü karşılıklarını izlemek mümkün. Bu ilk yılda festival, Hollanda Kraliyeti Matra nsan Hakları Fonu tarafından sağlandı. Ayrıca festivalde uluslararası iki etkinlik de yer alıyor. Biri, Almanya’da yaşayan ranlı bir koreografın ‘Dont Move’ isimli dans gösterisi, diğeri ise Arjantin’den gelen Ana Woolf‘un “Seeds of Memory” isimli Arjantinli annelerin hikayelerine ait bir tiyatro oyunu. Türkiye’den ise Extramücadele, Turbo, P Blok, Tiyatro Oyunevi, Bejan Matur, Altıdan Sonra Tiyatro, Bandista, Kemal Gökhan Gürses, Hüseyin Karabey, Nadire Mater, Can Kartoğlu, Çarlu, Aslı Öngören yer alıyor festivalde. Festivalin iki bölümü de dikkat çekici: “Tanıklar tanıklıklar” ve “Orada Neler Oluyor”. Bu iki bölümde de konuklarla birlikte dün ve bugün konuşulacak, dünyada neler olup bittiğine dair garaistanbul’dan bir pencere açılacak. Festivalin adı Politik Oyunlar. Ancak sadece politik tiyatroyu barındırmıyor bünyesinde. Övül ve Mustafa Avkıran, “Sinemanın, videonun, plastik sanatların, dansın, performansın, edebiyatın içinde olmadığı bir politik oyunları düşünemeyiz bile. Bütün bu disiplinlerin zenginliği önce bizi, sonra da bizi takip edenleri zenginleştirecek. Birbirinden bağımsız gibi duran bu eserler yanyana durduğunda, ortaya çıkan güce tanık oluyoruz. Festivalin amaçlarından biri de politik sanat eserlerine yoğunlaşarak, algıyı güçlendirmek” diyorlar. Dünyanın her yerinde politik oyunlar oynanıyor, oynanmaya da devam edecek. Ancak Övül, Mustafa Avkıran, doğduğumuz günden bu yana politik olanın riskli, tehlikeli olduğunun öğretildiğinden söz ediyor. Hatta dünya hakkında fikir üretmenin, ülke sorunları hakkında düşünmenin, konuşmanın tehlikeli ve hapis gerektiren bir eylem olduğunun anlatıldığına dikkat çekiyorlar. Politik olanla apolitik olan arasındaki ilişkiyi/ilişkisizliği anlatırken, “Apolitik olmanın tehlikesizliği ile büyütüldük” diyorlar: “Hep susmayı, başımızı sallamayı maaşımızı almayı, gülmeyi, ağlamayı seçtik. Düşüncenin bir suç olmadığını ise yeni yeni öğrendik. Sansürün, kendimize uyguladığımız sansürün büyüklüğünü şaşkınlıkla tespit ettik. Şimdi konuşmaya başladık, düşünmeyi, derinleşmeyi, derinlikten korkmamayı öğrendik. Sıradaki şey demokratik bir sistemin içinde korkmadan yaşamayı başarmak olmalı. Bunu bizim kuşak başarmalı. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için kullanılan araçlardan biri sanat, bizim tasarladığımız buluşma ise bu sanat ürünlerinden biri.” Peki günümüzde sanat politikadan, politika sanattan nasıl besleniyor? Anlatıyorlar: “Herkes artık domino etkisinin ne olduğunu biliyor. Bu sorunun cevabı da kendi içinde saklı. Politikayı etkileyen sanat eserleri kadar, sanat eserlerine ilham veren politikalar da var. Biz de kendimizi bu akımın içinde görüyoruz, bu etkiyi hisseden, yaşayan tiyatro gruplarından biriyiz. Yalnız değiliz. Sanatçıların ve sanat eserlerinin ülkelerin gelişiminde oynadığı rollerin büyüklüğünü biliyoruz. Türkiye’de 1960’larda başlayan hareket bugünlerde kendini yeniden tanımlıyor ve geliştiriyor. Bizim de ilgimizi bu gelişme çekiyor.” garajistanbul, ürettiği işlerle, Türkiye’de her şeyin korkmadan konuşulabileceği, yaşanabileceği günlerin gelmesine bir katkı sunmayı hedefliyor. Ashura, namus oyunları, vaktimaj ve politik oyunlar o yüzden birer adım. Üretimlerine de bu yolda devam edeceklerini söylüyorlar: “garajistanbul bir ütopya değil artık. Var ve beş yıldır işler üretiyor, üretilmiş işleri yan yana getiriyor, sanatçılar ve sanat grupları için bir referans noktası olmayı sürdürüyor. Biz bu kurumu yaşatmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Korkusuzca, olabildiğince güvenle yaşamayı başarmak için çalışıyoruz. Sadece bir sanat kurumu olarak değil, sivil bir dönüşümün, değişimin öncüsü olarak da bunu başarmak istiyoruz.” Paran kadar sağlık Başlıktaki ifade bir kitabın adı. Alt başlık ise, “Türkiye’de Sağlığın Ticarileşmesi”. Gazetemiz yazarlarından Mustafa Sönmez’in yazdığı kitabı, zmir Tabip Odası ile Yordam Kitap ortaklaşa yayınlamış. 1 Mayıs’ta emekçilerin sorunlarına değindiğim yazımda sağlık alanındaki olumsuz gelişmelerden de söz etmiştim. Bunun üzerine zmir Tabip Odası Genel Sekreteri Ceyhun Balcı’dan bir eposta aldım. Özellikle sağlık konusunda yazdıklarım dikkatini çekmiş. “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında yaşanan hak kayıplarını ortaya koymak için hazırlanan bu kitabı ulaştırdı bana. Henüz geçen ay raflardaki yerini alan çalışmayı büyük bir ilgiyle okudum. Elbette “sağlıkta dönüşüm” denilen bu politika, sadece AKP döneminin ürünü değil; 1990 sonrasında başlayan bir süreç. Mustafa Sönmez, son sekiz yılda olanları şöyle özetliyor: “Türkiye’de ‘Sağlıkta Dönüşüm’ adıyla icra edilmek istenen sağlık politikalarına daha çok AKP iktidarı döneminde ağırlık verildi. 2001 krizi ile birlikte, neoliberalizmin dünyadaki en üst icra kurumları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından telkin edilen ‘Sağlıkta Dönüşüm’ politikaları, bizzat bu kurumlarla yapılan yazışmalarda, bunlarla ilgili niyet mektuplarında yer aldı.” *** Peki sağlık harcamalarının arttığı gözlenen bu dönemdeki politikalara neden karşıyız? Mustafa Sönmez’in satırlarından yola çıkarak ana başlıklar halinde sıralayalım: Türkiye’de sağlık hakkı, anayasa ve yasalarda yer almakla birlikte, bu hak yurttaşlara yeterince kullandırılmamakta, artan ölçüde hak yerine “müşteri”ye hizmet satışı olarak maddi karşılığı tahsil edilmekte. Bir insan hakkı olarak sağlık hakkı, sermaye birikiminin, kar sağlamanın aracı yapılmış durumda. Tam gün, üniversite hastaneleri üstündeki tasarruflar, aile hekimliği vb. taşeron kullanımı operasyonların hepsi, faturanın bir kısmını hastaya yıkma anlayışına dayanıyor. Bazı yurttaşların sağlık hakkına erişimi mümkün olmazken, yurttaş, artan biçimde cebinden harcamalarla sağlık hizmeti almaya zorlanıyor. Vergi ve sigorta primi ile sağlığın finansmanına zaten katkıda bulunanlar, cebinden biraz daha sağlık harcaması yapmaya mecbur bırakılıyor. Sayıları 2010’da 2 milyon dolayına inmiş görünse de, sosyal sigorta kapsamının tamamen dışında kalan önemli bir nüfus var. 2010 yılında sağlık hizmetlerinin ödeneklerindeki artış % 2,5’ta kalmış ve aynı yılın % 9,5’lik genel bütçe artışlarının gerisine düşmüş, payı da % 5,5’a gerilemiştir. Kamu sağlık çalışanlarının ekonomikdemokratik hakları budanıyor, hastane şartları “fabrika” şartlarına dönüştürülüyor. Kamu sağlık kuruluşlarında gideri en aza indirme çabasının en önemli araçlarından birisi olan taşeronluk, geçici sözleşmeyle ve düşük ücretle çalışan sayısını artırıyor. Kişi başına düşen sağlık harcaması dolar bazında ABD’de 7205, sveç’te 3349, Yunanistan’da 2687, srail’de 2152, Polonya’da 1019, Meksika’da 824 ve Türkiye’de 767 düzeyinde. Sağlığın alınır satılır bir “şey” haline getirilmesi, ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması ile tesis edilen “kapitalist tıp modeli” hızla hayatımıza egemen kılınmaya çalışılıyor. *** Kitapta bu konularda çok daha ayrıntılı bilgiler, tablolar ve belgelerle desteklenerek açıkça ortaya konulmuş. AKP döneminin sağlık politikaları konusunda, medyanın da taraflı yayıncılığı sonucunda toplumda son derece yanlış bir izlenim yaratıldığı bu dönemde böyle bir çalışmanın yapılmış olması çok önemli. Sağlıkta metalaşmaya karşı olan herkesin okumasını öneririm. www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com 1 Mayıs’ta baş layan festival in bu hafta da oldukça dolu programı . Yarın Can K artoğlu‘nun ed ile Kartoğlu ve ebiyat okum Metin Eray‘la ası “Tanıklar tanı Mayıs Salı gü klıklar”, 17 nü Tiyatro O yunevi’nin B 19 Mayıs Per eklerken oyun şembe Ballh u, aus Naunyns Move adlı da trasse’nin Don ns tiyatrosu ile ’t “Orada neler bölümüyle Ş oluyor” ermin Langho ff, 21 Mayıs C de Hüseyin K umartesi günü arabey’in Bor an filminin gö ardından Ban steriminin dista’nın kons eri gerçekleşe cek. Bu hafta neler var? Don’t move Beklerken Demir Leblebi on iki yıldır her pazartesi öğleden sonra, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’ten doktora tez danışmanlığı dersi alıyorum. Bu hafta yanına giderken bahar çiçekleri gibi sabırsızdım; çünkü tezin saha araştırması kısmında kimlerle görüşeceğimi kararlaştıracaktık. Kütüphanelerde, teoriyle boğuşarak yazdığım bölümü tamamlamış; gerçek dünyaya geçiyordum. EBRU Yaptığı işle güzelleşen kadınların yaşama ilişkin görüşlerini öğrenecektim. Ah, kim bilir, kaç yaş GÜZEL büyüyecektim? Listedeki ilk ismi, Ayşenur Aslan olarak belirledik. O, CNN Türk’te izlediğim Medya Mahallesi programıyla, günden güne bağlandığım sıcak bir kadındı. Kendisini arayıp, antropoloji alanında doktora öğrencisi olduğumu söylediğim anda, “Çok beğendiğim bir bilim dalıdır antropoloji, lütfen birbirimize 34 saat ayıralım, konuşacak çok şey olmalı” dedi. Kabul etmesi için uzun uzun anlatmak zorunda kalmadığım, antropolojinin aramızda kurduğu köprünün güzelliğine inanan bir kadınla karşı karşıyaydım. Onun düşüncelerini okumak, varlığına dokunmak için sabırsızlıkla beklemeye başladım. Ayşenur Hanım, beni gülen gözlerle karşıladı. Bir bilim dalına katkıda bulunmanın ciddiyetinin yanı sıra, genç bir kadına rehberlik eden olgun bir insanın samimiyetini taşıyordu. çtiğimiz S Türk kahvesinden görüşmemizin sonuna kadar, beni sorularımla hiç yalnız bırakmadı. Çok etkilendim. Ayşenur Aslan, geleneksel düşünceleri ağır basan bir babanın kanatları altında, üç kız kardeşin en büyüğü olarak dünyaya gelir. Annesi son derece ileri görüşlü bir kadındır. Cinsel tabuları olmadan yetişmelerinde, anneye çok şey borçludur. Baba kısıtlayıcı olduğu kadar, her şeyi yapabileceklerine dair sonsuz bir güven aşılar çocuklarına. Ayşenur Hanım’ın ilkokuldan itibaren mottosu “okumak” ve “bilmek” tir. Murathan Mungan’ın “bilmek lanetlenmektir” sözüne inat; bilmeye adar kendini. Fenerle yorganın altında okur, yerde bulduğu çamurlu gazete parçasını okur, öğrenmeye doymaz! Oburca bir istektir onunki! Ayaklarının üstünde durmayı kendisine amaç edinmiştir. Korkusuzdur, 21 yaşında, tek başına talya’ya gider. Ülkeyi baştanbaşa otostopla gezer. Bu onun yaşamında ilk olarak özgürlük rüzgârını yüzünde hissettiği, demir leblebiliğini kutsadığı bir seyahattir. 37 yıl boyunca ATV, Star, NTV, Kanal D’de haber mutfağının Big Chief’i olarak çalışır. Her başarılı bir gazeteci gibi işsiz kalır. şsiz günlerine uyandığı sabahlarda, içindeki bilgi ağacını sulamaktan hiç vazgeçmez. 30 yaşındaki müzisyen oğluyla arkadaş olabilmeyi başarabilen bir annedir ve ondan çok şey öğrendiğini de itiraf eder. Sinan’ın yaşam felsefesi olan “sınırsız samimiyet, sınırlı cesaret” ilkesini uygulamaya çalışır. Yaşamı, bir güç savaşı şeklinde özetleyen Ayşenur Hanım, ‘homo sapiens’ın seçim yapabilen bir insan olduğunu vurgular. Kendi zararına bile olsa, seçim yapabilmenin önemine değinir. Bilgeliğini yaşama geçirirken zorlandığı ilişkilerinde, bazen hatalar yaptığını itiraf eder. En özel arkadaşı Sevgi Soysal’ın öğüdü aklına gelir: “Her kadın gibi saçma sapan seçimler yapabilirsin, yeter ki takılı kalma!”. Bu yüzden, kadınlık bilincinin gelişmesinin çok önemli olduğunu düşünür. Seksi şarkıcı, sarışın güzel, dişi militan, bayan gibi dilde başlayan ideolojik yapılanmalara dikkat çeker. Kültürün bu kelimelerin içine doldurduğu anlama değinir. Medyada sadece çıplak kadın sorunu değil; daha derinlerde, zihinlerde yatan etiketleri görmek gerektiğini vurgular. Sonra benim bilmediğim başka bir durumdan bahseder. 50 yaşında bir kadının bakış açısı? “Bir kere menopoz var, kadınlık algınız değişiyor. Eskiden camdan duvar örermişim. Şimdi ise aklım ve kişiliğimle tam bir kadın olduğumu hissediyorum. Ama kadınlık öncelikli meselem de değil” diyor. Onun yaşam sırrının merak ve heyecan olduğu anlıyorum. Beni hissederek sorularımı içten yanıtlamaya çalışan, her soruya felsefi bir açılım sağlayan bir insan olarak tanıdım onu. Birlikte resim çekilerek, görüşmeyi sonlandırıyoruz. Odamda, akşam güneşinin gözlerime düşen ışık demetinin tacizi altında yazıma ara veriyorum. Aklıma Ayşenur Hanım’ın Türkiye’de felsefenin ölüşüne, sorgulamadan süren bir yaşamın yitikliğine iç çekişi geliyor. Aşağı bakıyorum, martılar havuz sefasına gelmiş. Ahmet Cemal’den kestiğim bir gazete kupürü, gevşeyen raptiyeden kaçmayı fırsat bilmiş, düştü düşecek! Kupürün içinde Sokrat, sana demiştim dercesine, “Üzerinde düşünülmeyen bir yaşam, yaşanmaya değer bir hayat değildir” diye yazıyor. Kitaplığımdaki kadınlara koşuyorum. Bilgiye aç, analiz yapmaktan ve öğretmekten yılmayan Türk edebiyatı ve felsefesinin demir leblebileri Füsun Reis’i (F. Akatlı), uğruna aşk şiirleri yazılan kadın Tomris Uyar’ı ve Tante Rosa’nın yaratıcısı Sevgi Soysal’ın zamansız ölümüne “bir kahretsin” de ben çekiyorum. Soruyorum. Acaba Küçük Prens’i ülkemde kaç kişi okumuştur? Not: 2009 yılı BM verilerine göre Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde. Bir Japon yılda ortalama 25, sviçreli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Türkiye’de ise 6 kişiye yılda 1 bir kitap düşüyor. Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ortalama 40 bin kişi. (http://www.ensonhaber.com/kitapokumadaafrikadageriyiz20101019.html) C MY B C MY B