Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 Garo, bundan yedi yıl önce öğrendi HIV pozitif olduğunu. Barıştı mı? Pek sayılmaz. Alıştı mı? Kısmen. Çünkü kendi içinde bir şeyleri yeniyor olsa da önyargılarla savaşmaktan, HIV/AIDS hakkında bilinen yanlışlar ve efsanelerle boğuşmaktan yorulmuş. 15 MAYIS 2011 / SAYI 1312 15 MAYIS 2011 / SAYI 1312 7 CUMHUR YET PAZAR Ç N YAZDI Yapım aşamasındaki erkeklik am 11 yıldır erkek giyim sektöründe bir moda tasarımcısı olarak kendime daha önce var olmayan bir oyun alanı yarattım. Örnek alabileceğim bir isim yoktu ve kendi yolumu kendim çizmek zorundaydım. Sanırım en keyifli kısmı buydu. Yıllarca neden erkek giyim yaptığım sorusu hep gülümsemelerin eşliğinde soruldu. Anlaşılan kimse ticari bulmuyordu. Gerçi haklılardı. Ama bilmedikleri, erkek giyimini ticari bir sebeple seçmediğimdi. Bu içgüdüsel bir tercihti. Bugün geldiğim noktada edindiğim deneyimine paha biçemem. Genele bakarsak tasarımcılar ister kadın ister erkek olsun, “kadınlara” tasarım yapmayı daha çok sevdikleri için erkek koleksiyonları hakkında düşünmekten ve tasarlamaktan uzak kalmış görünüyorlar. Bunun sebebi, erkek giyimini sadece fiziksel olarak tanımlamayı tercih etmeleri olabilir. Erkekler için tasarlarken tasarımı daha zihinsel bir amaç ve işlem olarak görmeyi denemek gerekiyor. Bu düşünceden yola çıkarak erkeklerin ne istedikleri ve bunu nasıl almak istedikleri konusundaki vizyonumu yeniden tanımlama yoluna gittim. Türkiye’deki erkekler için tasarım yapmaya çalışırken onları tanımanın şart olduğu gerçeği ile karşı karşıya kaldığımda bunun yolunun ne olduğunu düşündüm. Kısacası doğru yolu empati kurmakta buldum. Onlar için tasarlamanın ve sadakatlerini kazanmanın yolu benim için “empati” idi. Yakın zamana kadar değişmemekte ısrar etmiş erkek giyim modasındaki ihmalin yarattığı durum erkek giyimini kaos noktasına getirmiş ve ne yazık ki kısırlaştırmış görünüyordu. Kendi adıma yapmaya çalıştığım, erkeklere çözüm sunmak ve yaratmaya çalıştığım Türk erkeği profilini de hayata geçirmekti. Erkeklerin ne istediği ve bunu nasıl almak istediği konusundaki vizyonumu yeniden tanımlarken şahit olduğum şey, erkek giyim trendlerini belirleyenlerin ne yazık ki sokaktaki erkeklerin olmadığıydı. Geçmişten bugüne erkek giyimi gelenek, özgüvensizlik ve artan sosyal baskıyla şekillenmiş. Erkek modası özellikle Türkiye’de bu manada oldukça yavaş ilerlemiş. Erkek hegemonyasında bir ülke profili çiziyoruz sonuçta. Dışarıdan böyle göründüğünü pek çok yabancı dostum da söylüyor. Erkek modası konusunda yapmaya çalıştığım onlara yakın durarak yönlendirmek. Alternatif yaratıp kışkırtmak da diyebiliriz. Sadece biçim ve stil önermenin dışında birtakım tabuları yıkabilmek de önemli. Erkekler yılların kendilerine verdiği bu emniyet duygusundan arınıp kendilerini yeniden tanımlamalı. Erkek verilmiş tanımları kabul etmediği sürece kendisi olmaya başlayacak çünkü. Bu, erkekler için önemli bir süreç. Uzun zamandır kadın bedeni üzerinden ve sadece onun üzerine çalışıldı. Toplumsal düzenin yeniden tanımlanma sürecinde kadın, savaşını verdi ve kazandı. Şimdi sıra erkeklerde. Bu sebeple yakın gelecekte erkekler aynı kadınlar gibi sıkı bir trend takipçisi olacaklar. Giyinmek sadece örtünmek değil, bir iletişim aracı aynı zamanda. Ama söz konusu erkekler olduğunda onlar kadınlardan çok farklılar. Kendilerine özgü davranış biçimleri var. Aynı kelimelerle ifade edilmeleri imkânsız. Erkekler daha uzun vadeli giyebilecekleri ürünlere yatırım yapıyorlar. Kadınlar günlük tüketiciler. Ama artık erkeklerin de kadınlar gibi tüketici konumuna geçmeye başladıkları bir dönemi yaşamaya başladık. Kadınların çok alternatifleri var ama erkeklerin yok. Önemli olan erkeklere alternatifler sunabilmek. Erkekler Türkiye’de istedikleri gibi giyinmekten korkuyorlar. Kadınlar istedikleri gibi giyinmekte özgür. Erkekleri farklı giysileri giymeye ikna edecek bir “neden” bulunması gerek. Erkekler kadınlar gibi denemeyi çok sevmiyorlar. Satın alırken denemekten hoşlanmıyorlar ve zaman kaybetmek istemiyorlar. Bu da şu anlama geliyor; ya ne istediklerini biliyorlar ya da bir başka erkeğin üzerinde gördüklerini satın alıyorlar ya da her ikisi. Kadınlar gibi kendi cinsleri için giyinmiyorlar. Erkeklerle ilgili pek çok mit tarihe gömülüyor. Uyum sağlamamız gereken pek çok yeni davranış biçimi karşımıza çıkıyor. Bu değişim nasıl başladı? Ve biz fark etmeden nasıl bu kadar hızla ilerledi? Çok gerilere gitmeye gerek yok. Ne zaman ki feminizm uç noktalardan çıkıp toplumun bilincine yerleşti, erkeklerin geleceği işte o zamandan yani yirminci yüzyıldan itibaren geri dönülmez bir değişimin de içine girdi. Hâlâ devam etmekte olan bu değişim, cinsiyetler arası ilişkilerde gözle görülür biçimde. Gelişmiş ülkelerde erkekler ve kadınlar eşit olduklarını zaman zaman bu pratikte gerçekleşmese bile kabul ediyorlar. Kadınlar feminizm ile sahip olamadıkları pek çok şeyi elde etti. Eğitim olanaklarına kavuştular. Daha eşit sosyal, siyasi ve ekonomik haklar gibi fırsatların sahibi oldular. ş fırsatları arttı. ş dünyasındaki pek çok erkeğin karşısında artık rakip olarak yerlerini aldılar. Hiç diğer taraftan bakmayı düşündünüz mü? Erkeğin gözünden kendi yerine bakmayı? Kadınlarla karşı karşıya geldiklerinde gerçekten ne hissettiklerini düşündünüz mü? Empati kurdunuz mu? Binlerce yıllık genetik kodlarında mevcut özelliklerinin artık önemini kaybettiğini gördüklerinde hissettikleri duygunun tarifini yapmayı denediniz mi? Otoritesine ne olduğunu soran erkeğe cevabı sizce kim vermeli? Erkekler toplumda nasıl muamele görüyorlar? Ve yaşanan sosyal, siyasi ve ekonomik değişimler acaba onları nasıl etkilemekte? Metroseksüel, überseksüel, retroseksüel gibi kavramların ortaya atılması boşuna değil. Dünya literatürüne girmiş bu kavramlar artık erkeklerin yeniden keşfedildiği bir yüzyılda olduğumuzun işaretlerini taşıyor. Bütün disiplinler erkeğin farkına vardı. Artık erkeklere daha farklı yaklaşılması gerektiğinde hemfikir oldular. Artık erkekler de değişti. Cilt bakımı ve estetik yaptıran erkeklerin sayısı her geçen gün artıyor. Evin dekorasyonu ve mobilyaları ile daha ilgililer. Alışveriş yapıyorlar. Kanun koyucular bile erkeklerin bu hakları konusunda öneriler sunmayı görev edinmiş. Erkekler eşlerine tanınan haklardan yararlanabiliyorlar. Mesela hamilelik izni alabiliyorlar. Bütün bunlar yan yana geldiğinde erkeklerin iç dünyası derinden etkileniyor. Trend analistleri bu süreç içerisinde feminizmin sonuçlarının da etkisiyle, toplumsal gelenek ve değerlerin değişmesiyle beraber erkeklerin toplumdaki ve ailedeki pozisyonu üzerinde zayıflatıcı bir etki yarattığına dair bazı etkenler fark ettiklerini iddia ediyorlar. Bütün bunlar olurken ben gerçek bir değişimin ADNAN B NYAZAR Çocukları yönlendirme Çocuklara yönelik dış zorlamaların ne denli yanlışsa, yetişkinlerin, kendilerini yetenekli olmadıkları alanlara zorla yöneltmelerinin yaratacağı sonuçlar da o ölçüde yıpratıcı. Çünkü yeteneği zorlama, vitesi olmayan bir arabada sürekli gaz pedalına basmaya benzer. Bir dostumun evinde kahvaltıdaydım. Evin hanımı, bir kitabımı çocuğuna imzalatmak istedi. Çocuk, “Ben imzalatmak istemiyorum!” dedi. Anne de baba da ille imzalat diye zorlamadı. Yaptığı aykırı da düşse, yeryüzünde tek bir çocuk bile yapması istenen bir şeye karşı çıktığında, onun bu tutumu karşısında düşünülmelidir. çinden geleni yapmak ya da yaptırılmasına karşı çıkmak çocuğun özgürlük hakkıdır. Demokratik toplum özlemleri içinde kıvranıyoruz. Demokrasi bu aşamada, varlık daha embriyo halinde iken başlamalıdır. Yol gösterme, inandırma başka; zorlama despotça bir tutumdur. Genel bir kural değildir ama zora koşulmuş, baskıya uğramış çocukların davranışlarında ileride faşizan izler görülmesi doğaldır. Yetişkinlerde de farklı değil bu durum. Yeteneklerini başarı gösteremeyecekleri alanlara zorla sürükleyerek, şiiri tanımadan şiir yazan, romanı dümdüz anlatma sanan kişilerin başarısızlık öyküleri kitaplar doldurur. Müzikle resim ise iyice ayağa düşürüldü! Özellikle karne dönemlerinde, umulanı çocukta bulamayışın toplumda ne facialara yol açtığını gazetelerde okuyoruz. dealize etmek, çocuğu her an, anasının babasının tutkusal duygularının kurbanı durumuna düşürebilir. Hemen her ailede rastlanan çocuğu zorla müzisyen, bale sanatçısı, çoğunlukla da piyasa şarkıcısı yapma zorlamalarının, tomurcuk duygulu o insan çiçeklerini ne düş kırıklıklarına uğrattığının binlerce örneğiyle karşılaşıyoruz günlük yaşamda. Analar babalar, saplantılı tutumlarıyla yeteneklerini zorladıkları çocuklarını, boşluğu doldurulamayacak yeteneksizliklere iteceklerini akıllarından çıkarmamalıdır. Çocuk, yetiştiği ortamın ürünüdür; yapılması gereken, ona kendi yolunu bulacağı kültüreleğitimsel ortamlar yaratmaktır. Kaç ana baba, çocuğunu elinden tutup tiyatroya, yaşamına yeni sevinçler katacak sinemalara, konserlere, kitaplıklara, müzelere, sergilere götürüyor? O bir yana, nice aile, kendi gelişmemiş zevklerine alet ederek, onların körpe duygularını hiçe sayıp sudan TV dizilerini çocuğunun da izlemesinde sakınca görmüyor. Gözümün önüne D. H. Lawrence’in Âşık Kadınlar adlı romanından bir sahne geliyor. Bir alay yaramaz oğlan, Thames nehrinin o korkunç çamuru içinde koşup “Buraya, beyim!” diye leş kargaları gibi çığlıklar atmaktadır. Vapurdaki aile babaları da onlara arada birkaç metelik fırlatırlar. Çocuklar parayı kapmak için çamur içinde kalırlar. Anlatıcı, çamura dalan çocukların suratındaki ifadeyi şöyle anlatıyor: “Ne bir çakal dalardı o pis çamura, ne de bir akbaba!” Romanda, olaya tanık olan üç genç arasında şöyle bir konuşma geçer: “Hiç kuşkusuz her uygar bünyenin kendine özgü pisliği vardır.” “Sorun, oradaki her şeyin kalitesiyle; çocuklara para atıp bunu eğlence diye görerek gülen aile babaları, tombul bacaklarını yayıp oturarak yiyen, sürekli tıkınan ev kadınlarıyla ilgili...” “Evet, doğru, pislik olan o oğlanlar değil, insanlar, halk yığınları denen insanlar...” stanbul caddelerinin araba kalabalığı arasında dolaşan bizim çocuklarımızla, yüz yıl kadar önce Thames kıyılarında çamura batan oğlanlar arasında ne fark var! Elbette küçük (!) bir fark var; onlar hep oğlan, bizde kızlar çoğunlukta... G binyazar@gmail.com T HAT CE GÖKÇE atice Gökçe Moda Tasarım Firması’nın kurucusu Hatice Gökçe, 1973 yılında doğdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden mezun oldu. 1998 yılında kendi adıyla tasarım atölyesini kurdu. Erkek giyiminde Türkiye’de ilk isim olan Gökçe, avantgarde tasarımları, defileleri ve sıra dışı etkinlikleri ile Türkiye’de ve yurtdışında pek çok başarıya imza atmış, 1999 yılında Japonya’da düzenlenen yarışmada Unique Design (eşsiz tasarım) ödülü, 1998 yılında Türkiye’de katıldığı yarışmada erkekler için hazırladığı koleksiyonu ile de En yi Tasarım ödülü ve pek çok mansiyon aldı. Deneysel çalışmayı benimseyen ve özellikle yenilikçi kumaş tasarımlarına da imza atan Gökçe, aynı zamanda Türkiye’nin önemli tekstil şirketlerinde moda tasarım danışmanlığı görevlerini üstlenerek çok özel çözümler üretiyor. Halen UNDP ve GAP idaresinin desteklediği Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki Kadının Güçlendirilmesi Projesinin tasarım koordinatörlüğünü üstleniyor. Her türlü sivil toplum ve sosyal faaliyetlerde aktif görev almaktadır. Hatice Gökçe Moda Tasarımcıları Derneği’nin (MTD) kurucusu ve yönetim kurulu üyesidir. H Hiçbir şeyle barışmadım ama alışmayı öğrendim “Yedi yıl geçti aradan. Yine bir hafta bana da bir o kadar uzak diye düşünüyorum. Virüsü taşıyan hep sonu, evde, dışarıda akan yaşamın başkaları olmuştu şimdiye kadar, ölüme gerisinde, oturup duruyorum. Sürekli giden hep başkalarıydı. Televizyonlarda oturuyorum. Bekliyor gibiyim. Ama neyi ve AIDS gününde gazetelerde denk bilmiyorum. Arkadaşlarım arıyor, annemle konuşuyorum, kitapçıları geldiğim bir haber konusuydu sadece benim için. Bu kadar yakın olabileceğini geziyorum, yeni gelen sinema hiç düşünmemiştim. “Testiniz pozitif” filmlerinin afişlerine, etrafa, insanlara ZUHAL diyor hemşire ve elime kâğıdı uzatıyor. bakıyorum. Duruyorum... Günler ve Dışarı çıkıyorum, bir nefes almam lazım. yıllar geçiyor... Şimdi, bugün çok şey AYTOLUN değişti belki hayatımda. Ama hiçbir Kendimi kandırmak istiyorum ama olmuyor. Tramvay beklerken ilk annem şeyle barışmadım. Sadece alışmayı düşüyor aklıma, ağlamak üzereyim. Bütün dünya öğrendim.” çekiliyor sanki. Tramvayda kendimi canlı bomba gibi Bu sözlerin sahibi 39 yaşında bir erkek. Biz ona Garo hissediyorum, elimin değdiği her yer beni ürkütüyor. diyelim. Böylesini tercih ediyor çünkü. Kendini gizlemek zorunda bir yandan, sosyal hayattan, iş yaşamından ve Ölümü düşünemiyorum, ölümü düşünemeyecek kadar korkuyorum. hatta ailesinden de. Yedi yıldır HIV ile yaşıyor ve bugün Tarih 1 Nisan... Şaka gibi... Şaka olmadığını yedi hikâyesi Mandalina Kabukları filmi aracılığıyla ulaşıyor yıldır biliyorum artık. insanlara. Pozitif Yaşam Derneği'nin internet sitesinde Garo, yedi yıl önce aldı sonucunu. Pozitif olduğu yayımlanan “pozitif öyküler”den yalnızca biri onunki. Mehmet nan'ın senaryolaştırıp çektiği bu kısa film, resmen onaylanmıştı. Önünde artık farklı bir dünya vardı. Virüsle savaşmasının yanı sıra bir de önyargılar vardı Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde galasını yaptı. Bundan karşısında. Çünkü HIV/AIDS ile ilgili hâlâ bilinçli bir sonra da şehir şehir, üniversite üniversite gezerek toplum olduğumuzdan söz edemiyoruz. Oysa HIV ile gösterimleri yapılacak. Biz de bu süreci yaşamış ve AIDS birbirinden farklı. HIV, Türkçede “ nsan Bağışık kaleme dökmüş olan Garo'dan dinledik hikâyesini. Onu en iyi yine onun sözcüklerinden anlayabileceğimiz için Yetmezlik Virüsü” olarak adlandırılıyor. Bu virüs, insan bağışıklık sisteminin zayıflamasına ve tedavi alınmadığı şimdi aradan çekilip, sözü ona bırakıyorum. durumda etkisiz hale gelmesine neden oluyor. Bağışıklık Nisan'ın biri, yıl 2004. Cildiyeyle ilgili aylardır süren sistemi çöken vücut, normalde kolaylıkla direnç bir problem yaşıyordum. Hastaneye gittiğimde bir dolu liste veriyorlar, testleri yaptırıyorum. Aralarında gösterebileceği hastalık etmenlerine açık ve savunmasız “HIV+” da varmış. Rutin kontroller amacıyla istenilen hale geliyor. Tedavisi mümkün hatta Türkiye'de ücretsiz. AIDS'in açılımı ise “Kazanılmış Bağışık Yetmezlik testlerin sonucunu almak için tekrar hastaneye Sendromu”. HIV vücuda girdikten sonra tedavi gidiyorum. Bir gün öncesinde de arkadaşlarımla edilmezse ortaya çıkan hastalıklar bütününe deniyor. dalga geçiyoruz ya pozitif çıkarsa diyoruz. Laboratuvardaki görevliye ismimi söylüyorum, Kimse canlı bomba değil, dokunduğu yeri de eritmiyor. HIV ile yaşayanlar, doğru zamanda ilaç tedavisine “hemşireyi görmeniz gerekiyor” diyor. Kasılıyorum başladığı zaman, kaliteli ve sağlıklı bir yaşam sürebiliyor. bir an için. Çünkü herkese ne kadar uzaksa bu virüs, Geç HIV tanısı alan ve AIDS evresinde olan kişiler dahi ilaç tedavisiyle sağlıklarına geri kavuşabiliyor. Ayrıca HIV, sosyal ilişkilerle, aynı ortamda bulunmak, aynı çatal bıçağı, havuzu, tuvaleti kullanmakla bulaşmıyor. Uyuduğum yeri, uykuyu seviyorum. Yaşamı unutturuyor. Duyamadığım tüm sesleri siliyor. Yeri geliyor o uykular da kâbuslarla bölünüyor ama yine de uyumayı seviyorum. Bir tarafım kalabalık, bir tarafım ise sessizlik içinde sesi arıyor inatla. Arkadaşlarımdan eksilen olmadı bildikleri için. Ama kendimden bir şeyler eksildi sanıyorum bildiklerimden dolayı. Öğrendiğim gün Ankaradan arkadaşlarım geliyor. Konuşmadan oturuyoruz, ben “öleceğim” diye düşünüyorum. Kafamda sevdiklerime mektuplar bırakıyorum, her şeyi dağıtmak istiyorum, her yaptığım şey son kez yapılan şeylermiş gibi geliyor. Arkadaşlarımla birbirimize sarılarak uyuyoruz, birbirimize sığınıyoruz, bir o kadar da korkuyoruz. Garo, AIDS'le Savaşım Derneği'ne gidiyor sonra. Oradaki doktorlarla konuşuyor. Ölmeyeceğini söylüyorlar ona. Hatta ölümle ilgili şakalar yapıyorlar karşılıklı. HIVle yaşayanların kurduğu eposta grubunu öğreniyor ve günler sonra oraya üye oluyor. Çünkü konuşmaya ihtiyaç duyuyor. Ailemden sadece yeğenime söyleyebildim. Bir yaz günü, artık saklayamadığım tuhaflığımı deşifre etmek zorunda kaldım. Ne ondan ne de arkadaşlarımdan olumsuz bir tepki aldım. Ama ailemin geri kalanına hiçbir şeyden bahsetmiyorum, onlara yük olmak istemiyorum. HIV ile yaşadığımı bilmeyenler, bilenlerden daha çok. Hastalık hakkında bilgilendikçe, özellikle bu sorunu yaşayan insanlarla bire bir yazışmalara başladıktan sonra kendimle barışma sürecim de başladı. Ancak konuştuğum psikatırları sanki çaresiz bırakıyordum, gitmeyi bıraktım. Antidepresan ilaçlar kullandım. Kendi içimde bir süre sonra normalleştirdiğimi sandım ama şimdi yıllar sonra anladım ki kendinle barışsan bile toplumla, dışarısıyla barışamadıktan sonra bir yanınız hep saklanmak, gizlenmek zorunda kalıyor. O saklanma da ruhunuzda suçluluk duygusu yaratıyor. Hatta yeri geldiğinde en bilimsel bilgileri bile reddedip var olan önyargıları farkında olmadan içselleştirip, kendinizi çok rahat suçlayabiliyorsunuz... Mücadele edemeyince, dışarısı ile barışamayınca, yeri geldiğinde onlardan daha acımasızca kendinize saldırmanız olası. Bu suçluluk duygusu ile boğuşmanın getirdiği yorgunluğu çoğu zaman yine yaşıyorum. Garo, Pozitif Yaşam Derneği'nin kuruluşunda da aktif rol alıyor. Dernekle birlikte hem kendi hem de HIV ile yaşayanların yolunu genişletmeye çabalıyor. Biraz karamsar bir yapısı olduğunu söylüyor, yine de yaşadığı sürece umudun tükenmediğinin farkında. Kendimle barışmak, karşı tarafla barışamadığım için tam bir huzur veremedi. Sonra başka insanları düşündüm. Mücadele veren, ilaç bulamayan, tedaviye ulaşamayanları... Afrika da ilaçlarını paylaşan insanları düşündüm, arkadaşlarımın yaşam çabalarını izledim. Garo üniversite mezunu. Çalıştığı alandan ve işyerinden söz etmek istemiyor. Çünkü üzerindeki baskı yoğun. ş yerimde sessizliği oynuyorum. Bilmelerini istemiyorum. Bu önyargıyla savaşacak gücü kendimde bulamıyorum. Saklanmak zorunda kaldığınız, kendinizi ifade edemediğiniz tüm durumlardaki gibi bir baskıyı üzerinizde hissediyorsunuz. Şimdi de hissediyorum. Mesela bu bilgiyi bir şekilde öğrenip bunu yaşamınızı zorlaştırmak için kullanacak insanların ve durumların olabileceğini düşünmek baskı yaratıyor. Ama yine de “nefes alıyorsan, yaşıyorsun” diyorum kendime, “hastalığın bir suç değil” diye sesleniyorum, “senin gibi milyonlarca insan var” diyorum. “ nsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözünü hatırlayıp, hastalığa olan yabancılık duygumu ortadan kaldırmaya çalışıyorum. Dibe vurup tekrar çıkabiliyorsan su üstüne, zorlanarak da olsa nefes almaya devam ediyorsan, “hiçbir şey yapamıyorsan bile biraz soluklan” diyorum kendime. Tekrar nefes al, bir daha alamayıncaya kadar nefes al... Erkeklerin rol modelleri şık olmaktan korkmadım. Ne olursa olsun duygular insanı bırakmıyor. Yalnızca bunu söylemek ve karşı tarafın yanıtının ne olacağını beklemek insanı tedirgin ediyor. Kendime göre yarattığım bir aşkı eksiklikleriyle birlikte yaşıyorum. Aşkı da aşk yapan bu eksikliği belki de... HIV, öpüşmekle, dokunmakla, el ele tutuşmakla, aynı havayı solumakla ve kondomla ilişkide bulaşmıyor. HIV bulaşıcılığı, üst düzeyde olan bir virüs olmamasına rağmen, mutlaka korunulması gerekiyor çünkü kendisine mutlaka bir konak arıyor. Bulaşma yolları ise korunmasız cinsel ilişki, kan alışverişi ve kan yolu ortak enjektör ile anneden bebeğe doğum ve anne sütü ile gerçekleşiyor. HIV pozitif kişiler, tüm vatandaşlık haklarına da aynı derecede sahip. Düzenli tedavi ile hayatlarına devam edebilir, çalışabilir, evlenebilir, belirli önlem ve kontrollerle sağlıklı çocuklar dünyaya getirebilirler. Aile kurmayı öncesinde de düşünmedim. Ama şimdi birini seviyorum. Karşılığı bildiğimiz anlamda olmasa da durumdan haberi nsana olan aşkı yaşıyorum  Pozitif Yaşam Derneği’nin yürüttüğü “HIV/AIDS ile Yaşayanların Haklarına Yönelik Savunuculuk ve Farkındalık Yaratma” projesi kapsamında 2627 Mayıs tarihlerinde stanbul'da “Uluslararası HIV/AIDS Konferansı” düzenlenecek. Ayrıca proje kapsamında hazırlanan “Türkiye çin HIV/AIDS Yasası Taslağı” geliştirilecek. C MY B C MY B var. nsana olan aşkı yaşıyorum. Her şeyi konuşabilmek, anlaşıldığımı bilmek ve bu empatinin bir hoşgörü iktidarından, acıma duygusundan beslenmediğini hissetmek, kalan onca eksik şeyin yükünü de hafifletiyor. Özlüyorum onu. Kendini yalnız hissetmiyor Garo. Ama düşlerimin çok yalnız kaldığını hissediyorum. Zaten o yüzden içindekileri bir şekilde anlatmak istiyor. Bugün, Mandalina Kabukları filmiyle yaşadıklarını sinema diliyle anlatan Garo, yarın başka bir üretimle de duygularını, düşlerini aktarabilir. Ama gelecekle ilgili planlar yapmadığını söylüyor. Bir anlamda hastalığın getirdiği bir avantaj bu, yükleriniz hafifliyor. Önyargı yükü dışında. Gelecek ise silik. Önyargıları yıkmak en zoru. Önce konuşulması gerekenleri konuşmayı öğrenmek gerek. Aksi halde her şey kendi efsanesini yaratıyor. HIV de kendi efsanesi ve korkularıyla hâlâ capcanlı duruyor karşımızda. Konuştukça, anlamaya çalıştıkça, bunun sadece bir hastalık, insana dair bir şey olduğunu kabul ettikçe sorunlar çözülecektir. Ahlaki, cinsel anlamlar yüklemeden, bir virüsü politize etmeden çözmeye çalışmak gerek! Peki son olarak nedir Garo’nun yarına dair düşünceleri? “Ben sadece nefes aldığım süre boyunca huzurlu olmak istiyorum.” Uzun zamandır kadın bedeni üzerinden ve sadece onun üzerine çalışıldı. Toplumsal düzenin yeniden tanımlanma sürecinde kadın, savaşını verdi ve kazandı. Şimdi sıra erkeklerde. Bu sebeple yakın gelecekte erkekler aynı kadınlar gibi sıkı bir trend takipçisi olacaklar. yaşanacağını düşünüyorum. Ve bu değişimle aynı feminizm hareketinin yarattığı etkinin erkeklerde de yaşanacağı günü iple çekiyorum. Bugün erkeklere odaklanmanın zamanı. Feminizm terimi nasıl kadınların işine yaradıysa erkeklerin de böyle işine yarayacak kapsamlı bir terim üretmek gerekiyor. Bugüne kadar pek çok girişim olmuş. “Maskülizm” terimi kullanılmış ancak metroseksüel terimi kadar başarılı olamamış. Ancak bu durum dünyadaki ve Türkiye’deki erkek nüfusunun hâlâ belli bir kesimine hitap ediyor. Cinsiyetler arasında gerçekleşmekte olan sosyopsikolojik değişimler medyanın da etkisi ile iyice büyütülüyor ve etki alanı genişletiliyor. Önde gelen toplumların, erkek ve kadınların davranışlarında meydana gelen büyük değişimleri mercek altına alması gerekiyor. Kadının sadece biyolojik işleve dayalı bir erkek profiline ihtiyacı olması, sperm bankalarının bu denli çoğalması ve bunun erkek üstündeki etkileri de çarpıcı. Y kromozomunun gücünü yitirdiğini bilim açıklıyor. Bu durumda erkeklerin varlıklarını sürdürmesi hepimiz için büyük önem taşıyor. Erkeklik bir geçiş döneminde ve bu dönem yeni ifadeleri de beraberinde getirecek. Kalıplaşmış erkek tanımları artık daha kadınsı olan değerleri benimseyen erkek tanımlarına yerini bırakacak gibi görünüyor. Bu kadınsılık kadın gibi davranmak anlamına gelmiyor. Bugüne kadar kadına özgü gibi görülen bazı değerlerden bahsediyoruz. Ancak gerçek olan şu ki artık erkekler daha fazla dış görünüşlerine önem veriyorlar. Artık para kazanan kariyer sahibi, eğlenmeyi seven ve bildiğini okuyan kadınlara kendilerini beğendirmek için yapmaları gerekeni düşünüyorlar ve çözüm arıyorlar. SONUÇ: Kadınlar kendi geleceklerini şekillendirmeyi nasıl başardılarsa erkeklerin de kendi geleceklerini şekillendirmek için güçleri var. Bir sonraki yazımız “Erkek ve Moda” üzerine olacak. oşanma oranlarındaki ciddi artış ve sadece kadınların başarılarının söz konusu olması, erkeklerin kendilerini geri planda hissetmesine sebep oluyor. Geçmişte bir erkeğin nasıl davranması ve düşünmesi gerektiği konusunda rol modeli kimdi diye sorsak cevabımız sırasıyla babası, öğretmeni, erkek akrabaları, ünlü isimler, futbolcular gibi en yakın çevresi ve kitle iletişim araçları ile tanıdıkları olurdu. Ancak bugün bu durum çok değişmiş görünüyor. Boşanma oranlarındaki artış, özellikle erkek çocukların anne tarafından büyütülmesi, okullardaki erkek öğretmen azlığı gibi nedenlerle genç erkeklerin rol modellerinde ciddi bir kayıp söz konusu. Genç erkekler kendilerine ve kendi cinslerine nasıl bakmaları gerektiği konusunda yardım alamıyorlar. Bütün günü okulda yetişkin tek bir erkek bile görmeden geçiren erkek B çocukları eve döndüklerinde de bir erkek model bulamayabiliyorlar. Toplumsal cinsiyet rollerinde meydana gelen değişimler ergenlik çağındaki erkeklerin kafalarının karışmasına yol açtı. Olumlu erkek rol modellerine ihtiyaç var. Pek çok ülke okullarda erkek öğretmen sayısının artması için ciddi kampanyalar gerçekleştiriyor. Bu arada yurtdışında “manny” adı verilen erkek dadıların varlığı da bu durumda tesadüf olmuyor. Medya, toplumun ve ailenin sunabileceğinden çok daha güçlü rol modelleri sunuyor. Bunu müzikle de güçlü bir biçimde yapıyor. Modern erkek ile ilgili tüm düşüncelerimizi öncü erkekler şekillendiriyor. Bu erkekler ise genellikle müzik dünyasındaki erkekler oluyor. Müzik sektörünün erkeklerin içlerindeki kadınsı yanları keşfetmeleri için imkân sağlayan bir sektör olma özelliği var. 60’lı ve 80’li yıllar arasında günümüz için idol olma özelliğini koruyan pek çok isim çıktı. Mick Jagger, David Bowie gibi isimler sahnede her şeyi denediler. Kadın kılığında bile çıktılar ve kabarık saçları, pırıltılı kostümleri ile farklı bir dünya sundular. Popun kralı Michael Jackson ise sadece giyimi ile değil derisinde yaptığı değişiklik ile de tarihe geçti. Hepsi döneminde milyonlarca gencin davranışlarını ve giyim tarzlarını etkiledi. Erkekler kinci Dünya Savaşı’ndan beri meydana gelen izleyici olmak zorunda kaldıkları büyük değişimlerle savaşırken sonunda gururlarını yeniden ortaya koymak isteyecekleri bir noktaya ulaştılar. Erkeklerin büyük bölümü feminizmin kazandırdıklarını yok saymak istemiyor. Erkekler, kadınların eve geri dönmeleri konusunda emin değil. Çünkü erkekler evi geçindiren tek kişi olma sorumluluğunu tekrar üstlerine almak istemiyorlar. Erkeklerin istediği, kendilerine olan saygılarını yeniden kazanmak ve yeniden söz sahibi olabilmek. Erkekler ve kadınlar yüklendikleri rolleriyle başa çıkmaya çalıştığı sürece, toplumsal değişimlerin devam edeceği bir gerçek. Buradan nereye varılacağına ilişkin net bir tanıma sahip insan sayısı az. Ancak erkekler eskiye göre yolu çizmeye daha meyilli gibi. Bu da değişen toplumsal cinsiyet rollerinin savunulması sorumluluğunu erkeklerin de üstleneceği anlamına geliyor.