26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 MAYIS 2010 / SAYI 1260 9 İsyanın dansı kadınları anlatıyor ŞİRİN GÜVEN osyolog Nilüfer Narlı “Milonga Kadınları” isimli kitabıyla Arjantin’in, tangonun tutkusunu ve ateşini bize kadar getirdi. Tabii uzun yıllardır kadın hakları üzerine yaptığı çalışmalarda rastladığı acı dolu hikâyeleri de... Ensest, şiddet, rejim baskısı, cinsel istismar... Yine de onun kadınları mücadele ediyor. Tango ile isyan ediyor, sorguluyor, hesaplaşıyor ve yeniden doğuyorlar. Milonga kadınları ne anlatıyor? Kitap 10 kadının otoriter sistem, kurum ve erkek egemen ailelerde ezilmeye karşı verdikleri ADNAN BİNYAZAR S mücadelelerini, isyanlarını ve çıkış yolu bulmalarını anlatıyor. Otoriter sistemlerde yaygın olan “kadınlar böcek gibi ezilebilir” anlayışına bir karşı çıkış sergileyen bu kitapta, kadınların acıya rağmen sergiledikleri yaşam sevinci ve ezilmeme mücadelesi tango hikâyeleri içine örülerek anlatılmış. Bunu yaparken de tangoyu bir iç yolculuk gibi kullanıyorlar. Çıkış yolunu bulabilmek için önce içe dönüyorlar. Kendileriyle hesaplaşıyorlar, geçmişte zaman zaman boyun eğdikleri günleri hatırlayıp kendilerini sorguluyorlar. Daha sonra yeniden doğuyorlar. Karakterleri nasıl oluşturdunuz? Karakterler kurgu fakat bu karakterleri oluştururken dünyanın dört bir yanında dinlediğim Tango sayesinde bir iç yolculuk yapan Nilüfer Narlı acaba başka insanlar nasıl iç yolculuklar yapar diye sorgularken bulmuş kendini. Böylece ortaya çıkmış Milonga Kadınları kitabı. Kadınların hikâyelerini bir yandan büyük bir tutkuyla ve bir yandan da acıyla aktarmış. hazin hikâyelerden esinlendim. Kadınların çektiği acıları aktardım. Mesela bir çalışmam için işkence raporları okuyordum, oradan yola çıkarak işkenceyle ilgili sahneleri yazdım. Kadınların erkeklerle yaşadıkları şiddet sarmalı, baskıcı ve şiddet uygulayan bir kocanın, ağabeyin yaptıkları, ensest, hapishanede cinsel istismar dinlediğim hikâyelerde sıkılıkla karşıma çıkmıştı. Bütün bunlar tüm dünyadaki insan hakları raporlarında karşımıza çıkıyor zaten. Ben kadınların güçlü mücadelesini ve çektikleri acıyı bir Tango hikâyesi üzerinden, Tango tarihini ve dansını da katarak anlattım. Her hikâyeye konuyla ilgili Tango şarkılarından mısralar koydum. Ayrıca bir film tutkunu olarak hikâyeyle bağlantılı gördüğüm filmleri de hikâyeler içine yerleştirdim, okuyucuya anımsattım. Peki Arjantin’e gittiniz mi hiç? Üç kez gittim ve Arjantin’de çok güzel arkadaşlıklar edindim. Onlarla sürekli yazışıyoruz. Hatta bu kitabı yazma sürecinde sadece Arjantin’deki iki arkadaşıma danıştım. Arjantin’i kendime çok yakın hissettim. Arjantin aynasında Türkiye’yi, Türkiye aynasında ise Arjantin’i gördüm. Arjantinli arkadaşlarımla oturup çocukluğumuzu, gençliğimizi karşılaştırdık ve ne kadar çok benzerlik olduğunu fark ettik. 1970’lerin sonunda bir askeri darbe, baskıcı rejim, büyük sınıf farklılıkları, otoriter anlayışın hâkim olduğu siyasi kültür... Bu iki ülkenin benzerliklerini görebilmek çok önemli. İki ülke çok keskin sert ekonomik krizler yaşadı. Bu krizler karşısında insanların hayatlarını idame ettirme mekanizmaları da benzer. Sistemlerin beden üzerindeki etkilerine de değiniyorsunuz kitabınızda... Her türlü dans insan bedenini bireyselleştiriyor, böylece bedeninize bir yolculuk yapıyorsunuz. Herkes bedeniyle temas halinde değil, bedenini tanımıyor, bedenlerimize yabancılaşıyoruz. Bedenler otoriter sistemlerin kalıplara döktüğü, bize yabancı varlıklara dönüşebiliyor. Bazen bedenler kapitalist güçlerce yeniden şekillendiriliyor. Modacıların direttiği sıfır beden ile hastalanan bedenler ve Amerika’daki “fast food” kültürünün şişirdiği bedenler gibi... Bedenlerimizi sorgulamamız ruhumuzu sorgulamamız kadar önemli. Tango hikâyesi üzerinden bunları anlatmaya sizi ne itti? Ben Tango müziğini hep çok severdim. Zaman içinde tango dansını da öğrendim. Tango dansını öğrendikten sonra ben kendim de bir iç yolculuk yaptım. Tango zor, kendinizi sorgulamanıza yol açan bir dans, bir mücadele. Acaba başka insanlar nasıl iç yolculuklar yapabilir diye sordum kendime. Bu soruya cevap ararken kurgulamaya başlamıştım. Ayrıca içimde hep roman yazma arzusu vardı. Fakat üniversiteden emekli olduktan sonra yaratıcı yazarlık kurslarına gidip yazarım, diyordum. Roman yazmayı öne aldım. Bu kitapla sanki ben de yeniden doğdum. Yalnız tango değil, bu kitabı yazmak da bana bir iç yolculuk yaptırdı. Tangoya nasıl başladınız? 2000’li yıllarda İstanbul’da başladım. Tango müziğini çok seviyordum. Ben ODTÜ mezunuyum, okulun resepsiyonunda Serdar Sungur’la tanıştım. O bana “Siz tango yapmalısınız” dedi ve böylece kursa başladım. Sonra Arjantin’e tekrar gittim ve Arjantinli hocalardan ders aldım. Bir yandan da sürekli Arjantin toplumunu ve tangoyu inceliyordum, onlar hakkında kitaplar okuyordum. Tango ruhunu anlamaya çalışıyordum. Kitabımı da bana tango ruhunu görecek gözleri veren Arjantinli arkadaşlarıma ithaf ettim. Tango ruhunu görecek gözleri alabilmek için Arjantinlilerle ve “Psikoloji”, “Tango Tarihi” ve “Tango Sosyolojisi” üzerine çalışmış insanlarla çok uzun sohbetler yaptım. Bu sohbetler beni muhtelif kitaplara yönlendirdi. Dans nörolojisi de dahil. Kitaba tango ruhunu da hissettirmek için çok ateşli, yakıcı sahneler koydum. Tangoyu sevdirmek istedim. Bu kitabı büyük bir tutkuyla ve bir yandan da acıyla yazdım. G Güzelliği duyumsamak zun süredir internette ilginç bir sunum dolaşıyor, sıkça da kişiden kişiye aktarılıyor. Geniş alanlı etkileşim sağlayan internet, güzel sunumlarıyla duyarlığı beslerken çirkinleriyle de köreltiyor. Sözünü edeceğim sunum, giderek bilgi çöplüğüne dönüşen internetin aydınlık yüzü... Washington Post gazetesi, Amerikalı ünlü sanatçı Joshua Bell’e kıyafet değiştirtip metro istasyonunda keman çaldırtarak, sabahın erken saatlerinde işine yetişmek üzere metrolara koşuşturan kitlelerin güzellikleri ne ölçüde algıladığını ölçmek istemiş. Araştırmada şu sorulara yanıt aranıyor: Uygun olmayan bir saatte güzellikleri algılayabiliyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? Sabahları işimize koşuştururken kısa bir ara verip güzel bir müzik parçasından haz duyabiliyor muyuz? Herkes trene binmek üzere iken, gösterişsiz giysiler içindeki Joshua Bell, soğuk bir Ocak sabahı, 3,5 milyon dolarlık 1713 yapımı Stradivarius kemanıyla, Rachmaninoff’un “Vokalise”ini çalmaktadır. Keman sesini duyan yetişkinlerin çoğu başını çevirip şöyle bir bakıyor, kimi de yardım kutusuna üç beş sent atıp trene koşuyor. Çocuğun biri dinlemek için durunca, annesi kolundan çekiştirip ardından vagonlara doğru sürüklüyor onu. Aynı şeyi başka bir kadın da yapıyor... Konser bitiminde kutuda yine de 32 dolar toplanmıştır. Oysa Bell’in birkaç gün önce Boston Symphony Hall’da verdiği konserin biletleri 100120 dolara satılmıştır. Sunumun sonuna şöyle bir tümce eklenmiş: “Dünyanın en büyük sanatçılarından biri eşsiz kemanıyla nice güzel melodiler çalarken, onu dinleyecek bir iki U dakika ayırmıyorsak, kim bilir daha başka ne güzellikler kaçırıyoruz!..” Bu sözlerde, dipten dibe bir eleştiri havası seziliyor. Kitleyi buna iten nedenler irdelenmeden, metroya koşanlar bir bakıma duyarsızlıkla, beğenisizlikle suçlanıyor. Bana kalırsa, araştırmacıların sonuç değerlendirmesinde bir tutarsızlık var. Bir yere yetişme telaşı içindeki insanın kulağına belki güzel sesler çarpabilir, ama işe yetişme telaşındaki adamdan bilinçli bir algılama beklenebilir mi? Algıladı diyelim, Şarlo’nun “Çağdaş Zamanlar” filminde olduğu gibi, makine dişlileri arasında sıkışıp kalmış bir adam, yaşam temposuna ara verip güzel bir parçayı dinlemeyi nasıl düşünsün! Kapitalizm, kişinin emeğini de, zamanını da çalmıştır. İşini yitirme korkusu ise çalışanın kâbusudur. Joshua Bell’in çaldığı parçanın güzelliğini fark etmesine karşın, işinden olma korkusu içindeki bir adamı kınamaya kalkmak haksızlık olur. Washington Post, herhalde gerçeği yansıtmaktan çok, ilginçlik yaratma amacıyla böyle bir araştırmaya girişmiş... Asıl sorun, kişinin güzellikle çirkinliği birbirinden ayırt edebilecek yolda eğitilip eğitilmediğinde düğümleniyor. Düğüm, olsa olsa, her bireye eşit eğitim olanakları yaratılarak çözüme kavuşturulabilir. Çağımızda eğitim paranın kulu olmuştur. Araya para girdi mi, ortada ne adalet kalır, ne eşitlik, ne kitlesel eğitim, ne de o eğitimin biçimlendireceği ideal yurttaş! Şimdi soralım: Türkiye’de yurtseverliğin suç sayılmasında, her gün bir insanın başka birinin canına kıymasında, sevgisizlikte, önü alınmaz tecavüzlerde... kitlesel eğitim yoksunluğunun payı yok mudur?.. G [email protected] Küçük mucitlerden büyük projeler... ngellilere kredi kartı, gören şapka, Braille alfabeli çamaşır makinesi, engelliler için internet sitesi… Bunlar, çocukların, “Bilfen’le Engelleri Aşalım” adlı yarışma için hazırladıkları projelerden bazıları. Bilfen Okulları öğrencileri, 2010’un Engelliler Yılı olarak kabul edilmesinden esinlenerek, “Bilfen’le Engelleri Aşalım” yarışması için engelli arkadaşlarının hayatını kolaylaştıracak projeler ürettiler. 813 yaşlarındaki küçük mucitler, hayal güçleri ve duyarlılıklarıyla çeşitli makineler, sistemler, aletler icat ettiler. Yarışma FİGEN sonucunda 23. sınıflar ATALAY kategorisinde birincilik ödülünü “Otoparklarda Engellilere Yardım” projesiyle Doğukan Eftal Türköz (sağda) kazandı. Otoparklarda, engellilerin kendileri için ayrılmış park alanlarını daha rahat kullanabilmelerini sağlayacak olan bu sistemde; park alanında bulunan plaka okuyucu kamera, park eden Çocuklar Çizsin Dünya Dönsün E aracın plakasını okuyor. Eğer plakada “engellidir” işareti yoksa ışıklı ve sesli uyarı devreye giriyor. Böylece engelliler için ayrılmış park yerine başka bir araç park edemiyor. 4 ve 5. sınıflar kategorisinde Berk Sürücü, görme engellilerin Braille alfabesini kâğıt üzerine yazıya dökmesine imkân tanıyan “Berkalem” adlı kalem tasarımıyla birinciliği elde etti. Görme engellilerin rahatça yazabilmesi, günlük tutabilmesi için geliştirilen bu kalem, Braille alfabesiyle yazan bir engellinin yazdıklarını aynı anda deftere dökebilmesini sağlıyor. 678. sınıflar kategorisinde birincilik ödülünü ise Ece Elif Adak kazandı. Yarışmacının geliştirdiği “Dayanışma ve Dostluğu Paylaşım Sitesi”, engellilerin sosyal ilişkilerinin artırılması, tedavilerini üstlenecek sponsorlarla iletişim kurulması amacını taşıyor. G [email protected] Kişisel Bakım Marketi Gratis'in düzenlediği “Çocuklar Çizsin Dünya Dönsün” adlı resim yarışmasının konusu “sürdürülebilirlik”. 714 yaş arası ilköğretim öğrencilerine yönelik olarn yarışmaya son katılım tarihi 24 Mayıs 2010. Çocuklar için bilim müzesi Çocuk Bilim Müzesi, Bahçeşehir Koleji’nde açıldı. Bahçeşehir Koleji Çocuk Bilim Müzesi, 412 yaş grubu çocuklara bilimi sevdirmek ve onların fen, teknoloji, matematik ve müzik gibi disiplinlerde hayal güçlerini ve merak duygularını harekete geçirmek için zengin öğrenme ortamları sunmayı amaçlıyor. Çocuk Bilim Müzesi’nde çocuklar, interaktif öğrenme istasyonları ile soru sormayı ve keşfetmeyi aktif olarak öğrenecek, ve bilimin temel prensipleri konusunda farkındalık kazanacaklar. Çocuklar müzeyi, konusunda uzman rehber öğretmenler eşliğinde gezecekler. Çocuk Bilim Müzesi’nde çocukların bilime ilgisini sürekli kılmak için çeşitli sergiler ve özel eğitim programları gerçekleştirilecek. Çocuklar, bu programlara rezervasyon yaptırarak aileleriyle veya okullarıyla birlikte katılabilecekler. Çocuk Bilim Müzesi’nde Müzik ve Ses, Oynuyorum Öğreniyorum, Hadi Uçalım, Su Dünyası gibi köşelerde yaklaşık 50 interaktif öğrenme istasyonu ve deney alanları yer alıyor. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle