02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 16 MAYIS 2010 / SAYI 1260 Doğaçlama tekniğiyle film ATAOL BEHRAMOĞLU Kutlu doğum er doğum kutludur. Dünyaya gelen her bebek bütün öteki bebekler gibi yaşamak ve mutlu olmak hakkına sahiptir. Eğer “ilahi” bir âdalet varsa, olması gereken de budur. Oysa ne yazık ki gerçeğin böyle olmadığını biliyoruz. Yoksul bir ailede doğan bebek varlıklı bir ailede doğan bebekle nasıl eşit bir yaşama şansına sahip olabilir. Terk edilen, işkence gören, tecavüze uğrayan, öldürülen bebekler. Âdil bir dünyada yaşamadığımız çok açık. Dünyadaki adaletsizlik, eğer vicdan sahibiyseniz , ilahi denilen bir adalet konusunda sizi kuşkuya düşürmelidir. H ahtı Kara, Türkiye’de yaşayan Amerikalı yönetmen Theron Patterson’un doğaçlama oyunculuk tekniğiyle çektiği uzun metraj çalışması. Türkiye’de çok denenmemiş olan bu teknik, oyuncuların hikâyeyi doğaçlama canlandırmasına dayanıyor. Patterson, “Fark ettim ki oyuncuların bir sahnede oynamaları için küçük bir bilgiye ihtiyaçları var. Her şey senaryoda yazılı olsa da oyuncuların okumasını istemedim. B Bahtı Kara Sadece yaptığımız ön çalışma ile karakterlerin kim olduğu, geçmişi, aralarındaki ilişkiyi netleştirdik. Sabah sete geliyorsunuz, programa göre çekilecek sahneler belli. Ama nasıl çekeceğiniz ve ne olacağını bilmiyorsunuz. Bu bir yönetmen için korkutucu olduğu kadar heyecan verici de bir deneyim” diyor. Peki çıkan sonuç senaryoyla örtüşüyor mu? Patterson yanıtlıyor: “Geleneksel teknikle çalıştığımda çıkan sonuç, doğaçlama tekniğin tam aksine kafamdakini yansıtmadı. Bu çok ironik ama aklımdakini yapabilmem için tam tersi yöntemi kullanmam gerekiyormuş.” Bahtı Kara, ses tasarımında da yeniliklere sahip. Çünkü Patterson aynı zamanda ses tasarımcısı. Elinde ses kayıt cihazıyla İstanbul’un çeşitli semtlerinde dolaşıp her türlü sesi kaydetmiş film için. Türkiye’de sinema yapmanın Amerika’ya göre daha kolay olduğunu dile getiren Patterson, “Orada hemen hemen herkes film yapıyor ve bir doymuşluk var. O yüzden Türkiye daha büyük bir fırsat” diyor. G *** Bebeklerin dâhi ya da cani olarak doğdukları kanısında değilim. Genlerle ya da başka fiziksel nedenlerle ilişkilendirdiğimiz eğilimlerden söz edilebilir kuşkusuz. Bunlara yetenek diyoruz. Kişilikler ise sonraki yıllarda, eğitimle, toplumsal koşullarla, yaşantılarla oluşup evriliyor. Hitler’in Hitler, Einstein’ın Einstein, Shakespeare’in Shakespeare olarak doğduklarını düşünmüyorum... Peygamberlerin de peygamber olarak doğdukları düşüncesi bana yabancıdır. Bunu bütün dinler ve bütün peygamberler için söylüyorum. *** Herhangi bir dinin mensubu olan kimsenin o dinin peygamberine özel bir saygı ve sevgi duyması, saygısını ve sevgisini her fırsatta göstermesi doğaldır. Peygamberlerin doğumlarının kutlanması da yine anlaşılır bir şeydir. Müminlerin bu doğumu “kutsal” ya da “kutlu” saymalarına da itirazım olamaz. Benim anlamakta güçlük çektiğim, İslam Peygamberinin doğumu “Mevlid Kandili” ile zaten kutlanmakta iken, “kutsal” ya da “kutlu” doğum haftasının (üstelik “gün”ü değil “hafta”sı) nereden çıktığı ve bu “buluş”un İslam dininin kendisine, geleneklerine, törelerine ne kadar uygun olduğudur. Bir başka soru, öteki İslam ülkelerinde, örneğin İran’da, Suudi Arabistan’da böyle bir kutlu doğum haftasının bulunup bulunmadığıdır. Bilenlerin beni aydınlatmasını beklerim. *** Her kimin, hangi kişi ya da kurumun icadıysa, bir süredir çeşitli etkinliklerle kutlanmakta olan kutlu doğum haftasının, İslam diniyle de Peygamberiyle de ilgisi bulunduğunu düşünmüyorum. Tersine, bu “dünyevi”leştirmede, kutlu doğum haftası “etkinlik”lerinin ulusal bayram törenlerine öykünülerek stadyumlara taşınmasında, ben dinle ilgili bir kutsallığı yaşamak gereksiniminden çok, dinin siyasallaştırılarak günlük yaşam içine daha fazla sokuşturulması niyetini görüyorum. Bu ise hiç kuşku duyulmasın ki öncelikle dinin kendisine zarar verecektir. Her dönemin yöneticileri, her iktidar, her siyaset, kendi “kafasına göre” İslam dininin kuralları, töreleri, gelenekleriyle oynayarak İslamı yaz boz tahtasına çevirecek olursa, günün birinde ortada ne kutsallık ne de kutluluk kalacaktır. G [email protected] İlk üç boyutlu film Yeni teknoloji yeni sinema Doğaçlama, stop motion, şimdi de 3D. Türk sinemasının anlatım tekniği çoğalıyor. Eksikliklere karşın Türkiye’nin dünya standartlarını anlatım tekniği, teknolojik altyapı ve yetişmiş insan gücüyle yakaladığı iddia ediliyor. Yine de Amerika'da bile yüksek maliyet nedeniyle pek tercih edilmeyen 3D’nin Türkiye macerasını kestirmek zor. T ZUHAL AYTOLUN eknik ve içerik anlamında çeşitlenen Türk sineması yeni dönemde oldukça iddialı. Doğaçlama filmiyle Amerikalı yönetmen Theron Patterson, Türkiye’nin ilk üç boyutlu filmi Cehennem’in çekimlerine başlayan Biray Dalkıran son dönemde Türk sinemasındaki hareketlenmenin son örneklerinden. Stop motion yeniden popülerleşiyor S C M Y B C MY B top motion yeni bir teknik değil. Her ne kadar geçen yıllarda örneklerini görmüş olsak da yeni yeni popülerleştiğini söyleyebiliriz. Bu ilginin bir göstergesi de üniversitelerde açılmaya başlanan stop motion film yapım atölyeleri. Stop motion, en temel anlamda hikâyenin oyuncular yerine kuklalarla anlatılması olarak kendini gösteriyor. Kuklaların, bebeklerin, objelerin her bir hareketi için ayrı bir çekim yapılıyor. 40'ın üzerinde kısa filmi ve 2008 yılında Kafka’nın Gemeinschaft adlı öyküsünden aynı adla uyarladığı filmiyle Antalya Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülünü alan sinemacı Özlem Akın’a sorduk stop motion tekniğini. Çek Cumhuriyeti'nde sinema eğitimine devam eden Akın, bakın nasıl anlatıyor: “Herkes bilir ki sette yönetmen tanrı taklidi yapar, diğer çalışanlar da yönetmen tanrıymış taklidi. Ama konu stop motion olduğunda taklit etmek gibi bir durum yok. Tüm dünyayı ben yaratıyorum. Sonra kuklaların ne yapacağından nasıl yapacağına kadar her şey benim elimde ve kendi ellerimle can veriyorum.” Günümüzde bunca popülerleşmesini ise insanların daha organik ve daha gerçek olana ilgi göstermesine bağlıyor. Akın’a göre aslında stop motion, daha genelinde animasyon Türkiye için çok taze teknikler. Yeni yeni canlanmaya başladığı söylense de hâlâ bir uzun metraj animasyon filmimiz olmamasına dem vurarak bunun yeni ve ağır bir gelişme olduğunu söylüyor. G Bu rüzgârdan hareketle Kadir Has Üniversitesi de bu yıl on birincisini düzenlediği Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı’nda “Sinema ve Yeni”yi tartışmaya açtı geçen hafta. Biz de sinema teknolojilerine dair Theron Patterson, Biray Dalkıran ve stop motion tekniğiyle film çeken Özlem Akın’a yönelttik sorularımızı. Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Deniz Bayrakdar ile Sinema TV bölümü öğretim üyeleri Murat Akser ve Melis Behlil de ortak olarak yeni dönem Türk sineması hakkındaki görüşlerini paylaştı bizimle. Bu yıl başlık olarak Sinema ve Yeni’yi tercih etmenizin nedeni nedir? Nasıl gelişmeler oluyor Türk sinemasında? “Türkiye’de yeni bir sinemadan bahsedebilir miyiz, gerçekten yeni mi üretilen filmler?” sorularından yola çıktık. Sinema ve yeni teması M. Behlil aslında Türk sinemasında 1990 yılından beri olan dönüşümle ilgili. Yeni akımlar, yeni üretim biçimleri ve yeni teknolojiler var. Yeni bir üretim tarzı olduğu gibi, biçim ve içerik olarak eski sinemayı D. Bayrakdar yeniden yorumlayan ve üreten filmler de var. İmaj, Sinefekt, Şafak Film gibi şirketlerinin milyonlarca dolarlık aletleri alma sebepleri de bu. Maddi olarak bu yeni üretim biçimi, özel televizyonların ortaya M. Akser çıkışı, reklam sektörünün profesyonelleşmesi ve yeni bir seyirci kitlesinin oluşumu, sinema okullu ve Avrupa’ya dönük yönetmenlerin üretime geçmesi bu sebeplerin başlıcaları. Anlatım tekniklerinde biçimsel olarak nasıl bir yenilikten söz edebiliyoruz? Teknolojik gelişmeler daha öznel anlatımı olan filmlere yatkınlık getirdi. Dijital teknolojiyi kullanan filmlerde duyguların ifadesi, görüntüde alan derinliği ve kontrastın farklı oluşu, özellikle Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu filmlerinde kendini raf ve Cennet filmlerinin yönetmeni Biray Dalkıran’ın üçüncü filmi Cehennem’in Türkiye’nin ilk üç boyutlu filmi olarak tanıtım çalışmaları başladı. Dalkıran, senaryosunu oluşturduktan sonra yapımcılarla görüşmeye başladığında 3D film yapma teklifinin onlardan geldiğini söylüyor. Nisan ayında çekimlerine başlanan ve iki milyon dolara malolacak film “3D Rig” sistemiyle çekiliyor. Dalkıran, “Bizim derdimiz hem tarih yazmak hem de başarılı bir örnek olarak bir kalite çıtası oluşturmak” diyor. Bunun için de yurtdışından ve Türkiye'den en iyi ekiplerle çalıştığını dile getiriyor. Teknik ekipman ve teknisyenler İspanya'dan gelmesine rağmen işin sanat boyutuyla tamamen Türkler ilgileniyor Cehennem'in. “3D olsa da bir Türk hikâyesini bizim daha iyi anlatacağımıza karar verdik” diyor Dalkıran ve ekliyor: “Çekim yapılan süreç içinde 3D Rig'le neler yapabileceğimizi onlardan daha iyi çözdük. Yeni oyuncak bulmuş çocuk gibi her gün daha iyi neler yapabiliriz gibi bir merakla çalışıyoruz.” Türkiye'deki teknik ekibin Amerika ve Avrupa'yla aynı seviyede olduğunu özellikle vurgulayan yönetmen, 3D olarak da Türkiye’nin hiç de geç kalmadığını dile getiriyor: “Bu işin tekrar gündeme gelmesi Avatar filmiyle oldu. Filmlere uygulanması Hollywood’da bile yeni. Biz erken yola çıktık, o yüzden başarılı olacağımıza inanıyorum.” G A bireylerin psikolojik durumlarının yansıması olarak gösteriyor. Bugün Türk sinemasındaki bu yenilikler gözle görülür ve yaratıcı bir noktada ilerliyor mu? Evet, örneğin Derviş Zaim’in “Nokta” filmi Türkiye’de dijital olmasa yapılamazdı. Osmanlı Hat sanatında olduğu gibi nasıl sanatçı elini kaldırmadan sağdan sola hat yazarsa Zaim’in kamerası hiç kesme yapmadan sağdan sola doğru giderek dünyada benzeri çok az olan bir çalışma. Yine “Vavien”, “Bal”, “Sonbahar” gibi filmler yerel dokuyu resmetmekte görsel olarak eşsiz alternatifler sunuyor. Renk düzeltme, görsel efekt ekleme gibi ek katmanlar “Üç Maymun” gibi bir filme de simgesel anlamlar yüklenebilmesine olanak tanıyor. O halde Türk sinemasının dünya standartlarını yakalaması için sürecin neresindeyiz? Aslında Türkiye dünya standartlarını anlatım teknikleri, teknolojik altyapı ve hatta yetişmiş yaratıcı insan gücüyle yakaladı. Ancak eksik olan üç şey var. Seyirci sayısı beklenen hızda artmıyor ve bu da bir kaynak sorunu yaratıyor. Ayrıca teknik donanımı hemen alan stüdyo ve laboratuvarlar bu aletleri ve yazılımlarını nasıl etkin olarak kullanacaklarını düşünmeden yatırım yapıyor. Bu da yurtdışından özellikle Almanya ve İngiltere'den teknisyen getirilmesine ve sonunda yama gibi duran ses ve görüntünün oluşmasına yol açıyor. Bunun için teknik elemanlar yetiştirmek gerekiyor. G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle