16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 4 NİSAN 2010 / SAYI 1254 KİM Kİ O DENİZ ÜLKÜTEKİN “Kim ki O” bir müzik grubu için alışılmadık bir isim. Bir şarkı için ortaya atılan soru cümlesi zamanla grubun ismi olarak benimsenmiş. Ancak bu ismi henüz duymadıysanız bile ilerde sıklıkla duyacağınız kesin. Ortaokulda başlayan arkadaşlığınız müziğinizi nasıl etkiledi? Berna Göl: Müziğimizin ortaya çıkmasındaki en büyük etken eski arkadaş olmamız. Birçok şeyi birbirimize anlatmaya çalışmadan müzik üretebiliyoruz ve bu büyük bir avantaj. Ancak, şimdi anlıyoruz ki, bir müzik grubunda, en az o müziğin kendisi kadar ciddi mesai isteyen birçok iş var. Müziğe bakışımız ise sanırım neredeyse hiç değişmedi. Hayatımızın merkezindeydi, hâlâ da öyle. Ekin Sanaç: Bize kimliğimizi veren “müzik” ve beraber büyümüş olmamız. Bunlar ‘Kim ki O’nun ortaya çıkış sürecini anlamlı kılıyor. Riot Girl gruplarından etkilendiğinizi söylüyorsunuz. O dönem Bikini Kill gibi gruplar sizin için ne ifade ediyordu? B. Göl: Yaşıtlarımızın birçoğu muhtemelen Bikini Kill’i Amerikan gençlik filmi falan zannediyordu herhalde. Dinleyen Berna Göl ve Ekin Sanaç’ın iki kişilik ordusu “Kim ki O” müzik endüstrisinden uzak bir grup ama şarkıları ABD’nin önemli radyosu NPR’ye kadar ulaşmış. lerin hepsinin adına konuşmamalıyım, bizim için özgürlük anlamına geliyordu. Ben kendi adıma kız olmamda bir problem olmadığını, punk seven bir insanın duygusal olmasında bir sakınca olmadığını Bikini Kill sayesinde düşünmeye başladım. E. Sanaç: Riot Girl gruplarından etkilendiğimiz için neredeyse dışlandığımız bir çevrede büyüdük, o yüzden yaşıtlarımız adına konuşmamız güç. Ama benim için Riot Girl gruplarını keşfetmek, kendimi özgürce ifade edebileceğim bir bakış açısı geliştirebilmem anlamına geliyordu. İlk konseriniz arkadaşınızın düğününde gerçekleşmiş. Sonrasında barlarda sık konser verdiniz mi? E. Sanaç: Bant dergisinin kurucuları Aylin Güngör ve Hakan Dedeoğlu’nun düğünüydü. Düğün derken, Aylin ve Hakan sahnesi olan bir mekânı o gece için kapatmışlardı ve açık bir sahneydi, isteyenler gece boyunca çıkıp çalabilecekti. B. Göl: Daha sadece bir şarkımız varken, bir ay içinde şarkı sayısını üçe çıkardık ve çıkıp çalmayı başardık. Önce birkaç ismi olan mekân, ardından bir sushi restoranı, sonra Teknik Üniversite’nin avlusu derken arttı konserler. Jens Lekman’la tanışmanız nasıl gerçekleşti? E. Sanaç: Bir gün Jens Lekman’dan CD’lerimizden edinmek istediğine dair bir eposta aldık ve böylece tanıştık. Müziğimizi bir arkadaşının blogundan dinlemiş ve çok beğenmiş. Sonra Avrupa turnesinin bir kısmı için ön grubu olmak isteyip istemeyeceğimizi sordu. Sahiden de bize her konuda destek oldu ve turnedeki dört konserinde ön grup olarak Lekman’a eşlik ettik. Birlikte NPR’ye konuk olduğunuz doğru mu? E. Sanaç: Lekman Amerika turnesindeyken NPR’de All Songs Considered programına konuk oldu ve sevdiği birkaç grubun parçalarını çaldı. Biz de bu gruplardan biriydik. Önümüzdeki yıllarda kariyerinizi yurtdışında mı yurtiçinde mi devam ettirmek istiyorsunuz? E. Sanaç: Kariyerimizi ne şekilde ya da nerede devam ettirmek istediğimize dair kararlar alıp, bunlar üzerine hiç kafa yormadık. Herhangi bir plak şirketine bir kez bile kayıtlarımızı yollamamış olmamız bu konuda iyi fikir verebilir. İstanbul’da sizi besleyen bir müzik ortamı, yaptıklarını dinlediğiniz “biz daha iyisini yapmalıyız” dediğiniz gruplar var mı? B. Göl: İstanbul’daki müzik ortamı beni kişisel olarak pek beslemiyor. Zaten ancak son birkaç yılda özgün müzik üretimi arttı. Malesef geleneksel olanların dışında çok da müzik temeli olmayan bir yerdeyiz. Her röportajda İstanbul’un yeni müzik sahnesinden bahsediyoruz sanki o bütün bir varlık olmak zorundaymış gibi ya da kim daha iyi gibi bir önceliğimiz oluyor. Kimse arkasına yaslanıp, yargılamadan ortaya çıkarılanları değerlendirmeye, hatta onların tadını çıkarmaya öncelik vermiyor. E. Sanaç: Açıkçası bizim kendi yaptığımız müziğin fazlasıyla içine girmiş olmamız, bizi aynı zamanda içindeymişiz gibi gözüktüğümüz ortamdan soyutlayan bir unsur. Kim ki O’yu hiç başka gruplarla ortak değerlendiren bir düşünce yapım olmadı. G ATAOL BEHRAMOĞLU Paris yağmuru üstüne çeşitlemeler P aris yağmuru üstüne Paris’i görmeden çok önce, Orta Anadolu kentindeki lise öğrenciliğimde yazmıştım. “Gerçeksiz Yaşam” adlı şiirimde Seine Nehri’ne kirli bir yağmur yağdırıyordum. O dize büyük olasılıkla, Attilâ İlhan’ın o yıllarda tutkuyla, şimdi de yine çok severek okuduğum şiirlerinin esintisiyledir. Yıllar sonra Paris’i gördüğümde özellikle Seine Nehri bende düş kırıklığı yaratmıştı. Şairlerin kendilerini atarak yaşamlarına son verdikleri efsane nehir, pısırık pısırık akan bu karanlık su muydu? Nâzım Hikmet bile “Saman Sarısı”nda “Sen ırmağı”nı, üstünde genç bir kadının uyuduğu bir ay dilimine benzetiyor. Ama o, o sırada âşıktı. Dino’ların Saint Michel’deki evlerinin penceresinden, evin yakınındaki otelden, sevdiği kadınla birlikte Seine’e bakmıştı. 70’lerde Dino’ları ben de Seine kıyısındaki evlerinde tanımıştım. Nâzım’ın o evden, oralardan, benim sözünü ettiğim 70’li yıllardan olsa olsa en çok on yıl önce geçmiş olduğunu düşünmek, şimdi bana baş döndürücü geliyor… İnsan tarihe tanıklık ederken bunun farkına varmıyor… Ya da tarihin içinde yaşarken… Ama ben bu yazıya Paris yağmurundan söz etmek için başlamıştım… Seine Nehri ya da ırmağı beni düş kırıklığına uğratmış olsa da Paris’in yağmurla ilişkisi içimde hep sürmüştür. Şiirlerimde de… 1980’lerdeki sürgün yıllarımın tanığı olan “Paris Şiirleri”min bazılarında içime inatla işleyen bir yağmur vardır. Yalnızlık ve yağmur… “Paristi” adlı şiirim ise, özellikle son dizeleriyle, gençliğe, Paris’e ve yağmuruna bir veda şiiridir. Paristi, gecenin, hüznün Paris’i Yağmurun ve gençliğin Teşekkürler esirgediğin Ve sunduğun her şey için Paris ve yağmuru bu vedalaşmadan sonra da yaşamımdan eksik olmadı. Rus şairi Joseph Brodski’nin sürgünde ölümünü yağmurlu bir Paris gününde Saint Michel’de bir kafe’de okuduğum Le Monde’dan öğrenmiştim. Oracıkta yazdığım Cumartesi yazıma bu ölümün hüznü ve Paris yağmuru sinmiştir. Bir başka Paris yolculuğunda, yine yağmurlu bir Paris gününde ve yine bir kafe’de, bu kez N. Fazıl’ın (o anda Paris yağmuruyla özdeşleştirdiğim) “Bu Yağmur”u üstüne yazdığımı anımsıyorum. Paris yağmurundan söz eden şiirler herhalde ciltler dolusu bir seçki oluşturur. Bulgar şairi Veselin Hançev’in şiiri bunlardan biridir. Seine üstündeki köprülerden birine sevgilisinin resmini yapan sokak ressamının mutluluğu çok sürmemiş, gelip geçenin attığı paraların çıkardığı seslere ansızın başlayan Paris yağmurunun tıpırtıları karışmıştır. Boyalar (belki de yitirilmiş bir sevginin simgeleri gibi) eriyip giderlerken ressamın gözyaşları da yağmurla karışarak akmıştır… Paris yağmurunun ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceği belli olmaz. Attilâ İlhan’ın “La Donna e Mobili”sinde Bulvar Sebastapol’de yağmur başlarken Belleville taraflarında güneş açar. Sonradan bu caddenin ve semtin birbirinden pek de uzak olmadıklarını gördüğümde şiire sevgim eksilmese de Attilâ İlhan’ın abarttığını düşünmüştüm… Fakat Paris yağmurunu tanıdıktan sonra şairin doğruyu söylediğini anladım. Tıpkı, Paris Kitap Fuarı’nın konuğu olarak geldiğim ve bu yazıyı yazmakta olduğum bu Paris gününde olduğu gibi… Hiçbir zaman hiçbir yerde yağmurun ve güneşin, mavi göğün ve karanlık bulutların bu kadar kısa sürede birbirlerini izlediklerine tanık olmadım. Ama Paris ve yağmuru böyledir. Büyüsü de belki buradadır… Hüznün ve mutluluğun sürekli yer değiştirmesinde… G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle