Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 BRÜKSEL 3 OCAK 2010 / SAYI 1241 MİLANO Avrupa Birliği Türkiye dramı ÇİMEN TURUNÇ BATURALP 2008 AB yılı olacak deniyordu. Geçti gitti... Ardından bakakaldık... 2009’u bile devirdik. Türkiye’nin AB kapısından girebilmek için “yaparım evelallah dediği” ev ödevleri masada öylece duruyor. Başmüzakereci Egemen Bağış arada Brüksel’e yolu düştükçe “demokratikleşiyoruz” diyor AB’li dinleyicilere... “Türkiye AB yolunda kararlılıkla ilerlemektedir.” Örnekler veriyor; “demokratikleşiyoruz” ya öyle çok ki “örnekler”... “ABTürkiye ilişkileri tarihinde ilk kez bir başmüzakereci atandı, Nâzım Hikmet’e itibarı iade edildi, TRT’de Kürtçe yayın başladı!..” Her gelişinde, her konuşmasında... Oysa bu yıl 35 maddelik ev ödevinin iki tanesine kapak açtı Türkiye, yani ite kaka iki fasıl açılabildi. 2009’un son günlerinde Türkiye çevre faslını açarken Türkiye’den üç bakan ve 70 kişilik heyet vardı salonda. Aynı gün yapılacak hükümetler arası toplantıya katılan Hırvatistan’ı izlemeye gelen gazeteciler dalga geçtiler; “Öyle çok bakan gelmiş ki Türkiye bütün fasılları bugün açacak sandık!”. O gün Avrupa Komisyonu’nun genişleme komiseri Olli Rehn görevini devretmeden önce son kez Türklerin karşısındaydı. Türkiye’yi en iyi bilen Avrupalı bir siyasetçi olarak şöyle dedi Rehn: “görevli olduğum son beş yılda Türkiye çok değişti”. Ya!!! Peki ABTürkiye ilişkileri değişti mi? Bence evet. Fasılların açılma hızına, altı ayda iki fasıl açılmasını beğenmezken altı ayda tek fasıl hızına düştük Rumların yeni fasılları bloke etme tehdidine, Avrupa’da hızla yayılan İslamofobi’ye bakılırsa çok daha kötüleşti. “Değişin, bize katılın” diyen AB’de tıs yok. Resmi üyelik başvurusunu yeni yapmış Sırbistan’a vize kalktı. Türkiye için bir hayal bu hâlâ. Üyelik tarihi dediğiniz zaman dünyanın en saçmasapan sorusunu sormuşsunuz gibi bakılıyor yüzünüze... “Türkiye AB’ye alınacak mı” sorusu AB’nin en dertli siyasi sorularından biri. Brüksel’de Türkiye’yi merak eden çok. Türk olduğumu duyan, soruyor da soruyor. “Neler oluyor Türkiye’de?” “Bilmem, “demokratikleşme’ deniyor...” “Hâkimlerin bile telefonları dinleniyormuş” “hıı evet öyleymiş”... “Anayasa değişmedi, parti kapatıldı”... “yaaa, öyle olmuş evet”. “Gösteri yapan işçilerin üstüne biber gazı sıkılmış”... “e demokratikleşiyoruz dedik ya”. “Dogan (Doğan demeyi bilmiyorlar) medya grubuna anormal bir vergi cezası kesilmiş”, “ben de duydum, e demokrasi” “Ergenekon olayının çözülmesi süper olacak..” “olacak , olacak”. “Tam olarak ne olmuş, ne yapmış teröristler” “bilmem, demokratikleşiyoruz merak edilecek bir şey yok”. “Aylardır hangi gerekçeyle tutuklandıklarını bilmeyen sanıklar varmış???” “Sahi mi?”... “Sizde din baskı altında!”, “hangisi?” “İslamiyet”, “yapma ya, biz de din baskı yapıyor sanıyorduk”, “İran’daki olayları Türk ordusu çıkarmış”, “Vay canına!” “AKP’ye kalsa Kıbrıs’tan çıkacak, ama TSK direniyor”, “ciddi mi?”, “Minareler süngümüzdür demiş sizin başbakan” “bizim başbakan süper şiir okur”. “Kürt açılımı oldu, anadilde Kürtçe eğitim başlayacak mı?“ “sizce?” “Ermenistan’la sınırları açıyormuşsunuz..” “inşallah”, “Sizin başbakan Crans Montana ödülü almış, yolsuzlukla mücadele, azınlıkların haklarının güçlendirilmesi, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü teşvik dalında...” “e maşallah”. ABTürkiye ilişkileri gitgide azalarak akan su gibi... Bu aralar damla damla. Bakalım 2010’da damlaya damlaya göl mü olacak, bardağı taşıran bir son damla mı olacak? G cimenturunc@hotmail.com Sisin örttüğü kentler ASLI KAYABAL Çocukluk yılları kuzeyde Piemonte’de Alessandria şehrinde geçen Umberto Eco’nun anılarında sis önemli bir ayrıntı olarak kalmış olmalı ki, yıllar sonra Bologna Üniversitesi’nde edebiyat teorisi ve eleştirmeni olan dostu Doçent Remo Cesarani ile sıra dışı bir araştırmaya imza attı. Eco&Cesarani ikilisi, 2010 yılına birkaç hafta kala okurlara güzel bir sürpriz hazırlayarak bir “Sis Antolojisi” yazdılar. İtalya’da Einaudi Yayınevi’nden çıkan kitap, dünya edebiyatının usta kalemlerinin değindiği sis teması çercevesinde Paris’ten İstanbul’a, Milano’dan San Francisco’ya, İskoçya’dan San Petersburg’a Torino’dan İrlanda’ya birçok kentte sisin büyüsünü ve her birimizin sisle kurduğu özel ilişkiyi edebi bir tatla aktarıyor. Her iki sis tutkununun sisli notları, farklı hareket noktalarından yola çıktıklarını gösteriyor: Eco, Londra gibi sisli bir şehir olan Alessandria’da büyüdüğünden “Sis güzeldir, sisi tanıyan sever ve hemen ona bağlanır” diye not düşüyor. Cremona’ya bağlı peyniri ile ünlü Soresina’da dünyaya gelen Ceserani ise Padania ovasını kaplayan yoğun sis tabakası ile kurduğu özel ilişkiyi aktarıyor bizlere. Ceserani’nin bu arada Utet’in yayıma hazırladığı tematik sözlük için “sis” maddesini kaleme aldığını da hatırlatırım. Eco’nun tersine Ceserani’nin çocukluk anılarında Soresina’daki sis, “tehlikeli bir imge”. Çoğu zaman yüzü bir kurtu anımatan, binbir tehlike barındıran bir imge. Eco, sis konusunda yaptığı edebi araştırmada Zola’nın bir romanında Paris’i ikiye bölen sisten söz ediyor. Montmartre’dan bakan Zola, sisin Paris’in yoksul semtlerini örttüğünü oysa evlerin ışıl ışıl olduğu varlıklı semtlerde sisin izine bile rastlanmadığını hatırlatıyor. Eco’nun İstanbul’u da içine alan sis antolojisinde sisin bir metafor olarak gündelik yaşamımızdaki önemi konusunda düştüğü notu sizlerle paylaşmak istedim: “Soğuk ülkelerde dünyaya gelenlerin, doğdukları topraklara bir tepki olarak güney denizlerini sevebileceklerini anlayabilirim. Ama gözlerini sisin örttüğü bir kentte açmayanların sisi sevmesi mümkün değil. Sisi tanıyan, kaybolma, yönünü kaybetme gibi kaygıları da taşır. Sonra siste yavaş yürünür, sonuçta hedeflenen noktaya hep ulaşılır. Siste yürümek, karın üzerinde yürümekten daha güzeldir. Kaliteli bir tütün gibi tüm ciğerlerimizi doldururur. Bizleri ana rahmindeki gibi korur. Sisin içinde nerede olduğumuzu pek kestiremesek de, hep çıkmak için uğraşırız. İşte bu yüzden hepimiz olumlu varlıklarız.” G aslikayabal@hotmail.com STOCKHOLM Çocuklar karar verseydi OSMAN İKİZ ğlumun canı hamburger çekince artık çevreci olanına gidiyoruz. Yani bildik Amerikan menşeli olanlara değil. 1968’de faaliyete geçmiş olan İsveç hamburgercisini tercih ediyoruz. İsveç’in her yanında zincir hamburger restoranları olan Max çevreci bir atılım yaptı. Tüketiciler bu sayede artık tabaklarına konan Max hamburgerlerinin çevre karnesini de öğreniyor. Buna karbon etiketi diyenler de var. Karbon karnesi nedir? Hamburger için şöyle: Kullanılan et ve sebzeler için üretim, nakliye ve restoranda tabağa gelinceye kadar geçtiği işlemler aşamasında havaya ne kadar sera gazı karıştığının hesabı. Başka bir ifadeyle, yediğimiz bir hamburgerle havayı ne kadar kirlettiğimizin bilançosu. Hamburgerin iklim faturası. İnsan irkiliyor tabii. Adeta suçluluk duygusuna kapılıyor. Oysa bu doğal bir şey. Üretim ve tüketim kaçınılmaz olarak her zaman sera gazı salımına neden oldu. Ama bunu azaltmak mümkün. Tıpkı Max’ın yaptığı gibi. Max, kullandığı yiyecek maddelerinin en kısa nakliye mesafesinde üretilmiş olanına öncelik tanıyor. Böylelikle nakliye sırasında daha az egzoz gazı salınmış oluyor. Sebzelerin üretildiği tarlalarda da çiftçiler kendi O hazırladıkları gübreyi kullanıyor. Çiftçilerin hazırladığı gübre toprağı zehirlemediği gibi sera gazı salımını da azaltıyor. Kesimlik hayvanların beslenmesinde de aynı titizlik gösteriliyor. Dahası Max’ın bütün restoranlarında rüzgâr enerjisi kullanılıyor. Şirketin bütün taşıtları çevre dostu. Sonuç umut verici. Sorumlu bir üretici, tüketicinin bilinçlenmesine de yardımcı oldu. Çiftçiler birliği de etkilenip ürünlerin üzerine çevre karnesi koymaya başladı. Şimdi çevre örgütleri, tüketici birlikleri bütün ürünlere çevre karnesi konması için zorluyor. Ama bilinçli tüketim aslında zorlamadan daha etkili. 11 yaşındaki oğlum okulda duyduklarından, çocuklar için özel televizyon haberlerinde dinlediklerinden, bilinçli bir tüketici oldu. Tüketim bilinci böyle gelişip yaygınlaşsa, çevre dostu olmayan üreticilerin ne hale geleceğini düşünebiliyor musunuz?.. Ama ne yazık ki tüketim bilinci yaygınlaştırılacağına, özellikle televizyon kanallarındaki reklamlarla tüketim çılgınlığı pompalanıyor. Kopenhag’da iklim antlaşması için çocuklara yetki verilseydi acaba ne yaparlardı? Tabii ki politikacılar gibi karbon dioksit kotası pazarlıklarıyla uğraşmazlardı. Tek düşünceleri hayat olduğundan herhalde sera gazı salımını yasaklarlardı. Peki böyle bir yasakla hayat durur muydu? Hayat durmazdı ama dünyayı vahşice kemirip yiyen, insan soyunu tehdit eden, şuursuz tüketimle beslenen kapitalizm dumura uğrardı. Çocuklar ne yazık ki karar veremiyor. Üstelik politikacılara inanıyorlar. Büyüdüklerinde gerçeği öğrenecekler ama herhalde çok geç olacak. Doğa insan ihanetine daha fazla tahammül etmeyeceğini belli etti. İnsanlar cezayı çoktan ve fazlasıyla hak etti ama çocuklara yazık olacak. G osman.ikiz@tele2.se MALMÖ Yitik güvercinler ALİ HAYDAR NERGİS ılbaşı hazırlıklarını sürdürürken ateş yine yakınlarıma düştü... Fevzi Kattab (kâtip) Mısırlı, avukat arkadaşımdı. Diploması geçerli sayılmadığı için İsveç’te avukatlık yapamıyordu. Dört yıl önce, ilk kalp krizini geçirdiğinde hastanede ziyaretine gitmiştim. Son günlerde, yüreğinden yine olumsuz sinyaller alıyordu. Boynunda, sırtında çoğalan ağrılar vardı. Evine son gittiğimde, masanın üstünde viski şişesi duruyordu. “Bir ara gel, şu şişeyi devirelim!” dedi ya, bitkindi, hali hal değildi. Y Kızdım biraz, “Bu gidişle sen kendini devireceksin Fevzi” dedim, “ilaçlarını kullanmıyorsun, sigarayı bırakmıyorsun, durumun pek iyi görünmüyor.” Demez olaydım. Birkaç gün sonra aradığımda telefonu yanıt vermiyordu. Evine koştum, zili çaldım, kapıyı açan olmadı. Bekledim, bir daha çaldım. Zilin sesini duyan karşı komşusu açtı kapıyı, “Akşam fenalaştı, hastaneye kaldırdılar” dedi. Kardiyoloji servisine gittiğimde morgun yolunu gösterdiler. Lanet olsun! Yaşam bu denli ucuz, bu denli çabuk muydu? Finlandiyalı eşinden yeni ayrılmıştı. Çocukları annelerinde kalıyordu. Kriz geldiğinde evde yalnızmış. Ambulansı kendi çağırmış. Çocuklarına haber vermiş. Anahtarları masanın üstünde görünür bir yere koymuş. Evin dış kapısını açık bırakmış. Ölüme bu denli de hazırlıklı yani... Fevzi’yi, Malmö’nün biraz dışındaki Müslüman gömütlüğünde toprağa verdik. Aralıksız kar yağıyordu, ama hava soğuk değildi. Daha biz gömütlükten ayrılmadan bir top güvercin geldi, taze gömüt toprağına kondu. Kar her yanı kaplamıştı, belli ki açtılar ve yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Birden çocukluğuma, çocukluğumun güvercinlerine gitti aklım... Binboğalar’ın sarp kayalıklarında yaşayan dağ güvercinleri olurdu. Şehir güvercinlerine hiç benzemeyen, evcilleştirilmeleri zor, ele avuca sığmayan boynuala kuşlarıydı bunlar. Herkesin ruhunda bir güvercin taşıdığına, ölümden sonra bu güvercinlerin bedenden çıkarak gökyüzündeki güvercinlere karışacağına inanırdık. Ölen iyi insanlar, ermiş kişiler güvercin donuna (görüntüsüne) girerek geri dönerlerdi. Akşam serinliğinde, güvercin sürüleri suya indiklerinde, onları uzaktan izlerken, “Bak, şu Keleş Mustafa, şu Gül Ali, şu Bese Nene...” derdik. Yavru güvercinler de, boğmacadan, kızamıktan ölen küçük kardeşlerimiz olurdu. Güvercinlerin kuluçkaya yattıkları günlerde, kayalara tırmanır, yuvalarından aldığımız yumurtalarını eve getirerek kümesteki tavukların altına koyardık. Ancak tavuklar, bu yabancı yumurtaları çabuk tanır, gagalarıyla iterek folluğun dışına çıkarırlardı. Böylece, tavuktan güvercin alinergis@yahoo.se C M Y B C MY B çıkarma çabalarımız da boşa gitmiş olurdu. Kayalıklardaki yumurtaları alınmış boynuala güvercinleri ise ayırdına varmadan günlerce boş yuva beklerdi. Sonunda, yavru çıkmayacağını anladıklarında, çığlık çığlığa yuvanın etrafında birkaç kez kanat çırptıktan sonra uzaklara gider, bir daha geriye dönmezlerdi. Türküsü de vardı: “Çok yuva bekledim yavru çıkmadı / Boş yuva bekleyen yoz kuşa döndüm.” Fevzi’nin gömütünden havalanan güvercinler, süzülerek üzerimizden geçti. Kim bilir, belki Fevzi’yi de aralarına almış, çok uzaklara gidiyorlardı. Gözlerimi, havada takla atarak uzaklaşan güvercinlerden hiç ayırmadım. İçlerinden birine, “Fevziii!” diye bağırmak geçti içimden... G