Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 19 NİSAN 2009 / SAYI 1204 Yaratıcı bir yaşam... ADNAN BİNYAZAR onoré de Balzac’ın Vadideki Zambak adlı romanını okuduğumda, saçları yapışık taralı, yüz cildi pürüzsüz, bakışı süzgün, kalemden başka bir nesneye değmemiş narin elleriyle bir salon beyefendisi gelmişti gözümün önüne. Oysa Balzac, “ışıldayan küçücük gözlerinden ne kadar zeki olduğu anlaşılmasına rağmen, şişman, tıknaz, kemikli bedeni; darmadağın saçları, kocaman ağzı, çarpık dişleriyle göze batacak denli çirkindi.” Rodin’in Balzac’ı çıplaklığıyla yansıtan yontusunun reprodüksiyonunu gördükten sonra düşlemimdeki yakışıklı Balzac da, bir tanıdığının nitelendirdiği çirkin Balzac da belleğimden silindi. Onun yontu çıplaklığında erotizm yoktu, kaya sertliğindeki iradesinin başkaldırısı vardı. Yontusal duruşundan belliydi; o, “vasat” yaratılmamıştı; “İçimde, dile getirebileceğim bir düşüncem, kuracağım bir sistem, ortaya koyacağım bir bilim olduğu inancındayım” diyen genç Balzac, ya “büyük” olacaktı, ya hiç! Yontuya uzun uzun bakmış, André Gide’in Dostoyevski’sini anımsayarak, “Bir yazarı, ancak onu özüyle tanıyan başka bir yazar anlatabilir,” demiştim. Stefan Zweig’in yaşamöyküsel yaklaşımla yazdığı Balzac da (Can Yayınları) ona eş bir kitap... Önemi nerden geliyor bu kitabın? Hem Balzac’ın direngen kişiliğini yansıtmasından, hem Zweig’in o hayatı kavrayıcı biçeminden... Özellikle 19. yüzyıl Fransız kentsoylularının aristokratça yaşadıkları sanılır. Kuşkusuz böyleleri vardır. Balzac’ın yaşadıkları ise hayat değil, çileden çileye sürüklenme... Şiirsel biçemde dile getiriyor bunu: “Çektiğim acılarla yaşlandım.../Yirmi iki yaşıma kadar/Nasıl bir hayat sürdürdüğümü/Hayal bile edemezsiniz.” Hayal edilemeyecek bu yaşam, Balzac’ın din okuluna verilmesiyle başlıyor: “Bu elma yanaklı küçük oğlanın, zihninde uçuşan düşüncelerle, boğucu okul binasından çok daha başka mekânlarda; oturmaları gereken yerde oturup, uyumaları gereken yerde uyuyan diğerleri arasında gizli ikinci bir hayatı olduğu kimsenin aklına gelmiyordu.” Sonradan gittiği okullara da ısınamıyor. Yine de noterlik ya da avukatlık diploması alıyor. Onun kafasında, edebiyatçı olmak; bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak var. Bunu babasıyla inatçı annesine açtığında, anne bu çıkış karşısında, oğlunun kitap ya da gazete yazarı olmasını soylu akrabalarına nasıl anlatacağı kaygısına düşer. Sonunda, ana baba, yolunu çizdiğine inanıp, Paris’te bir oda tutacak kadar destek verirler oğullarına. Bu, destek değil, bir tür cezalandırmadır. Balzac, yaşamöyküsel romanı Tılsımlı Deri’de odasını şöyle anlatır: “Tavan giderek çöküyor ve gevşek döşenmiş tuğlalar arasından gökyüzü görünüyordu...” Zweig, kitabında, onun düşlem yeteneğinin, “gerçek”ten bin kat daha güçlü olduğuna, bir bakışıyla en gösterişsiz şeylere canlılık katabileceğine, bütün çirkinlikleri de ortadan kaldırabileceğine inanır. Balzac’ın sağ elini sol göğsü üzerinde gösteren Rus mujiği giysili resmini görünce ona daha çok ısındım. Her bakışta, bu resmin, onun kendine inancını yansıttığını, “hayatlarıyla bütünleştiği işçilerin paramparça giysilerini omuzlarında hissettiğini” düşündüm. G binyazar@gmail.com Handan Öztürk: Sırtımda bir sürü bıçak taşıyorum K ızıl, kahve bir mevsim sonbahar. Yeni bir mevsimin geleceğine işaret etse de bir anlamda çürümeyi de hatırlatıyor insana. Handan Öztürk’le 1 Mayıs’ta vizyona girecek filmi “Benim ve Roz’un Sonbaharı” vesilesiyle bir araya geldiğimizde zihnimdeki çağrışımlar tam da bunlardı. Öztürk filmiyle Hasankeyf’in sular altında kalma tehlikesini anlatırken, bir kasaba halkının mücadelesini de gözler önüne seriyor. Tüm bereketi ve ihtişamı arasında ölümü de barındıran doğu topraklarında, sonbahara doğmuş insanların hikâyelerini anlatıyor... Sizi bu filmi çekmeye iten neydi? Batının çok popüler olduğu böyle bir dönemde, doğu beni çeken bir kavram. Sadece Doğu Anadolu değil, Asya da. Doğuya sık sık gidip geliyorum. İntihar eden kadınlarla ilgili bir belgesel çalışması için Batman’a gittiğimde, Hasankeyf’i gördüm; müthiş bir Mezopotamya görüntüsü, Dicle, “Benim ve Roz’un Sonbaharı”, Handan Öztürk’ün ilk uzun metrajlı filmi. Ana karakteri bir kent: Hasankeyf. Film, kentine sahip çıkan bir halkın hikâyesi... ZUHAL AYTOLUN H Şaman çadırında popstar... Bu denli şiirsel güzelliği olan yerlerde insanlar ölümle burun buruna yaşıyor. Dünyanın ve ülkemizin durumuyla ilgili bir altüst oluş var. Bunun merkezine de ölüm kültü hâkim. Bu, özellikle oralarda gözüne çarpıyor insanın. Zaten oraları da öldürmek kolay bir bakıma. Her batı, kendi doğusunu daha kolay öldürüyor artık. Amerika, doğuda kolay öldürüyor. Cinayetlerin sorumlusu görece olarak bir adım öndeki batı. Hasankeyf’te de koca bir medeniyet öldürülmek üzere. Sinemanın doğusunu öldüren bir batısı var mı? Doğu hep birtakım şablonlarla anlatıldı. Ancak yavaş yavaş doğuya daha içten bakmaya başladık, artık canlı bir bağ kuruluyor. Türk Sineması’nda da, Asya ve Çin Sineması’nda da bir hareket var. Popüler kültürden uzak durmaya çalışıyorsunuz, ancak bir ahtapot gibi her yanı sardığı düşünülürse bunu başarmak mümkün mü? Tümüyle reddedemezsin onu, ancak dışarda kalmayı seçebilirsin. Ben dışındayım. Bir belgesel için Asya’yı gezerken, günlerce bir Şaman aradım. Şelalelerin altından geçtik, donma tehlikesiyle karşılaştık, gece yarısı yollarda kaldık. Sonunda bir Şaman çadırına ulaştık. İçeri girdik, tanıdık bir ses duyduk. Biraz daha kulak kabarttığımda gördüm ki tanıdık bir program: Popstar. Zorla bulduğum bir şaman çadırında karşıma Popstar çıkıyorsa, orada bir dakika demek zorundayım. Tek merkezden düğmeye basılmış gibi dünyanın her yerinde aynı şeyi görmek benim kalbimi acıtıyor. Döner dönmez evden attığım ilk şey televizyondu. Popüler kültür, eğer benim yaşam alanımı daraltıyorsa, orada bir tehlike var, diye düşünüyorum. G Fotoğraf: Vedat Arık “Benim ve Roz’un Sonbaharı” filminden... güçlü bir tarih... Çok etkilendim. O zamana kadar doğuyla kurduğum ilişki, doğuda hâkim olan ölüm kültünün hızla yayılması ve bunların iç dünyamdaki kırılması “Benim ve Roz’un Sonbaharı”nın ilk nüvelerini oluşturdu. Film, konusu itibarıyla neye dokunuyor? Film, kasabasına sahip çıkan, müthiş güzel ve zengin tarihi olan bir halkı anlatıyor. Bu biraz da yenilgi hikâyesi. Çok haklı olmalarına rağmen kaybeden bu kasaba halkının savaşını gazeteci Metin’in hikâyesi üzerinden izliyoruz. Neden yenilgi? Çünkü dünya da biraz yenilgi dönemine girdi. Her yere kaos hâkim. Bu kaotik ortamda, haklı mücadeleler eskisi kadar kolay zaferle sonuçlanmıyor; güçlü olanın “doğru”su dayatılıyor. Bir geçiş ve çöküş dönemi yaşadığımızı düşünüyorum. Bu bakış açımı da mikro düzeyde Hasankeyf örneği ile anlatmaya çalıştım. Peki siz bu karakterlere dokundunuz mu? Tanıştınız mı onlarla? Gazeteci Metin, hakikaten oradaki gözlemlerim sonucunda doğdu. Yerel gazeteciler beni çok etkiledi, henüz kirlenmemişler. İnanılmaz donanımlılar; felsefe, siyaset, müzik... Metin karakteriyle doğuya geleneksel bakışı kırmak istedim. Çocuk karakterler ise zaten Hasankeyf’in gözlerinden ışık saçan, özgür, zeki ve sağlıklı çocuklarının yansıması. O çocuklar ki sonbahara doğmuşlar... Evet, baharı tanımadan sonbaharı yaşıyorlar. Ama umarım ilkbahara geçme şansları olur. Filmin, bizlerin kahramanı, o çocuklar. HASANKEYF YANIMDA Filmde görsel efektler de kullanılmış. Filmdeki görsel zenginlik, Hasankeyf’ten kaynaklanıyor. Yani ana karakterlerden biriydi. Ona, yaşayan bir karakter olarak yaklaştım. Hiç olmasını istemediğimiz şeyleri yaptık filmde; Hasankeyf’i sular altında bıraktık. Bunun için ciddi görsel efektler hazırlandı. Anlaşılan ilk uzun metraj çalışmanız çok ayrı tatlar bırakmış sizde... Şu an acı bir tat var, ama umarım tatlıya döner. Filmi bitirmek için ciddi bir savaş verdim. Birlikte yola çıktığım insanlar vaatlerini tutmadılar. Projeyi tamamlayabilmek için evimi sattım. Artık bu benim meselem oldu. Bitirene kadar ne yapmam gerekiyorsa yaptım. Sırtımda bir sürü bıçak taşıyorum. Sanırım o bıçaklar atılacak, yaralar sarılacak ve ben yeniden güç kazandığımda ikinci senaryoma yoğunlaşacağım. Bir de belgesel ve kitap projem var. Filmi bitirmek için verdiğiniz savaşta yalnız mıydınız? Hasankeyf yanımdaydı. Gördüğüm hayatlar, duyduğum hikâyeler, dokunduğum insanlar... Diğer yandan, Mezopotamya’nın geçmiş ruhu bir tokat gibi yüzüne çarpıyor insanın ve orada kendinizi doğal olarak çok yalnız hissediyorsunuz. G Soyun kabukları... AYLİN KOTİL Z C M Y B C MY B orla sert görünmeye çalışan ya da her an arkandan vurabilirim havasında olan biriyle tanıştınız mı hiç? Ben tanıştım. İlk tanıştığımda açık söylemem gerekirse cümlelerimi seçerek konuşuyordum. Hata yapmamaya çalışıyordum. Çünkü kim bilir nerede bu cümle karşıma nasıl çıkacaktı? Böyle bir iz bırakmıştı bende. Yani gardımı alıyordum konuşurken. Neden böyle hissettiğimi biliyorum, çünkü bu onun işinin bir parçasıydı. Çok zorlu yollardan geçmişti. O yollardan geçerken hayat ve dolayısı ile insanlar ona acımamıştı. Düzlüğe çıkana kadar da bu böyle devam etti. Zordayken ve tırmanırken insanların acımasızlığını deneyimlemişti. Belki kendi de farkında olmadan, böyle davranırsa başarıyı devam ettireceğine inanıyordu. Günümüz şartlarında hepimize böyle öğretilmedi mi? Güçlüysen ayaktasın ve seni sayarlar... Aradan zaman geçti, o insanın derinlerinde bir yerlerde sevdiklerine faydalı olabilme tutkusu olduğunu gördüm. Tutku abartılı bir kelime, bilerek seçtim. Evet, o her lafımı kontrol ettiğim insan aslında iyilik yapmaktan ve sevdiklerinin başarısında payı olmasından, faydalı olmaktan müthiş keyif alıyordu. Hatta ve hatta, sevmediklerini bile başarılıysa övüyordu. Bu kısa zamanda bazı dersler aldım kendi adıma: Acaba ikisi de aynı insan mıydı? Ben hangi yönünü görmek istiyorsam onu mu görüyordum? Böyle ise şu kurtulmaya çalıştığım önyargıdan tam anlamıyla ne zaman kurtulacaktım? Daha kaç tane sopa yemem gerekiyordu? Yoksa o mu kalkanını kuşanıyordu ve aslında hiç de özünde olmayan ancak ayakta kalabilmesi ve ilerlemesi için böyle olması gerektiğine inanan biri haline bürünüyordu? Bu son söylediğim tipte insanlardan çok çıkıyordur karşımıza, yaşamda. Yani özünü saklayanlar. Onları hemen eleştiririz. Peki kaçımız onların kalbine dokunmak için çaba sarf ederiz? Aman sende, deyişlerinizi duyar gibiyim. Biz kendimiz ayakta kalmaya çalışırken bir de başkasının kabuklarını mı ayıklayalım, der gibisiniz. Oysa yaşarken karşınızdakinin ne kadar da insan olduğunu keşfetmekten daha keyifli bir duygu yoktur, emin olun. Siz keşfettikçe o insanın güzelliği karşısında kendinizi ezik bile hissedersiniz. Soyun kabukları, soyun kabuklarınızı. Aradığımız, özlemini çektiğimiz insanlar orada. Sadece biraz cesaret ve iyi niyet gerekiyor. Ayrıca dünya o kadar da kasmaya hiç değmiyor, inanın bana. İyi pazarlar. G Aylin@kotil.web.tr