22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 NEW YORK 19 NİSAN 2009 / SAYI 1204 MİLANO yaşlılar kadar gençlerin de kaçış yolları araması. Çok genç insanlar da gerçek New Yorklular kadar yorgun. Çok arzulanan bir şehirden uzaklaşmak isteyen bunca insan olması, bu işte bir yanlışlık mı var sorusunu getiriyor ister istemez akla. 40’lı yaşlarda, yukarı Batı Yakası’nda oturan, deyim yerindeyse hayatının tadını çıkaran arkadaşım, İsviçre’ye taşınacağını söyledi pat diye. New York nerede, Zürih nerede; şaşırdım tabii. Henüz 23 yaşındaki bir arkadaşım gayet iyi para kazandığı MTV’deki işini bırakıp Paris’e gitmeye karar verdi. Paris’te İngilizce öğretmeyi burada kariyer yapacağım diye kendini paralamaya yeğleyeceğini söyledi. Bu da yetmiyormuş gibi, Brooklyn’de çok popüler bir barı olan arkaşımın arkadaşı da Londra’ya taşınmak için devretti dükkânını. Hepsi de gerçek New York’lu, iyi para kazanıyorlar ama çok yorgunlar ve Avrupa’ya hayatlarına anlam katacak başka bir güneş sistemi gözüyle bakıyorlar. Bana Avrupa ile ilgili sorular sorduklarında, bir ayağı Avrupa’da, diğeri Asya’da, bir kolu Ortadoğu’da, diğeri Akdeniz’de olan bir ülkenin insanı olarak ne diyeceğimi bilemedim. Şu güne kadar bizim buralarda yaşamayı tecrübe etmemiş Amerikalılar için Avrupa’nın her yanından sanat, tarih, asalet, gizem fışkırıyor. Fikri bile dinlendiriyor onları, güneş girmeyen gökdelenli caddelerin arasında görünmez olmaktan yorulmuşlar, deniz istiyorlar, su istiyorlar, okyanus, rüzgâr, dalga, nefes, daha az rekabet, daha çok tatil, güneş, taze meyve, hormonsuz sebze, daha az duraklı metro, daha homojen bir mahalle istiyorlar... Kendilerince de haklılar. Ama sanırım bilmiyorlar ki, her neredeysek orayı eskitiyoruz hep ve Kavafıs’in olağanüstü şehrinde olduğu gibi, bu şehir arkalarından gelecek hep, dönecekler New York’a eninde sonunda... Tıpkı İstanbul’un her gün New York’ta benimle olduğu gibi... G New York’tan kaçış IŞIK CANSU CANAYAK Şehirler içindeki insanları kendilerine mi benzetir, yoksa insanlar şehirleri mi kendilerine? Şehir dediğimiz şey binalardan mı ibarettir sadece, yoksa konuşur mu bizimle, alınır mı, darılır mı bize mesela, bir karakteri var mıdır hepimiz kadar? İnsanlarını çekip alsak şehirlerin, geriye hiçbir şey kalmaz mı? Hiçbir ses, söz? Hepsi bu mudur? Kuşkusuz bunların kesin bir yanıtı yok ama bence bu ilişki karşılıklı. Şehirler insanlarını şekillendirirler, insanlar da onları. O enerji havada öylece asılı kalmaz, gidip gelir ve kıpırdadıkça da çoğalır. Hal böyleyse eğer, gerçek New Yorkluların agresifliğine, derin mutsuzluklarına, Avrupa’yı ayrı bir galaksi sanmalarına şaşırmamak gerek. Gerçek New York’lu da ne demek derseniz, burada en az on sene yaşayanlar için kullanıyorlar bunu. Bu transit şehre kök salmayı isteyip becerenlere yani. Bu da demek oluyor ki, New York şehrinin en az yarısından fazlası buralı değil... Çünkü gördüğüm kadarıyla herkes alacağını alıp kaçıyor buradan, hatta şimdi en koyu New Yorklular bile... İnsanların İstanbul’dan kaçmak istemesinden daha ayrı bir şey bu. Kabul, İstanbul da keşmekeş, gürültülü, yorucu, delirtici mesela ama yine de insanı sarıp seven bir edası, şiirsel bir tavrı da var. Boğazı, tarihi, yemekleri, tembel pazarları, fasıllarıyla bir yerden bir keyif tutturabiliyor insan. Oysa New York’ta keyifler bile hızlı. Zevk almak mecburiyetten. İyiyim, demek ağız alışkanlığından. Beni şaşırtan orta Conticello kardeşler mafyaya karşı... ASLI KAYABAL İ MALMÖ Hayalet şehir... İtalya’daki Abruzzo bölgesinin başkenti L’Aquila, şık tasarlanmış meydanları ve kiliseleri olan, ülke tarihi açısından da önemli eserlere sahip bir kentti. Üniversite sayesinde genç ve cıvıl cıvıl bir nüfusu vardı. 6 Nisan’da birçok şey değişti. Ülkenin son otuz yılda gördüğü en yıkıcı deprem L’Aquilalılar’ın uykusunu böldü. 300 kişinin ölümüne, 1500’den fazla yaralıya, 30 bin evsize neden oldu. Artık yıkıntılar arasında sadece polisler ve sağlık görevlileri var. Bu da İsveç Ergenekon’u ALİ HAYDAR NERGİS İ sveç’te, fabrikaların, kiliselerin, kamu binalarının sirenleri her yıl dört kez çalar. Mart, haziran, eylül ve aralık aylarının ilk pazartesi günlerinde uzun uzun çalan sirenler, soğuk savaş yıllarından kalan bir savaş hazırlığının habercisidir. Dokuz milyon nüfuslu İsveç, hiçbir ülkeyle sorun yaşamamasına karşın, her an bir işgale uğrayabileceği varsayımıyla savunma reflekslerini sürekli açık tutar. Sirenlerin çalmaya başlayacağı günler yaklaştığında, İsveç radyo ve televizyonu, halkı, bir işgal veya hava saldırısı durumunda nasıl korunacakları, sığınaklarda neler yapacakları konusunda sürekli uyarır. Güvenlik gerekçesiyle radyo ve televizyonun ana kumanda merkezi yerin altına kurulmuştur. Stockholm’deki sekiz katlı radyo ve televizyon binasının, ilk bombalanacak hedefler arasında yer alacağı varsayılır. Bu olasılık dikkate alınarak yayın stüdyoları da yerin altına alınmıştır. Kurum çalışanlarının önemli bir bölümü, savaşta ilk silah altına alınacakların listesindedir. Bu personelin kullanacağı silah ve mermiler, işyerlerindeki odalarında, dolap ve çekmecelerinde hazır bekletilir. Silah altına ilk alınacak diğer sivil görevliler de üniformalarını, silah ve cephanelerini ev ve işyerlerinde saklar. Savunma Bakanlığı’nın, bir savaş anında kullanılacak malzemeleri Stockholm’un dışında, Solna semtindeki bir yeraltı deposunda gizlidir. Radyo ve televizyonun yedek teknik araç ve gereçleri de Stockholm yakınlarındaki bir dağın altında saklıdır. Bu dağın altında kurulu bir merkez radyosu, her an yayına başlayacak şekilde hazır beklemektedir. İsveç’teki bütün konut, işyerleri ve kamu yapıları, bir savaş olasılığına göre projelendirilmiştir. Halkın gezip tozduğu büyük meydanların altı sığınak olarak düzenlenmiştir. Stockholm yakınlarındaki Nacka semtinde, savaş halinde devreye girecek bir yeraltı şehri kurulmuştur. Burası, fırınından, hastanelerine dek, binlerce kişiye uzun süre hizmet verebilecek şekilde düzenlenmiştir. Bu bilgiler, Arslan Mengüç’ün, 2007’de İsveç’te yayımlanan “Anılarımdaki İsveç” kitabında yer alıyor. Mengüç, uzun yıllar İsveç radyosu Türkçe yayınlar servisinde çalışmış, 27 yıllık deneyimli bir gazetecidir. Kitabının sivil savunma ile ilgili bölümünü bir anısıyla sonlandırıyor: “Hasan Buluş, Stockholm’deki liselerin birinde fizik öğretmenliği yapan Hakkârili bir Kürt sığınmacıydı. Aynı zamanda, ‘Hemvärn’ denilen milis kuvvetlerinde görevliydi. Evinin gardırobunda sakladığı silahları bize gösterirken (deneme atışı için) hangisini kullanmak istediğimizi sordu: Hafif makineli mi, yoksa piyade tüfeği mi? Gardıroba sakladığı silahları aldıktan sonra, yandaki dolaptan haki renkli plastik bir kutu çıkardı. İlk bakışta sigara kartonlarını andıran kutunun içinde tam iki yüz piyade tüfeği mermisi vardı. O kadar mermiyi ne yapacağız? Yakacağız! Ama, boş kovanları toplamamız gerekiyor. Yenisini alırken bizden boş kovanları istiyorlar. Hem sonra, bana kovan başına bir kron ödüyorlar. Biz, mermimiz bitecek endişesine kapılmadan keyifle atış yaparken, Hasan boş kovanları topladı, sonra devam etti.” Mengüç’ün kitabını okurken, Türkiye’deki insanların Ergenekon davasıyla nasıl bir beyin fırtınasıyla karşı karşıya bırakıldığını düşündüm. Makineli tüfeklerle atış yapma hobisine sahip Mengüç ve arkadaşı, şu sıralar Türkiye’de yaşamadıkları için kendilerini şanslı sayabilirlerdi... G alinergis@yahoo.se PARİS Yokla bir kamuoyu! UĞUR HÜKÜM “Yokla bir kamuoyu daha, bizden olsun!..” Ne zaman yeni bir “Kamuoyu araştırması sonucuna göre...” ifadesi görsem veya duysam önce bir içim kalkar sonra hemen üstüne atlar ya da kulak kabartırım. Bir yanda bilimsel kuşkuculuğun uyarıcı gerçeklik kırbaçı, öte yanda gazeteciliğin dayanılmaz uyuşturucusu meraklılık... Geçtiğimiz salı sabahı Fransa’nın en ciddi ve saygın radyosu France Inter’in konuğu, ocak ayının ilkyarısında yapılan “minikabine” değişikliğinden sonra hükümete ilk kez giren, bakan yetkisinde ama Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Sekreteri Bruno Le Maire’di. Avrupa Parlamentosu seçimleri çevresinde AB’nin genişlemesi tartışılıyordu. Konuk kişilik daha önce sağ kesim içersinde Türkiye yanlılığıyla ‘mimlenen’ (!) eski başbakanlardan Dominique de Villepin’in danışmanlarından olan Le Maire de modaya uymuştu. “Balkanlar’da duralım artık. Önce AB kurumlarını, saflarımızı sıklaştıralım,” diye konuşuyordu. Programa her sabah soru ve yorumlarıyla katılan Fransız basınının en tanınmış siyasi analizcileri, önde gelen çehrelerinden Bernard Guetta demokratik ve laik bir Türkiye’nin her anlamda yeri ve önemini kavramış, bu tavrını her yerde açık yüreklilikle savunmuştu. Adamı geçmişte konuştuklarından Obama’nın son desteklerine Türkiye mengenesinde sıkıştırdı. Le Maire özetle “Bana Türkiye aleyhine söz söyletemezsiniz” diye başlayıp, “Kalabalık, büyük, uyumsuz, sınır, demokrasi ve de Obama’nın üstüne vazife değil”e bir dizi klasik tez sıraladı. Sonunda dayanamayıp sabahın “can alıcı” taze kozunu patlattı. “Zaten Fransızlar da Türkiye’nin üyeliğine karşı. Kamuoyunun yüzde 50’si Türkiye’yi istemiyor.” Doğru koştum dokümantasyon merkezine, yaptım fotokopisini şu “taze cana alıcı” yoklamanın ve okudum. Girdim araştırmayı gerçekleştiren CSA kamuoyu araştırma şirketinin internet sitesine, inceledim. (www.csafr.com/accueil.asp) Gördüm ki, 89 Nisan tarihinde 1009 Fransız deneğe dayanan yoklama Obama’nın tavsiyesi ve Nicolas Sarkozy’nin tepkisinin sıcağında yapılmıştı. Soru son derece basitti: “Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana mısınız, karşı mısınız?” Tam yüzde 50 gerçekten karşı, yüzde 35 girmesinden yana, yüzde 15 de görüşsüz veya sessizdi. Haberi Türkiye’ye yansıtan tüm kaynaklar, “2005’te yapılan ilk yoklamada yüzde 66 karşıymış, dolayısıyla karşıtlar 16 puan azalmış,” tespitini eklemeyi unutmamışlardı. Halbuki bilgiyi kaynağından azıcık irdelediğinizde bu araştırmanın 2002’den beri yapılan 5.’si ve Türkiye karşıtlarının sırasıyla yüzde 55 (Kasım 2002), 50 (Aralık 2004), 57 (Şubat 2005), 66 (Haziran 2005) ve 50 (Nisan 2009), yandaşlarının da yine aynı kronolojik sıralamayla yüzde 33, 37, 28 28, 35 olduğunu görebilirler. Her yoklama o anda yaşanan bir olayın etkisinde ve basit bir tek soru çevresinde hazırlanmıştı. Örneğin 2002’de Fransız sağ kampı Türkiye’ye karşı ideolojik/politik bir Haçlı savaşı açmıştı. Halbuki 2004 Nisanı’nda BVA kuruluşunun Marianne dergisinde yayımlanan yoklamasında yüzde 51 yandaş, yüzde 39 karşıt ve Eylül 2004’te IPSOS kuruluşunun Le Figaro’da yayımlanan araştırmasındaysa yüzde 63 yandaş ancak yüzde 30 Türkiye’nin AB’ye girmesine karşıydı. Zira sorulara, “Türkiye siyasi ve iktisadi koşulları yerine getirirse” kaydı eklenmişti. Ayrıca tüm araştırmalarda 30 yaşın altındaki gençlerin çoğunluğu, sol seçmenlerin yüzde 49’u laik ve demokratik bir Türkiye’nin AB’ye girmesini destekliyorlardı. Olay bir kez daha doğru “soruların sorulması” ve “cevapların doğru okunması”ndaydı. G ugur.hukum@gmail.com talya’da mafya sınır tanımıyor. Güneyde Sicilya’dan, kuzeyde Expo’yu İzmir’e bırakmayan Milano’ya kadar her yerde hissediliyor soluğu. “Gomorra” adlı kitabında Napoli mafyasını anlattığı için ölümle tehdit edilen ve eskort kontrolünde hareket edebilen ve toplum içine çıkamayan genç yazar Roberto Saviano’nun öyküsünü çoğu okur biliyordur. Ama Saviano kadar ünlü olmayan Fabio ve Vincenzo Conticello kardeşlerin Palermo’da başlayan Milano’da noktalanan yaşam ve meslek öyküsü de Napolili yazar kadar ilginç. Fabio ve Saviano, Sicilyalı iki usta aşçı. Palermo’da 1834’ten bu yana hizmet veren tarihi San Francesco poğaçaevi ve restoranın işletmecileri, aile mesleğini sürdürüyorlar. İtalyanların “focaccia” diye adlandırdığı çörekpoğaca işinde ustalar. Güneyli esnafı rahat bırakmayan mafya bir gün onların da kapısını çalıyor ve haraç istiyor. Conticello kardeşler güneydeki çoğu esnafın tersine mafyaya karşı gelerek haracı vermiyor. Ardından tehdit ediliyorlar ve kitabında mafyayı anlatan yazar Saviano gibi eskort eşliğinde yaşamaya başlıyorlar. Sicilya mafyasına meydan okuyan Conticello kardeşlerin öyküsüne bir televizyon programında tanıklık eden güneyli bir başka aşçı ve yatırımcı Rocco Princi hemen Sicilyalı fırıncılarla bağlantı kurarak tarihi San Francesco fırınını Milano’da açmayı teklif ediyor. Hem de barlar ve kafeleriyle ünlü, gece eğlencesinin kalbi Brera’da. Princi’nin düşünde müşterilerin oturup siparişte bulunabileceği tipik bir Sicilya poğaçaevi ve sade bir restoran var. Genç bir fırıncıyken güney İtalya’da odun ateşinde yaptıkları ekmek geleneğini sürdürmekten yana Princi. Conticello kardeşlerden tek isteği Sicilya’nın geleneksel mutfağına sadık kalmaları, uluslararası mutfak ve Milano’ya özgü kuzeyli tadları karıştırmamaları. Böylece mafyanın tehdidi ile Palermo’da barınamayan tarihi San Francesco poğaçaevi ve restoranı yıllar sonra kuzeyde, Expo için henüz kolları sıvamayan Milano’ya taşınıyor. Sicilya mutfağının birbirinden leziz yemeklerini ve fırın ürünlerini Milanolu müşterilerine sunuyor. Dükkânı ekonomik yönden destekleyen ise mafyayla mücadeleyi ilke edinen “Haraca Elveda” adlı bir dernek. Conticelli kardeşerin odun ateşinde hazırladığı leziz ekmeğin ve baş döndüren hamur işlerinin tadına ve niteliğine diyecek yok. Ricotta peyniri Sicilya’da Roccanera’dan geliyor, mutfakta kullanılan sebzeler ise mafyanın el konulan arazilerinde yetiştiriliyor ve Palermo’dan Milano’ya getiriliyor. Şaraplar ise Sicilya’da yerel bir şarapevinden alınıyor. Milanoluları, Palermo mutfağının lezzetiyle tanıştıran sekiz aşçı da doğal olarak Palermolu. Yolunuz Milano’ya düşecek olursa kesinlikle Brera semtine gidin ve Conticelli kardeşlerin mekânına uğrayın. Adanın geleneksek tatlısı içi ricotta peyniri ile doldurulan “cannoli”lerin ve pide tadımındaki tuzlu çöreklerin tadına bakın. Tarihi San Francesco poğaçaevi, Ponte Vetero numara 10’da. G aslikayabal@hotmail.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle