17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 28 EYLÜL 2008 / SAYI 1175 Farklı bir bakış açısı... Zülal Kalkandelen eçen hafta Amerika’daki ırkçılık sorununa değinip Obama’nın kazanmasını isteyenlerin görüşlerini aktarmıştım. Bu yazıda ise, farklı bir bakış açısını ele alacağım. Geçen günlerde New York’ta küreselleşme karşıtı hareketin önde gelen bağımsız gazetelerinden The Indypendent’ın düzenlediği bir paneli izledim. Yazar ve radyo program yapımcısı Laura Flanders’ın yönettiği panelin başlığı, “2008 Seçimi: Gerçekten Risk Altında Olan Ne?”ydi. Konuşmacılar ise, Cumhuriyetçi ve Demokratik partileri eleştirerek, daha ilerici politikaları savunan kesimlerin tanınmış temsilcilerinden oluşuyordu: “No Logo” ve “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism” adlı kitapların yazarı ünlü gazeteci/yazar Naomi Klein; Blackwater skandalını incelediği kitabıyla çok konuşulan gazeteci/yazar Jeremy Schaill, Amerika’nın en saygın siyasi dergilerinden The Nation’ın yazarı Roberto Lovato, toplumdaki şiddeti önlemek ve seçimlerde etkili olmak üzere uluslararası alanda çalışmalarda bulunan The Gathering derneğinin yöneticilerinden Malia Lazu. *** Panelin yapıldığı salona girdiğimde, bir an sanki New York’ta değil de Latin Amerika kentlerinden birindeymiş gibi hissettim. Üzerinde “Viva Cuba” yazılı tişörtler giyen gençler, Marksizmi anlatan G kitapların satıldığı stantlar, video ekranda beliren “Sağduyulu Emperyalist = Deli Kovboy” yazısı, hepsi paneldeki konuşmaların ne yönde şekilleneceğinin birer göstergesiydi. Salonda bulunan birkaç kişi dışında herkes, Cumhuriyetçiler ile Demokratların temelde birbirine benzer politikaları savunduklarını düşünüyordu. Çünkü onlara göre bu iki parti de, kapitalist sistem içerisinde şirketlerin kurduğu hegemonyaya destek veriyordu. Gelecek seçimlerde kim kazanırsa kazansın, değişen bir şey olmayacaktı. Bu nedenle de, John McCain’den daha çok değişim mesajıyla yola çıkan Obama eleştiri oklarına hedef oldu. Nitekim Naomi Klein, Demokratların geçen ayki ulusal kongresinden örnekler vererek sert eleştirilerde bulundu. Kongreyi izleyen 15 bin gazeteciye, büyük holdinglerin parasıyla nasıl her gün bedava masaj hizmeti verildiğini, ellerinde buzlu içecekleriyle gezip yüz maskesi yaptıran “gazetecilerin” nasıl gerçekleri aktarmadığını anlattı. Klein’a göre, telekomünikasyon devi AT&T, kongre kapsamında verdiği gösterişli partiyle aslında Demokratlara teşekkür ediyordu. Çünkü güvenlik gerekçesiyle mahkeme kararı olmadan telefonların dinlenmesine ve elektronik postaların izlenmesine olanak veren yasa kapsamında telefon şirketlerine dokunulmazlık sağlanması için Demokratlar da çalışmıştı... Roberto Lovato ve Malia Lazu’nun üzerinde durduğu nokta ise, Amerika’nın ülke dışında sürdürdüğü savaşların yanı sıra, ülke içinde devam eden ama sürekli göz ardı edilmeye çalışılan savaşlarının da olduğu. İşsizlik, zenginle yoksul arasında genişleyen uçurum, kötü eğitim, artan şiddet olayları, sağlık sigortası olmayan milyonlarca insan... Lovato’ya göre, Amerikan rüyası denilen efsane artık sona erdi; halkın sadece yüzde 18’i bu rüyanın gerçekleşebileceğine inanıyor. İşte bütün bu gerçekleri dile getiren konuşmacılar, Obama’nın özellikle son aylarda daha merkeze kayan bir politika izlemesinden, Katrina faciasına yeterince eğilmemesinden, Afganistan’daki savaşı genişletmekten söz etmesinden rahatsız. Onlara göre asıl risk altında olan ise, vatandaşın geleceği ve hakları... Peki bu durumda ne öneriyorlar? Yerim kalmadı. O da haftaya... G www.zulalkalkandelen.com/[email protected] Bilgi çölleşmesi... Adnan Binyazar Dönüp dolaşıp kitap üzerinde duruyorum... Düşüncenin yaratıcısı bilgidir. Bilgi de, kitapla edinilir. İnsan, bir düşünce varlığı ise, içini kötülüklerden arındırıp vicdan sahibi olmuşsa, o yetkinliğe bilgisel düşünceyle varmıştır. İki yüz yıldır, insanımız ne çekiyorsa bilgisizlikten çekiyor. Sorunların çözülememesi de bilgisizlikten. Yönetenler halkı suçluyor, halk yönetenleri. Toplumsal güç, daha 12 Eylül’ün enkazını kaldırmaya bile yetmedi. Bakanlık da yapmış biri çıkıp, “Kenan Evren yargılanıp cezalandırılsın, cumhurbaşkanı da, yaşından dolayı onu bağışlasın” diyebiliyor. Öyle ya, Erbakan’ın bağışlandığı yönetimsel ortamda Evren’in günahı ne!.. En ilkel toplumların yasaları bile böyle bir mantıkla hazırlanmış olamaz! İnsanlık belki kitapla açmadı gözünü, ama insanın gözünü kitap açmıştır. Aydınlanma, kitap uygarlığıdır. Aydınlanmacılar, insanca değerleri ölçü alıp geleceği yaratmayı düşündüklerinde o zamana değin yazılmış bütün kitapları didik didik ettiler. Bizde aydınlanma yönelimi Tanzimat’la başlamış, bunun eylemsel değeri ancak Atatürk devrimiyle anlaşılmıştır. 1940’lı yıllarda bu coşku bilince dönüşmekte iken, devrim karşıtları bir bir türemiştir. 1950 yılında Dicle Köy Enstitüsü’ne girdiğimde kendimi klasiklerin arasında bulmuştum. Yıllar sonra gidip o kitaplığın ardiyeye dönüştüğünü görünce yıkılmıştım. Ülkede bilgi çölleşmesinin tarihi böyle başladı. Ülke içinde öyle de yurtdışında farklı mı? Ahmet Taner Kışlalı kültür bakanı olduğunda, ilk önce klasikleri canlandırma işine girişmişti. İki yıllık dönemde az çok yol da alınmıştı. Kitaplar, yurtdışındaki kültür evlerine de gönderiliyordu. Oraları ziyaret ettiğimizde, paketlerin bile açılmadığını görmüştük... Aradan otuz yıl geçti. Kültür evlerinde artık kitabın adı bile yok! Yurtdışı etkinliklerinde varsa yoksa defileler, orta malı konserler, günah çıkarmak için bir iki de resim sergisi... Yıllardır Deniz Feneri’nin ışığı gözleri körleştirdi de onu gören olmadı. İnsanımız uzun süre döviz kaynağı idi. Bir yandan da araya dini sokup, onların dişlerinden tırnaklarından artırdıklarını olmadık dalaverelerle ellerinden aldılar. Berlin’de, büyük olasılıkla Deniz Feneri’nin adamları, ellerinde uydurma makbuzlarla, havaalanlarında uçağa binmek üzere sıraya girenlere yaklaşıyor, dinsel duyguları sömüren bir sürü ürkütücü söz söyledikten sonra onlardan para topluyorlardı. Bir yandan da, tarikatçılar, cer hocası gibi ortaya düşüp cami parası dileniyorlardı... Şimdi hangi keseyi ısıttığı bilinmeyen milyon Avrolar böyle böyle toplandı. Kapını bacanı (pencere) açık koy, sonra kuzuyu kurt kaptı, de! En sıradan yurttaş, Başbakan’ın niye öfkelere kapıldığını artık çok iyi biliyor. Yurtdışında yıkım sürüyor. Ekrana iyice bakalım; Deniz Feneri’nin uygulayıcıları, genellikle eşlerinin başı türbanlı fanatik gençler. Öbür kesim de, adının başına “Killa/Katil” koyarak müzik yapıyor... Bilgi çölleşmesi en başta ahlakı bozar. Alman yargısının bu kararlarından sonra Türkiye dünyanın belleğinde kim bilir nasıl bir imge yaratacak?.. G [email protected] Bir romancı toprağının sesidir Enver Aysever A hmet Abdülcevat Bey Mısır’da yüksek gelirli bir tacirdir. Çevresinde dürüstlüğüyle tanınır. Ailesine düşkünlüğüyle elbet... Dindar bir adamdır. Allah’a imanı tamdır. Muhafazakâr bir yaşam sürer. Karısı Emine, neredeyse yaşamı boyunca sokağa bir kez bile çıkmamıştır. Sokaklar kötülükle doludur. Ahmet Abdülcevat’ın bunu göze alması olası değildir. Sokaklar erkekler içindir. Birinci eşinden bir oğlu, Emine’den de dört çocuğu olmuştur. Çocuklarının yüzüne gülmez, onlara dokunmaz, sevgi sözlerini unutmuş gibidir. Kadın ve çocuklar, Ahmet Abdülcevat’tan bir tanrıdan korkar gibi çekinirler. Bir yandan kutsal bir saygı duyarlar ama derinden bir korku büyür içlerinde de... Neredeyse bütün varlıklı adamlar ikili bir yaşam sürerler Kahire’de. Geceleri şarkıcıların evleri dolup taşar. Şarap içer, def çalar, şarkı söylerler. Garip bir ikiliktir bu; gece ve gündüzün farkı kadar büyür, adamların kimliklerindeki ayrım... Ahmet Adülcevat geceyi şarkıcı Zennube’nin kollarında tamamlar, gün ağarırken gelir ancak evine. Bu böyle sürer... Romancı bize tüm bir kenti tanıtır. Ardından tüm bir ülkeyi, dahası koca bir Arap âlemi hakkında fikrimiz olur. İmanın, ibadetin bu toplumda nasıl algılandığını öğreniriz. Kadının bu toplumdaki yerini kavrarız, dahası modernleşmeyle, direnenler arasında kalanları görürüz. Yetmez; sürekli ahlak üstüne düşünmemizi ister bizden romancı. Büyük oğul Yasin babasının izinden gider. Şehvet düşkünüdür, ikili yaşam sürmek ister. Ancak baskıcı babanın deneyimi onda yoktur. Evlilikle birlikte bu sorunu aşacağını umar. Büyük hayal kırıklığına döner evlilik yaşamı. Ahlaksızca bir saldırıyla tecavüz etmek ister hizmetçisine. Yakalanır. Karısı evi terk eder. Ama tuhaftır; evi terk eden kadının ahlaki tutumu sorgulanır da, Yasin’inki görmezden gelinir... Ayşe ve Hatice... Gelinlik çağında iki kız... Biri güzel, diğeri pek o kadar değil. Koca beklerler. Yüzlerini hiç görmedikleri adamlarla evlenmek için sıradadırlar. Üstelik bunu bir rütbe ve itibar sayarlar. Evlilik, bir kadının tercih edilmesi onurdur. Ruhlarında ne türden fırtınalar kopar, biz okurlar biliriz de; Kahire’deki hiçbir baba ciddiye almaz duygularını. Bir de evlat vermeleri gerekir elbet. Fehmi! Hukuk okumaktadır. Toprakları İngilizlerce işgal edilmiş bir halkın sızısını duyar yüreğinde. Dürüst bir çocuktur. Sokaklarındaki İngiliz askerlerinin varlığı onu çıldırtır. Giderek yükselen bağımsızlık arzusu, onu da etkisi altına alır. Açıktan savaşmaya gücü yetmez. Bir yanı korkar, gizlice bildiri dağıtır. Bağımsızlık üstüne işittikleri heyecanını diri tutar. Ne zaman ki bağımsızlığın öncüleri, işgalcilerle sürgüne gönderilir isyan eder. Sokak çatışmaları artar. Önde olmasa da, Fehmi de teşkilatın içindedir. Önderlerini kaybetmiş öğrenciler, hukukun ayaklar altına alındığı bir ülkede hukuk okumayı reddeder. Naomi Klein. Ahmet Bey; her ne kadar bağımsızlıkçıları destekliyorsa da, kendi oğullarının bu işlerden uzak olmasını ister, hatta emindir. Evet, ülke meseleleri önemlidir, ancak oğullarının canı daha önemlidir. Üstelik yiyip içip âleme devam etmek ister. Düzenin bozulmasından ürker. Hepsi “Allah büyüktür, her şey Allah’tan diye” diye düşünür, rahatlar için için... Gün gelir, evden çıkamaz hale gelirler. Sokaklarında İngilizler karargâh kurar. Hemen burunlarının dibinde bulurlar silahın ürküten soğuğunu. Yetmez; bir gece sarhoş eve dönerken, sokakta çevirir askerler Ahmet Bey’i. Sabaha dek kazma sallatırlar. Utanır, alçalmış hisseder kendini. İşgalciden dost olmayacağını anlar... Diyeceğim; Kahire sokaklarından yaşamlar görür, tüm ayrıntılarıyla kavrarız insanları. Fehmi, kalleş bir İngiliz saldırısında can verir. Ama kulaklarımda onun sözleri durur hâlâ; “Yaşasam da ölsem de fark etmez. İnanç ölümden, ölüm alçaklıktan güçlüdür.” Edward Said’in “Ulusunun ruhu, Arap romanının babası” dediği Necip Mahfuz’un ünlü Kahire Üçlemesi’nin ilk kitabı Saray Gezisi... 1988 Nobel Ödülü sahibi Mahfuz. Düşündüm o toprakların sesini bize duyurduğu için vermiş olabilirler mi bu ödülü? Kendi toprağının sesini uzaklara ve gelecek kuşaklara duyurmayacaksa, yüreğinde bu kaygı yoksa, bir yazar niçin yazar? Mısır’ın serüveni hakkında ne çok şey biliyorum. İnsanın ruhundaki ayrıntıları, kadınlarının bakışlarını, çocuklarının seslerinin, dansözlerinin oyunlarını, sevişmelerini, özgürlük sevdalarını, ihanetlerini, tutkularını, ikiyüzlülüklerini, yalnızlıklarını ve ötesini... Roman niçin yazılır, niçin okunur, tekrar düşündüm. Anladım. G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle