17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

28 EYLÜL 2008 / SAYI 1175 5 SİMONE SİGNORET Özel bir kişilik... Renklendirme: Derya Polat Kara çalmak Selçuk Erez üyük devlet adamları sık sık iftiralara uğrarlar. Kendilerini ülkelerinin kalkınması, ekonomilerinin düzelmesi, medeniyetlerarası diyalogda önder olunması için paralarlarken karşılaştıkları bu iftiralar onları çok üzer. Yapmaları gereken, başka ülkelerin kendilerinden önce kara çalınmış liderlerinin bu gibi durumlarda ne yaptıklarını incelemek ve bunlardan esinlenmektir. Çağımızda böyle yıpratılmak istenmiş lider çoktur ama Putin kadar şanssızı yoktur. Buna rağmen o, bütün o boş ithamlara kulak asmamış, bildiği yolda yürümeyi başarmıştır . Putin’i yıpratmak için yapılanlar nelerdi? Litvinenko ile başlayalım: Eski bir Rus gizli polisi olan bu adam, ülkesinden kaçmış, İngiltere’ye sığınmıştı. 2006’da Rusya’dan yollanmış bir yurttaşı ile Londra’da bir barda görüşen Litvinenko iki hafta sonra ileri derecede hastalanınca önce Ukrayna’nın Batı yanlısı Cumhurbaşkanı Yuşenko gibi böcek ilacı ile zehirlendiği sanılmış ama ölmeden az önce, kahvesine radyoaktif Polonyum konmuş olduğu anlaşılmıştı. İngilizler Putin’i itham etmeye başlamışlardı. Putin bu karalamalara nasıl direndi? 1. Kesin bir dille bu suçlamaları reddetti. 2. Yardımcıları, cinayetin Putin ile Batı’nın arasını açmak isteyen düşmanlar (Belki İsrail Mafyası) tarafından tertiplendiği görüşünü yaydılar. B Baştan çıkarıcı karakterlerden, aksi, yaşlı kadın rollerine kadar pek çok karaktere hayat verdi Simone Signoret. Sinemaya, “açlıktan ölmemek için” girdi, ama ödüller alacak kadar iyi oyuncuydu. Hülyalı bakışlarının, boğuk sesinin arkasında büyük bir yaşam gizliydi... Aslı Selçuk S imone Signoret, hülyalı özgün bakışları, etkileyici boğuk sesi ve doğal oyunculuk yeteneğiyle Fransız sinemasının ve kadınının önemli simgelerinden biri oldu. Alışılmış güzellik anlayışından farklı yapısı çekiciliğini daha da arttırıyordu. Gençliğinde beyaz perdenin dışına taşan olgun duyarlılığıyla, incelikli bir zekâya sahip olan Signoret, sinema dünyasına, figüran olarak girdi. Onu öne geçirecek olan çekiciliğinin bilincindeydi, ulusal ve uluslararası filmlerde önemli rollere ulaştı. Baştan çıkarıcı (femme fatale) karakterlerden koruyucu anaerkil yorumlara dek geniş bir oyunculuk yelpazesi olan yazar, politik eylemci Simone Signoret, 20. yüzyılın önemli kişiliklerinden biriydi de. Almanya’da 25 Mart 1921’de doğan, 30 Eylül 1985’te, 64 yaşında, Fransa’da kanserden yaşamını yitiren Yahudi kökenli Fransız oyuncunun 23. ölüm yıldönümü bize bir kere daha onun ne kadar dirençli olduğunu anımsatıyor. Sinemayı önce bir yaşam aracı olarak gören Signoret, daha sonra oyunculuğun önemini kavrayıp, Signoret, Arthur Miller’ın Cadı Kazanı’nda rol aldı. Signoret, Laurence Harvey’le Tepedeki Oda’da. Simone Signoret ve Charles Heston, Oscar’larıyla. yaşamın sinemadan büyük olduğunu ayrımsayarak dış güzellik, ışıltı gibi pompalanan yerleşik kavramları dışlamakla kalmadı, aksi, kötü huylu, yaşlı kadın rollerini de korkmadan sıcak, sevecenlik dolu gülümsemesiyle kucakladı. İkinci Dünya Savaşı’nda De Gaulle’e katılmak üzere 1940’ta Londra’ya giden vatansever dilbilimci babasının ardından annesine ve iki erkek kardeşine yardım etmek için Alman işgali altındaki bohem Paris’in aydınları, sanatçıları arasında, İngiliz dili okuyarak büyüyen Simone 1942’de figüranlığa başladı. “Oyunculukla ilgili hiçbir şey bilmeyen en büyük budalalardan biriydim” diyerek kendini dürüstçe tanımlayan Simone kültürü, doğal yeteneğiyle oyunculuğu çabuk öğrendi. İlk önemli rolünü ona “Les Démons del’ aube”da (1964) ilk kocası, oyuncu kızı Catherine’in babası Yves Allégret verdi. Kendi deyimiyle “açlıktan ölmemek için girdiği sinemada” ancak dört yıl sonra varlık gösterebildi. 1940’ların ortasına dek şanssız, açgözlü, düşmüş kadınları canlandırdı. Romantik komedi “La Ronde”da (Aşk Zinciri/1950), ona Bafta ödülü getiren romantik dram “Casque d’ or” da (Altın Başlık/1951) sevimli fahişeleri oynadı. Thérèse Raquin’de (1953) soğukkanlı bir katildi. Ünlü klasik gerilim “Les Diaboliques”de (Şeytan Ruhlu İnsanlar/1954) canlandırdığı, okul müdürünü karısıyla birlikte öldüren lise öğretmeni Nicole karakteri ise gerçekten unutulmazdı. 1951’de şarkıcıoyuncu Yves Montand’la tanışıp evlenen Simone Arthur Miller’ın McCarthy karşıtı “The Crucible”ında (Cadı Kazanı) kocasıyla birlikte sahneye çıktı. Cadı Kazanı’nın sinema versiyonunda da (1957) ikili olağanüstüydü. İngiliz yapımı “Room at the Top”da (Tepedeki Oda/1958) canlandırdığı genç sevgilisince (Laurence Harvey) reddedilen evli Alice Aisgill rolü ona en iyi kadın oyuncu Oscar’ını getirdi. Signoret böylece Oscar’ı kazanan ilk Fransız oyuncu oldu. Çok iyi bir İngilizcesi olan Simone 1966’da Macbeth’de Alec Guinness’le karşılıklı oynadı. 1965’ten 68’e kadar “Ship of Fools” (Aptallar Gemisi), “Is Paris Burning?” (Paris Yanıyor mu?), “The Sea Gull” (Martı) gibi önemli Amerikan yapımlarında rol aldı. Fransa’ya dönünce seçimini dostluk ve inanç temalı filmlerden yana yaptı. Dostluk ve ideallere sadakati irdeleyen “L’ Américain” (Amerikalı/1969), Stalin’in arıtma girişimlerini ele alan “L’ Aveu” (İtiraf/1970), basın özgürlüğünü anlatan “Judith Therpauve” (1978) gibi filmlerde rol aldı. “La Vie devant soi”da (Onca Yoksulluk Varken/1977) büyük bir insancıllık ve sevecenlikle yorumladığı, fahişelerin çocuklarına bakan soykırımdan kurtulmuş Madame Rosa yorumuyla da en iyi kadın oyuncu César’ını kazandı. Lillian Hellman’ın Küçük Tilkiler oyununu sahneledi ve oynadı (1962). Bir anı kitabı (La nostalgie n’ est plus ce qu’ elle était/Özlemin Eski Tadı Yok/1977), iki roman (Le Lendemain, elle était souriante/1979 ve Adieu Volodia/Elveda Volodya/1984) yazdı. Signoret, Max Ophuls, Marcel Carné, HenriGeorges Clouzot, Luis Bunuel, Jack Clayton, Costa Gavras, Sidney Lumet, Stanley Kramer gibi tanınmış yönetmenlerle çalıştı. Henriette Charlotte Simone Kaminker, Yahudi kökenini gizlemek için Fransız annesinin soyadını alan Simone Signoret, zekâsı, dürüstlüğü, politik duruşuyla, insancıl tutumuyla özel bir kimlikti, yaşamında zor dönemler geçirdi, 2. Dünya Savaşı’nı, Nazi işgalini gördü, yönetmenlerini de, rollerini de titizlikle seçti, onun için özel roller yazıldı, bu karakterler onun açık sözlülüğünü, dürüstlüğünü, güçlü kişiliğini yansıttılar. Yapaylıktan nefret ederdi, yaşlanmaktansa korkmadı. Kırışıklıklarla kaplı yüzüyle, yaşlı, şişman görüntüsüyle, ışıltılı, anlamlı bakışlarıyla filmlerde yer aldı. O, “Yaşlandıkça daha iyi oyuncu olunur”un kanıtıydı adeta. G Vladimir Putin. 3. Rus Dışişlerinden S. İvanov, “Litvinenko, birtakım ülkelerle ilişkilerimizi bozmaya değecek biri değildi” dedi. İngilizler, sanık sandıklarının yargılanmak üzere yollanmasını istediler; Rus başsavcı Yuri Çayka çok sonra yanıtladı: “İngiltere’den henüz resmi bir evrak gelmediğinden hiçbir şey yapamayız”. Litvinenko’yu zehirlemekle suçlanan Andrey Lugovoy da “İngiltere’ye gitmem, gelip beni burada sorgulasınlar” dedi. İşte Putin karalamalara karşı böyle direnmiş ve onu rezil etmeye yeltenenler amaçlarına ulaşamamışlardı. Aynı kararlı direniş, liderlerimizi de karalamak isteyen yabancı mihrakların çabalarını boşa çıkarabilir: 1. Deniz Feneri ve benzeri ithamlar şiddetle reddedilmelidir. 2. Bu olayın Türkiye’yi AB’ye aldırmamak isteyen odaklarca tertiplenmiş olabileceği hemen açıklanmalıdır. 3. Alman savcı ve hâkimlerin Ergenekon tertibiyle ilgilerinin varlığını düşündüren belgeler (Bugüne dek bu savcı ve hâkimlerin hiçbirinin Penguen, Le Man, Uykusuz gibi dergilerde karikatürlerinin çıkmamış olması dikkat çekmektedir) açıklanmalı, bu konuda ifade verecek kimliği gizli tanıklar bulunmalıdır. 4. Ne RTÜK Başkanımız nede bu konuyla ilgili itham edilmiş diğer yardımsever yurtdaşlarımız Almanya’ya yollanmamalı, Alman savcının çok isterse buraya gelip onları sorgulayabileceği açıklanmalıdır. Geldiğinde bu zat gerekirse Ergenekondan içeri atılabilir. Putin sadece Litvinenko olayında değil, muhalif gazetecilerden Anna Politkovskaya’nın kurşunlanması, Şeçkoçik’in zehirlenmesi, Safronov’un apartmanının 5. katından atılarak öldürülmesinde de hep böyle karalanmak istenmiş ama soğukkanlılığı ve direnciyle bütün bu karaçalmaların üstesinden gelmiş ve ülkesi için çalışmalarını sürdürebilmiştir. G [email protected] Hâkim Umran Sölez Tan, çocuk mahkemelerindeki eksiklikleri “Gülhane’de Bir Yer” belgeselinde anlatıyor... Türkiye’nin kaybedecek bir 20 yılı daha yok! Aslı Borucu mran Sölez Tan otuz yıldır hâkimlik yapıyor. 11 yıl çocuk mahkemelerinde çalışmış. Bu süreçte mahkemelerde gözlemlediği sorunları ve eksiklikleri “Gülhane’de bir Yer” adlı filminde dile getiren Tan’ın tek isteği bu filmle Adalet Bakanlığı’nı harekete geçirmek.. Geçen hafta İFSAK’ta gösterilen film çocukların öykülerini anlatmaktan çok, çocuk mahkemelerinde yaşanan hukuki eksiklikleri konu alıyor. Emekliliğine gün sayan Tan, bu filmi çekerek, kendi deyimiyle “son görevini yerine getirip”, çocuklara acımaktan öte insanların kısa bir süreliğine de olsa kendi dünyalarından sıyrılıp bu gerçekle yüzleşmelerini istiyor. Umran Solez Tan ile “Gülhane’de Bir Yer” adlı kısa filmine dair konuştuk.. U Hâkimlik yaptığım yıllarda on beş yaşına kadar olan çocuklar çocuk mahkemelerine getiriliyorlardı. Onlar gerçekten masumlar, küçükler ve bir otoriteye ihtiyaçları var. Zaten bunu bulmadıkları için suç işliyorlar. İsviçre’de kaldığınız bir dönem var. Oradaki çocuk mahkemeleriyle Türkiye’dekiler arasındaki farklılıklar neler? Yurtdışında, her çocuk mahkemesinin bir altyapısı var. Hâkimler çocukları belli kurumlara, yatılı okullara, çırak atölyelerine, iş edindirme ya da terapi yurtlarına gönderiyorlar. O zaman hâkimin gözü arkada kalmıyor, onların eğitilip, topluma kazandırılacağını görebiliyor. Oysa ki ben 11 yıl çocuk mahkemesi hâkimliği yaptım, bu çocukların yeniden suç ortamlarına gönderildiğini gördüm. Onlar bugün yetiştiler, topluma karıştılar ve bu sefer yetişkin mahkemelerine geliyorlar. SESİMİ DUYURMAK İÇİN... Bu sorunu dile getirmek için neden sinema sanatını seçtiniz? 11 yıl boyunca çocuk mahkemelerinde hissettiğim eksiklikleri belirten yazılar ve makaleler yazdım. Baro dergilerinde, üniversite yayınlarında yazılarım çıktı. Hatta çoğu akademisyen kaynakça olarak yazılarımı kullandı ama bir sonuç elde edemediğimi düşündüm. Emekliliğimi kararlaştırdığım an kısa bir eğitim alıp hukuki eksikliği bir de sinema ile anlatayım, gözüm arkada kalmasın dedim. Çocuk mahkemelerinde çalıştığım süreçte gözlemlediğim eksiklikleri kamuoyuna film yoluyla duyurmak istedim. Çünkü başka bir enstrümanım kalmadı. Bu filmden beklentileriniz nedir? Adalet Bakanlığı bunun için belli adımlar atsın, çocuk mahkemelerinin altyapı kurumlarının teşekkülü için harekete geçsin istiyorum. Bu kurumlar yatılı okullar, iyileştirme yurtları, çıraklık yurtları ve atölyeleri, iş edindirme ve terapi yurtlarıdır. Bu kurumları kendi gereksinimlerimize uygun, kendi şart ve olanaklarımıza göre yapılandırmalıyız.Tek istediğim, bir yirmi yılın daha boşuna geçmemesi. G Türkiye’de çocuğa ve suça bakış açısı nedir? Toplumun çocuklarla pek ilgilendiğini sanmıyorum. Çocuklar bir şekilde suç işliyor, mahkemelere geliyorlar. Ancak bir cinayet işledikleri zaman çocuklara ve çocuk mahkemelerine insanların dikkati çekiliyor. Onun dışında çocuklara pek de aldırılmıyor. Herkes o kadar meşgul ki… Sizi böyle bir film çekmeye iten şey neydi? Böyle bir film çekmemin asıl amacı mahkemelere çıkarılan çocuklara sırf suçlu gözüyle bakmamak. Onlar gözetilmemiş, özenilmemiş çocuklar, annelerinin babalarının gözetiminde, dikkatinde olmamış çocuklar. Suç işlediklerinde de mahkemeler genelde hafif cezalar verip onları yine aynı ortamlarına yolluyorlar. Bu beni hep çok üzdü, çünkü onlar kurtarılması kolay çocuklardı. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle