22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

24 AĞUSTOS 2008 / SAYI 1170 9 Ulaşılmaz bir rüya... Zülal Kalkandelen Geçen günlerde Malatya’da bir at katledildi... Bu konudaki haberler de, medyadaki yoğun siyasi ve magazin polemikleri arasında kaybolup gitti ne yazık ki... Olay, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da destek verdiği “Saddam’ın Askerleri Kara Güneş” filminin setinde meydana gelmiş. Senaryo gereği bağlamışlar iki atı kamyonetin arkasına, başlamışlar çekmeye ki film gerçekçi gözüksün! Ama atlardan birisi eziyete dayanamayıp ölmüş... Önce yapılan vahşete inanamayıp fotoğraflara baktım, sonra da internetteki kamera arkası görüntülerini izledim... Keşke izlemeseydim... O günden beri gözümün önünden gitmiyor o korkunç görüntüler... Film ekibinden birinin sesi duyuluyor videoda; “Çok güzel be! Valla, hiç bozma” diyor sürüklenme sahnesinde. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta bir peşmerge köyünde yapılan işkenceleri anlatmak amacıyla yola çıkanlar, ticari kazanç uğruna kendileri de işkence yapıyor! *** Bu faciayı duyan Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği (DOHAYKO) Temsilcisi Sitare Şahin, harekete geçip savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Olayı kınarken de bu tip görüntülerin AB’ye üye olmayı hedefleyen Türkiye’nin ülke imajı açısından sorun oluşturduğunu söylemiş. Doğru olmasına doğru, ama yüreğimi dağlayan üzüntünün nedeni AB nezdinde bozulan ülke imajı değil... Ben zavallı atın çektiği acıya yanıyorum... İnsanın bu derece canavarlaşabilmesi, vahşice zulmetmesi gerçekten korkunç... Üstelik kendisine bu kadar yararlı bir hayvana karşı... Atlar değil mi o koca cüssesine karşın insanı ezmeyip ona dost olan? Atlar değil mi fiziksel ve psikolojik rahatsızlığı olanlara yönelik hippoterapi tedavilerinde kullanılan? Atlar değil mi yarıştırılıp üzerinden para kazanılan? Atlar değil mi yüzyıllardır insanları sırtında gezdirip istedikleri yere ulaştıran? Atlar değil mi yükleri taşıyan? Atlar değil mi sabanları çeken? Yoksa teknoloji gelişince mertlik bozuldu, atların değeri mi azaldı? *** Amerikalı müzisyen Willie Nelson, bir keresinde esprili bir şekilde atların insanlardan daha akıllı olduğunu; hiç insanlar üzerine bahse girip beş parasız kalan bir at duymadığını söylemişti. Malatya’daki film setinde yapılan katliam da bu görüşü destekleyecek türden... Uzun uygarlık tarihi boyunca böyle bir hayvan dostu olduğunun farkına varmayıp ona eziyet edenlerin zekâ düzeyi için ne söylenebilir? Vefadan haberlerinin olmadığı belli, ama akıl ve vicdan yoksunluğunun zirvesine vardıkları da ortada... Eğer Türkiye hukuk devletiyse, bu olayın sorumluları, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nı ihlal edip suç işledikleri için ceza almalıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı derhal görevini yapmalı ve film setinde meydana gelen olayla ilgili soruşturma açmalıdır. Hayvan haklarına duyarlı olan herkesin ortak talebidir bu! *** Katledilen atla ilgili haberden sarsılmış bir halde, 2008 Olimpiyat Oyunları’nın açılış törenini izledim. Yüzlerce insanın Kuş Yuvası adı verilen stadyumda bir araya gelip güvercin figürü çizdiği sahne çok etkileyiciydi. “Tek Dünya, Tek Rüya” sloganıyla yarattıkları görüntülerle, bütün insanların aynı dünyada yaşadığını vurgulayıp barışa duyulan özlemi anlattılar... Ne ulaşılmaz bir rüya şu barış! İnsan denen varlık, içindeki şiddet duygusunu ve para hırsını dizginleyip, kendi türdeşleri dahil diğer canlıların yaşama hakkına saygı duymayı öğrenemediği sürece de ulaşılmaz olacak... G www.zulalkalkandelen / kzulal@yahoo.com “Asi” Adnan Binyazar İyi değerlere sahip olmak bir ayrıcalıktır. Ayrıcalığın, üstünlük duygusuna dönüşmesi karmaşaya yol açıyor. Türkü sever, şarkıyı dışlar; şarkı sever, klasik müziğe “kağnı gıcırtısı” der... Varsa yoksa caz... Araba müziği çılgınlığı... Topluma yönelik gösterimler söz konusu olduğunda, değişik yaklaşımların göz önünde bulundurulması kaçınılmazdır. Sözü, hep tartışmalı bir konuya, dizilere getirmek istiyorum. Kimi tümden dışlayarak, kimi benzer konuların işlendiğini öne sürerek, kimi uzatmaları bahane ederek... dizilere önyargılı yaklaşıyor. Bu gerekçelerde haklılık payı yok değil; dil ve estetik yönünden, algılamaları allak bullak eden dizilerin zararı saymakla bitmez. Kişisel yargının yerini hoşgörü alırsa, sanırım onların arasında iyilerinin ayırt edilmesi kolaylaşacaktır. Öğretme, kişide öğrenme isteği uyandırılmasına bağlı bir edim. İstek de yetmiyor; her kişinin duyumsamaalgılamakavrama yeteneğinin aynı düzeyde olmadığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Dizilerde ilgi çekicilik oranında, konuların iyi algılanabilmesi de gözetilmişse, herhangi birini beğenmek tartışma yaratmayacaktır. Olaylara duygu gözüyle bakan bir yanım var. Asi dizisinden. Özel hastane hekimleri ve payvon kadınları! Enver Aysever Özel sağlık sigortasının aşağılık bir güvensizlik ortamından kaynaklı doğduğuna eminim. Doğal olan, bir yurttaşın devletine güvenmesi, hastalık, düşkünlük halinde babası(!) tarafından korunmasıdır. Oysa, sağlıklı girilip hasta çıkılan bu kamu kurumları, toplumsal güveni çoktan yitirmiş, devletin şefkatli eli şöyle dursun, kişiye habire dayak atar hale gelmiştir. Diyeceğim; yolu hastaneye düşen kişiden umudu kesmek olağan bir durumdur. İstanbul’un gözde iktisadi merkezi olma adayı, yeni ilçe Ataşehir’de oturuyorum. Kentin başka yerlerinde olduğu gibi, kısa sürede bizim bölgemizde de pıtrak gibi üç özel hastane bitiverdi. İnsanın, bu beş yıldızlı merkezlere yakın olması güven verici kuşkusuz(!) Ama hangi koşullarda? Ya çok zengin olacaksınız ya da sigortalı. Eğer varlıklıysanız, hastanenizin sizi soyup soğana çevirme sürecinin farkında olmayabilirsiniz. Sigortanız varsa, zaten o kurumlar arası danışıklı dövüş olarak gelişen kazıklama sürecine dahil olmazsınız. Diğer seçenek can sıkıcı olandır; kasada ödemeyi ağlayarak yaparsınız… Sigortacının ilk amacı, sizin yıpranmamış, kısa zamanda da büyük hasar görmeyecek bir gövdeye sahip olduğunuzu saptamaktır. Yıllık kârzarar hesaplarına göre, sizin dolduracağınız alan, mutlaka devede kulak olmalıdır. Aksi halde, özel hastanelerin eline düşen deneklerden biri olabilirsiniz ki; bu da küresel iktisadi iklimde sigortacınızın canını yakabilir. Özel hastaneler, devletin görevlerini yerine getiremediği ya da yeni bir kârrant kapısını müteşebbislere araladığı zaman ortaya çıkmıştır. İnsan sağlığının özelleşmesi demek, fiili olarak tüm yurttaşlardan oluşan devlet aygıtının sonu demektir. Bizim sağlığımızı korumakla yükümlü kurum, beceriksizliğini ilan edip bizi el âlemin insafına bırakmıştır. Bunu iki yolla yapmaktadır; kamu görevi yapan hastanelerinde kötü hizmet vererek ve hekimlerinin kötü yola düşmesinin önünü açarak. Ne demek hekimlerin kötü yola düşmesi? İyi bir tıp fakültesinden mezun olan hekim, akademisyen olmak istese bile, üniversitelerin içinde bulunduğu koşullardan ya da devletin açlık sınırında çalıştırma geleneğinden dolayı, eğer arkasında güçlü bir annebaba yoksa hızla özelleşmek zorundadır. Hekimin özelleşmek için, ettiği Hipokrat yeminiyle arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemesi; bu ilişkinin ahlaklı biçimde ilerlemesinin olanaksız olduğunu bilerek, ölçütlerini değiştirmesi gerekmektedir. Özel hastaneler ticari merkezlerdir. Hal böyle olunca, ağına düşen hastasının, iktisadi manada ırzına geçmekte herhangi bir sakınca görmez, hatta hedef budur. Eh bir haftada devlet eliyle öldürülen bebeleri gören yurttaş, kaçınılmaz olan tecavüzden zevk almaya çalışır! Özel hastanede iş görüşmesine giden hekim, eğitimini almadığı, ama öğrenmek zorunda olduğu bir dilden, yani paranın dilinden konuşmak zorundadır. Özel hastane, hekime ya çok düşük bir maaş ya da hasta sayısına göre prim önerir. Şu halde, eğer hekimin önceden edindiği bir çevresi yoksa ayvayı yemiş demektir. Bizim Ataşehir’deki hastanelerden birinde hekimler sürekli kantinde oturuyor. Mekân yeni, müşteri yok. Garipler çay, kahve içip sinirden gülüyorlar. Aybaşı geldiğinde geleceklerinden çalarak avans alıyorlar. Eh çaresiz hekim, yolu oraya düşen ilk hastaya hemen saldırıveriyor. Muayene edecek birini bulan hekim; güven vermek, önerilen biri olmak için, hasta karşısında on takla atıyor. Eğer sözleşme gereği, kısa sürede çevre yapıp hastanenin önemli gelir kalemlerinden biri olamazsa kapının önüne konacağını biliyor. Anlayacağınız kırk tilkinin dolaştığı yerde, bizim çaresiz ve küresel iktisat yönünden eğitimsiz, deneyimsiz hekimimiz bir başına kalıveriyor. Ne okuldaki hocaları, ne insanlık tarihiyle koşut bilimsel bilgileri derdine derman olamıyor. Kimi zaman çalıştığı hastanenin tanıtım etkinliklerinde figüranlık yaparak kameralara gülüyor. Kimi zaman parayla satın alınmış televizyon saatlerinde uzun uzadıya hastanesinin niteliğinden, bir pazarlamacı gibi söz ediyor. İtiraz etmeye kalkarsa, kimi Avrupalı, kimi Türk, kimiyse siyasi iktidar tarafından örgütlenmiş ılımlı İslam hastanelerde iş bulamaz hale geliyor. Eskiden Beyoğlu’nun uğrak yerleri pavyonlarda kadınlar çalışır, masalara gider, müşteriye içki satarlardı. Patronlar dükkânlarında masası olan kadınları yeğlerdi. Masası olan kadın kendinden emin, müşteriye bolca içirir, bir içeri, bir dışarı yöntemiyle (bir içki ücreti patrona, biri cebe) çalışırdı. Müşterisi olamayan, edinemeyen kadın hemen kapının önüne konurdu. Özel hastane hekimleri de giderek kötü yola düşmekteler. Bu ahlaksız düzen, toplumun en iyi yetişmiş emekçilerini boğmakta. Başlarında Demokles’in kılıcı gibi, bir de yabancı, ucuz hekim belası var. İçinizde çocuğuna “Oku, oku da hekim ol, öğretmen ol” diyen kaldı mı? G www.enveraysever.com Değerlendirmede öznel olabilirim. Dizilere uzak değilim, ama iyi bir dizi izleyicisi olduğum da söylenemez. Bir rastlantı sonucu “Asi”yi ekranda görüp olaylar geliştikçe onu tutkusal bir ilgiyle izlemekten neden kendimi alamadığımı çok düşündüm: Aile sargınlığının sarsıcı sahnelerle öne çıkarıldığı dizi, aile yıkımlarıyla zedelenmiş hayatımdaki boşluğu doldurmuş olabilir miydi? Belki o da vardı; ama asıl olan, dizide onur, gurur, sadakat, dostluk, saygı, kişilik, dürüstlük, başkalarıyla bütünleşme güdüsü, gün geçtikçe çürütülüp nerdeyse yaşam dışı bırakılan sevgi ilişkileri... gibi evrensel değerlerin işlenmesiydi. Düzenbaz mı düzenbaz görüntüsü veren, her işte parmağı olan bilge, sevimli dede (Tuncel Kurtiz), damadının sağlam kişiliğini yönlendiremese de, kızını, torunlarını şefkatinden yoksun bırakmıyor; âşık, ama aşk maskarası olmaya yüz tuttumu aşkından vazgeçebiliyor. Baba (Çetin Tekindor), dışından yenilmiş görünüyor, ama içindeki kayayı kimse yerinden oynatamıyor. Anneyi (Nur Sürer) nice olaylar çaresizliğe itiyor, ama kimse sevgisini sarsamıyor. Kuşkusuz bu hayat karmaşasının direksiyonu yönetmenin (Cevdet Mercan) elleri arasında. Kişilikinatsevgi simgesi Asi, (Tuba Büyüküstün), direngenliğiyle, içimde magmaya dönmüş ruhsal patlamayı dinginleştiriyor. Sabrıyla, aşkının tutkulara yem olmasını önlüyor Demir (Murat Yıldırım). Şebnem İşigüzel ile Gül Dirican (senaryo), konuyu sarmalayan dipdiri bir dil, yoğun bir anlatımla “Asi”nin kişilerini içimizden biri yapabiliyor. “Asi”de böyle bir insan kokusu var. Bu inceliklerin yanında; simit saraylar nasıl McDonald’s köfteciliğini gerilettiyse, “Asi” gibi diziler de, dizi diye sulunun sulusu Amerikan şamatacılığının, kof aşklar üzerine kurgulanmış sonu gelmez Brezilya saçmalamalarının kökünü kurutmuştur. Sanat, ruh doyurucusudur. Ruh, duyumsamayla beslenir. “Asi”, duyumsamalar ormanı... G binyazar@gmail.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle