22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 29 HAZİRAN 2008 / SAYI 1162 Kim bu suçlu? Zülal Kalkandelen A şağıdaki suç listesini okurken onu hemen tanıyacaksınız... Irak’a karşı dayanağı olmayan bir savaşı gündeme getirmek için gizli propaganda kampanyası yürütmek. Irak savaşına düzmece bir gerekçe bulmak amacıyla, 11 Eylül saldırısı ile Irak’ın güvenlik tehdidi oluşturduğuna dair yanıltıcı bilgiler arasında sistematik bir şekilde bağ kurmak. Amerikan halkını ve Kongre üyelerini Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu konusunda yanlış yönlendirmek. Irak’ın Amerika için acil bir tehdit oluşturduğu konusunda halkı ve Kongre’yi yanlış yönlendirmek. Kamusal kaynakları yasadışı bir şekilde saldırı için harcamak. Kongre’nin verdiği askeri kuvvet kullanma yetkisini kötüye kullanarak Irak’ı işgal etmek. Irak’ı savaş ilanı olmadan işgal etmek. Bağımsız bir ülkeyi, BM Beyannamesi’ni çiğneyerek işgal etmek. Askerlere gerekli giysi ve teçhizatı temin edememek. Siyasi amaç için ölü ve yaralı asker sayısını çarpıtmak. Irak’ta kalıcı askeri üsler kurmak. Ulusal kaynaklarının kontrolü için Irak’a savaş açmak. Irak’ı ve diğer ülkelerle ilgili askeri ve enerji politikaları geliştirmek için çalışacak gizli bir grup kurmak. CIA ajanı Valerie Plame Wilson olayında ağır suçlara göz yummak, gizli bilgileri açığa çıkarmak ve adaleti engellemek. Irak’taki suçlu müteahhit firmalara dokunulmazlık tanımak. Irak ve Amerikalı müteahhitlerle bağlantılı olarak vergi gelirlerini ihtiyatsızca savurmak. Hem Amerikalıları hem de yabancı esirleri, suçları belli olmadan süresizce gözaltında tutmak. Afganistan, Irak ve diğer yerlerdeki esirlere işkence yapılmasını resmi bir politika olarak gizlice onaylayıp teşvik etmek. İnsanları kaçırıp kendi istekleri dışında başka yerlere, işkence uygulandığı bilinen ülkelere götürüp teslim etmek. Çocukları hapsetmek. İran’ın yarattığı tehdit konusunda Kongre’yi ve Amerikan halkını yanıltmak; İran hükümetini devirmek hedefiyle bu ülke içindeki terörist grupları desteklemek. Gizli kanunlar yapmak. Posse Comitatus Yasası’na karşı gelmek. (Federal hükümetin askeri güçleri kanun yaptırımında kullanmasını sınırlayan yasa.) Mahkeme yetkisi olmadan Amerikan vatandaşlarını gözetim altına almak. Anayasaya aykırı bir şekilde, telefon şirketlerine direktif vererek, vatandaşların özel telefon numaralarına ve eposta adreslerine ait verileri talep etmek. Yasa tasarılarının imzalanması sonrasında verdiği yazılı beyanlarla yasalara karşı gelme niyetini göstermek ve sonra da o yasaları ihlal etmek. Kongre sorgulamalarına itaat etmemek ve eski yetkilileri de bu yönde davranmaları için yönlendirmek. Özgür ve dürüst seçim sürecini bozmak; adalet yönetiminde yolsuzluk. 1965 tarihli seçim yasasını ihlal eden komplo. Federal sağlık sigortası Medicare’i yok etmek için halkı ve Kongre’yi yanıltmak. Daha önceden tahmin edilen Katrina felaketi için plan yapma ve acil durum yönetiminde başarısızlık. Küresel iklim değişikliğini gündeme getirme çabalarını sistematik bir şekilde baltalayarak Kongre’yi ve halkı yanlış yönlendirmek. 9/11’den önce Amerika’ya terörist saldırı yapılacağına dair istihbarat uyarılarını defalarca görmezden gelmek. 11 Eylül saldırılarının soruşturulmasını engellemek. 11 Eylül sonrasında kurtarma çalışmalarında görev alanların sağlığını tehlikeye atmak. Demokrat Partili Temsilciler Meclisi üyesi Dennis Kucinich, 35 maddelik bu teklifi, Bush’un azledilmesi istemiyle Kongre’ye sundu. Adalet Komisyonu’na sevk edilen teklifin Bush görevden ayrılıncaya kadar gündeme alınması pek olası değil. Üstelik Demokratlar çoğunluktayken.... İşin garip tarafı, evlilik dışı ilişkisi nedeniyle Bill Clinton hakkında azil istemiyle soruşturma açan Meclis, bunca suçla itham edilen Bush için aynı kararlılığı gösteremiyor... G kzulal@yahoo.com Kraliçenin düğün töreni Adnan Binyazar animarka Kraliçesi Margrethe, geçen ay oğlu prens Joachim’i evlendirdi. Bu haberi okuyan, belki, “Evlendirirse evlendirsin; bana ne!” diyecek. Atlanacak bir haber değil bu! Schakenborg şatosunda verilen düğün yemeğinde, kapalı alanlarda sigara yasağı olmasına karşın, kraliçe salonda sigara içmeye kalkınca hizmetliler iş bırakma eylemine girmişler. Oğlunun ricada bulunmasıyla, kraliçe sigarayı dışarıda içmeyi kabul etmiş, hizmetliler de işbaşı yapmışlar. Büyük sorunları olmayan ülkelerde küçük olaylar (!) böyle öne çıkıyor... Meğer Kraliçe Margrethe’nin sigara alışkanlığı tıp dergilerine konu olmuş. Bir araştırmacı, yaptığı incelemede, kraliçenin sigara tiryakiliği ile, tahta çıktığı 1953 yılından bu yana Danimarkalı kadınlar arasında sigaraya bağlı ölüm oranının yükseldiğini saptamış. Krallıkla yönetilen ülkelerde kral ya da kraliçenin, canı ne isterse yapacağı sanılır. Ülkede demokrasi yoksa öyledir; kralın astığı astık kestiği kestik! Varsa, kamuda kişi hakları her şeyin üstünde tutulur. Kapalı yerde sigara içilmeyecekse, en başta kraliçe uyar yasaya. Uymadı mı, bizimkilerin aklının alamayacağı şeyler olur; işçi işi durdurur, kraliçe, sigarasını dışarıda içmek zorunda bırakılır. Gerçek demokrasilerde kişi, önce “insan”dır, ardından, demokratik haklarının bilincinde olan yurttaşlık gelir. Denge haklar üzerine kurulmuşsa; kraliçe sigarasını, çakmağını eline sıkıştırıp “Fareli Köyün Kavalcısı” şiirini okumanın ötesinde bir şey yapamaz: “Farelerle dolu dünya,/Kavalımı öttürsem,/Fareleri bu yerden alıp götürsem,/Fareler gitse bayram/Sevinse cümle âlem/Cıgaramı tüttürsem...” (Behçet Necatigil) Haklar bağlamında kavalını da öttürürsün, sigaranı da tüttürsün! Ama, karşına bir başka öttüren çıkarsa, onun seni dinlediği gibi sen de onu dinlersin... Bizim suskun halkımızdan biri çıkıp hakkını aramaya kalksa neler olmaz!.. “Ananı al da git!” diyene gelinceye değin; makamında akşama kadar sigara tüttürüp, sırtını partiye dayamanın şımarıklığıyla, magazin gazetelerini karıştırmaktan başka işe yaramayan bir daire müdürüne bile, bir işçi çıksın da, “Müdürüm, çay kahve taşırken senin duman altı odanda soluk alamıyorum. Bundan böyle çayını kahveni git kendin al!” desin!.. Duyacağı ilk söz “Ulan, sen benim kim olduğumu biliyor musun! Nasıl oluyor da amirine karşı çıkıyorsun!..” olur, ertesi gün de sürgüne gönderilir. Onlarda ise, kraliçe, sesini soluğunu çıkarmadan, ancak dışarıda sigarasını tüttürür... Tuzla tersanelerinde her an ölümün kol gezdiğini bildiği halde önlem almayan bir yetkili, rahatlıkla “Burada çalışanın, öleceğini bilmesi lazım!” diyebiliyor... Clive Bell, Uygarlık adlı denemesinde, üretimi arttırıp kazanmayı temel amaç sayanlara: “Amansız bir mantığın meyvesi olan rasyonalizasyon, dünün işçisini acınacak bir makine insan durumuna sokuyor” diyor. Tersanede can veren işçileri göz önüne getirerek, Clive Bell’in şu sözüne de kulak vermeliyiz: “Güçsüzün ölmesine engel olmayıp, güçlünün haklı olduğunu kabul ettikçe gerçek anlamda uygar olamayız.” Uygar olamayız da; “insan” olur muyuz?.. G binyazar@gmail.com D Onlar öldüler, siz sırıtıyorsunuz! Enver Aysever n iki Eylül faşizminin tuhaf ikliminde okuma yazması olan herkes yeniden Deniz’e, Yusuf’a, Hüseyin’e doğru yöneliyordu. Tarihin akışını kesintiye uğratmak isteyenler yine yanılmıştı. 68 hareketinin devrimci gençleri, kendinden sonraki kuşakları derinden etkilemeye devam ediyordu. Baskı günlerinin acılı, korkak, dalgın ve dağınık gençleri duvarlarına Deniz posterleri asmaya başlamış, Erdal Öz’ün ‘Gülünün Solduğu Akşam’ adlı anlatısı başucu kitabı olmuştu. Devrimciler dirilmiş, aramızda dolaşmaya başlamışlardı. Her coğrafyanın kendi dili olduğu gibi, devrimcilerin de yurtlarına özgü kişilikleri olması kaçınılmazdı elbette. Birilerinin aradan yıllar geçtikten sonra yaptığı tahlillere kanan kişi, büyük bir yanılgıya düşerdi. Kuşkusuz bir seçkin kadro hareketiydi yaşanan. Seçkinlik sınıfsal bir farktan değil; okumuş, tahsilli gençlerin halklarına önderlik yapmasından kaynaklanıyordu. Parlak bir kariyeri, varlıklı bir geleceği elinin tersiyle iten bu genç insanları bir maceracı gibi sunmak insafa, insanlığa sığar mı? Döneme ait en sık rastlanan eleştiri; üç beş kişiyle devrim olamayacağı, romantik bir temenninin ötesine geçmeyen, biraz da amacını aşmış bu eylemlerin boşunalığı yönündedir. Oysa söz konusu olan genç adamlar, sanki ölümlerinin ardından gelecek eleştirileri bilir gibi, bunun önlemini de baştan almışlardır. Gerilla hareketinin beyni sayılan Hüseyin İnan 12 Mart mahkemesinin faşist hâkimlerine ibret dersi verir gibi konuşmuş, bir yandan da ileride bu hareketi hafifletecek olanlara seslenmiştir sanki; “Biz de biliyoruz yirmi beş, otuz silahlı insanın bu düzeni ortadan kaldıramayacağını, ama bizim amacımız insanlara bir örnek oluşturmak, bir meşale yakmak, onlara yol göstermek, onları uyarmak ve O bilinçlendirmekti. Bunun için de kendimizi feda ediyoruz.” Bazı olaylar zamanla efsaneleşir, simgeye dönüşür. 68’lilerin ‘Demokratik Üniversite’ sloganıyla İÜ Hukuk Fakültesi 1 No’lu Amfi işgali de bu türdendir. Bir başka dünya hayaliyle yaşayanlar, üniversitelerin bağımsızlığıyla ülkelerin yazgısı arasındaki ilişkiyi sezmişler, eyleme geçmişlerdi. YÖK belasıyla başı derde girecek olanlara, bilimsel bilginin yerini hurafelere bırakmasına katlanamayanlara esin kaynağıdır bu işgal. Emeğin, alın terinin, sınıfsız topluma olan inancın bir simgesidir! Deniz’in uzamış sakallı, kendinden emin bakışlarıyla, efsanevi parkasının içinde göründüğü fotoğrafı herkesin belleğine kazınmıştır. Cihan Alptekin’in kırsalda yere oturmuş, uzaklara dalgın bakan, ayaklarındaki lastik pabuçların ilk anda fark edildiği fotoğrafını da bilenler bilir. Sarışın, bıyıklı bu genç adam düşüncelidir... Yusuf ve Hüseyin’in, Deniz’in önünde yere çömeldikleri fotoğraf da unutulmazlar arasındadır. Esmer, güler yüzlü Yusuf bembeyaz, uzun kollu bir gömlek giymiş, sanki geleceğe dalmış gibidir... Hüseyin, hafif alaylı bakmaktadır yaşama. Kısa kollu gömleği, kol saati ve birbirine kavuşmuş elleriyle tamamlamıştır fotoğrafı sanki... Dik yakalı kazaklar, asker postalları, kasketler, bıyık, kazak üstüne giyilmiş ceketler dönemin ruhunu da yansıtır. Bir acelecilik sızar görüntülerden... Yanıcı, yakıcı gençlik... Kimileri haylazlık gibi sunsa da, bir yaşam tercihinin ürünüdür ortaya konan. Kırk yıl sonra, aynı amfide buluşmak isteyen dönemin gençleri için ne söylenebilir? Nostalji berbat, hafif içerikli ve romantik bir kavram. Eğer nostaljik bir anımsamadan öte bir anlamı varsa kırkıncı yılında aynı amfiyi, üniversite yönetimi gözetiminde işgal etmenin, bu da iyi anlatılamamıştır. 1516 Haziran işçi eylemlerinin sıkıyönetimi getirdiği, ülkedeki gerilimin elle tutulur, gözle görülür bir hal aldığı sırada, Deniz ODTÜ’de arkadaş arası bir konuşma yapmaktadır. Gelen darbeyi sezmektedir. Teker teker herkesin içeri alınacağından söz açar, koğuşlara isimler verileceğinden dem vurur. ‘Kırmızı Aydınlık Koğuşu’, ‘Beyaz Aydınlık Koğuşu’, ‘Sendikacılar Koğuşu’... Ziyaretçiler tavuk getirecek, içerdekiler de, bunu nasıl paylaşacaklarını tartışacak, diye de ekler. Arkadaşlarından biri atılır, sorar; “Peki ya biz ne yapacağız?” Deniz; “Biz öleceğiz oğlum. Çünkü dövüşeceğiz. Ve esas oportünizm nasıl şeydir, mücadele nasıl bir şeydir, devrimcilik nasıl bir şeydir onu, o zaman herkes görecek.” Şimdi beyaz saçları, yağlanmış göbekleriyle yaşamda kaldılar diye kızamayız neo işgalci 68’lilere... Ama işi ciddiyetten uzak bir gösteriye dönüştürmelerine; ‘onlar da yaşasaydı, bizim gibi olurlardı’ izlenimi uyandırmalarına isyan edebiliriz. Kimi belediye başkanı, kimi fırıldak televizyoncugazeteci, kimi işadamı oldu şimdi... ve çoğu liberal... Kimi de hâlâ eskisi gibi kaldı elbet... Sessiz bir saygıya gereksinim yok mu acaba? Onlar öldüler, oysa siz kırkıncı işgal yılında sırıtıyordunuz! G www.enveraysever.com Kraliçe Margrethe... C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle