17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 6 NİSAN 2008 / SAYI 1150 Şok “terapiye” şok tepki Zülal Kalkandelen “Donald Ewen Cameron kimdir?” diye sorulsa, kaç kişi doğru yanıt verir bilinmez. Oysa insanlık tarihinde utançla anılacak bir psikiyatristin adıdır bu. Cameron, 1950’li ve 60’lı yıllarda, insan hafızasının kontrolü üzerine yürütülen CIA projesi MKULTRA kapsamındaki deneyleri yapmış. Depresyon, anksiyete gibi şikâyetleri olan hastalarına kendilerinden habersiz ilaç vererek elektrik şok tedavisi uygulamış. Amaç, hafızadakileri silip yeni bir insan yaratmak. *** Naomi Klein, “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi)” adlı yeni kitabında, kapitalizmin de aynı şok yöntemiyle yayıldığını söylüyor. Küreselleşme karşıtlarının manifestosu olarak değerlendirilen ilk kitabı “No Logo” ile uluslararası ün kazanan Klein, Kanadalı bir gazeteci. The Nation, The Guardian ve The Globe’da yazıları yayımlanıyor. İkinci kitabı da, ilki gibi dikkatle okunması gereken çok önemli bir çalışma. Klein, Cameron’un şok terapisinden yola çıkarak, savaşlar, terör saldırıları, darbeler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratıldığını söylüyor. Sonra da, bu ilk şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla, ekonomik olarak ikinci şok gerçekleştiriliyor. Bunlara direnenlere, gerekirse, polis ve hapishane sorgularında üçüncü şok uygulanıyor. Amaç, toplumu kapitalizmin vahşi uygulamalarına hazır hale getirmek. Bu model, Thomas Friedman’ın geliştirdiği modern kapitalizmin taktiksel stratejisiyle de uyuşuyor: Büyük bir kriz beklenir (ya da yaratılır), vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken devlete ait hizmetler özel kişilere devredilir ve sonra da bu sözde “reformlar” kalıcı bir hale getirilir. Ne diyordu kapitalizmin gurusu? İster gerçek olsun, isterse gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi, yap yağmayı! Irak’ta bilim insanlarının katledilişi, kültür birikiminin yok edilişi; Amerikan özel güvenlik şirketi Blackwater’ın karıştığı skandal, hepsi aynı oyunun bir parçası... Beş yıllık işgalin sonunda gelinen nokta işler acısı. Irak’ta profesyonel olarak iş sahibi olanların yüzde 40’ı, doktorların yüzde 35’i 2003’ten bu yana ülkeyi terk etti. Toplam nüfusun sadece yüzde 32’si içme suyuna ulaşabiliyor ve kanalizasyonları çalışan yerlerde yaşayanların oranı sadece yüzde 19. Eh, bu durumda işgalci güçlere iş düşüyor değil mi? Önce yıktılar, şimdi “yeniden inşa” edecekler.. ki sonra yeniden yıksınlar... *** Neoliberal ekonominin şoklara bağımlılığı, bugüne kadar Latin Amerika’dan Rusya’ya, Lübnan’dan Irak’a kadar dünyanın her yerinde kendini gösterdi. Rusya’da bir gecede yapılan özelleştirmelerle zengin olanlar; Lübnan’da dış borcu halktan alınan yüksek vergilerle kapatmaya çalışanlar; Irak’ta hâkim olan korku ve düzensizliği en büyük umutları olarak gören Batılı güvenlik firmaları... Ve sonunda felaket kapitalizmine karşı gelmeyi öğrenen halklar! Artık dünyada çok sayıda insanın, neoliberal politikaların öncülüğünde uygulanan bu şok “terapi” yönteminin farkında olduğunu söylüyor Naomi Klein. Örnek olarak, Latin Amerika ülkelerinde yaşananları gösteriyor. Putin Rusyası bir diğer örnek. İlginç bulduğum bir nokta, kitapta Türkiye’ye yalnızca bir kere atıfta bulunulması. O da, Latin Amerika’nın IMF’den kurtuluşunun anlatıldığı bölümde. Malum, Türkiye IMF’nin hâlâ müşterisi... Arjantin’in eski Devlet Başkanı Nestor Kirchner demiş ki, “IMF’den sonra da hayat var; üstelik iyi bir hayat!” Demek ki, sonunda diyalektik bir şekilde kendisini gösteriyor ve şok terapiye şok tepkiler verilebiliyor. Merak ettiğim, bu Türkiye’de ne zaman ve nasıl olacak? G [email protected] Görkemliliğin ardındaki karanlık Adnan Binyazar art ayının son günlerini Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Dubai ile Ras al Khaimah kentleri arasına düşen bir tatil yerinde geçirdim. Ne denli hayranlık duysa da, insanın gözü yaşadığı yerlerde oluyor; gidilip dönülen yerlerden ancak bellekte görüntüler kalıyor. Dubai geniş yollardır, yüksek mi yüksek yapılardır, görkemli alışveriş merkezleridir... Buralar Avrupa kentlerinin ışıklı vitrinleriyle donatılmış. Dubaili sanki hiçbir şey üretmiyor, üretilene aracılık ediyor. Reçel bile İsviçre’den... Türkiye’den oralara ne gittiğini merak ettim. Bir yaşlı kadının çantasına sokuşturmaya çalıştığı bir kalıp “Duru” sabunundan başka bir şey görmedim. Cumhuriyet’in “yerli malı” politikasının ne anlama geldiğini açıklamaya yetmez mi bu?.. *** Sokaklarda boş gezene rastlanmıyor. Bir kişinin işini beş on kişinin yaptığı yerler yok değil. Filipinler’den, Tayland’dan, Pakistan’dan, Afganistan’dan, Sri Lanka’dan, özellikle de Hindistan’dan gençler akmış Birleşik Arap Emirlikleri’ne. Ayak işlerinde çalışanların çoğu onlardan. Sömürge hayatı yaşamış ülkelerin çocukları kayıtsız şartsız bir itaat anlayışıyla sarılıyorlar işlerine. *** Kadın, bir toplumda uygarlık düzeyinin ölçüsüdür. Her şeyi onun düşünsel hayata katkıları, davranış özgürlüğü belirler. Dubai’deki kadın görüntüsü ise şöyle... Nerdeyse elli altmış metre yükseklikteki cam tavanından gün ışığı sızan, bizim mutfak tezgâhlarında bile kullanamadığımız değerde mermer döşeli bir zemin getirin gözlerinizin önüne. O zeminde, göbeğinin her noktasında yediklerinin tarihi yazılı, başında kefiyesi, sırtında patiska akı entarisiyle bir Arap erkeği... Karikatürü tamamlamak için, Arap’ın eline uzunca bir tespih verin. Düzgün kesilmiş sakalını da unutmayın. Adam, iki adım önde, anaç bir kaz gibi yürüyor. Onun arkasına kapkara çarşaflara bürünmüş, yüzleri kara peçeli üç dört kadın dizin... Çarşaf, kadının yalnızca onurunu değil, bedenini de küçültüyor; oysa Arap kadınları ufak tefek değil. Arada türbanlılar, çarşaflılar olsa da, kasalarda, tezgâhlarda genellikle saçı başı açık, giyimli kuşamlı, makyajı yerinde kadınlar oturuyor. Çoğu Arap olan devlet görevlisi kadınlar ise kapalı. Turistik alanlarda çalışan yabancıların saçları açık, kıyafetleri tek tip. Oda hizmetlerini ise yalnızca erkekler yapıyor. Kadın, ona bağışlanmış güzelliği gizlemeye dayanamaz. Gizlemek bir yana, onu daha da açığa vurmak için, süslenmeyi, giyimi kuşamı yaratıcılığının zaferi olarak hayatına sokmuştur. Bu ortamda bile, kimi kadınlar iki üç cıncık boncukla da olsa, kendini çekici kılacak bir şeyler bulmuşlar... *** Dubai... Dışı göz alıcı, içi karmaşalar zindanı... Kenti dolaşırken, görüntülerin karanlığı içinde, yüzüne peçe gerip kara çarşafa büründürerek kadının güzelliğini, yaratıcılığını, beceri gücünü, zekâsını öldürmenin bir uygarlık düşmanlığı olduğunu düşündüm. Yapıların baş döndürücü yüksekliği ise, bana Romalı devlet adamı Cato’nun bir sözünü anımsattı: “Uygarlığı yüksek yapılarda arayanlar ahmaklardır!” G [email protected] M Liberalizm yoksulun ekmeği olunca (!) Enver Aysever M eksika, Chiapas’taki kırsal kesim isyanı bölgesinden gönderilen, General Marcos imzalı bir makale şöyle diyor; “Küreselleşme sahnesine çıktığında devlet striptiz yapmaya başlar, gösterisinin sonunda üzerinde yalnızca çıplak, acil ihtiyaçları, yani baskı güçleri kalır. Maddi temeli tahrip olmuş, egemenliği ve bağımsızlığı iptal edilmiş, politik sıfatı silinip kaybolmuş ulus devlet, mega şirketlerin basit bir güvenlik birimi haline gelmiştir.” Yoksul halkın yönünü doğru bulması kolay değildir. Gündelik gereksinimler, giderek çılgınlaşan tüketim imgeleri, karnı aç olanı daha çok tahrik eder. Belki demokrasinin toklar için geçerli bir yönetim biçimi olduğunu söylemek gerekir. Daha doğrusu liberaldemokrasi diye adlandırmamız gerekir yaşanan çılgınlığı… Liberalizm! Küreselleşmenin ideolojisi… Halkı ıslah etme ödevi liberallerindir. İtirazsız toplum kurma görevi onlarındır. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu ve soydan İzmirli bir hekim dost, yakın dönem önce yaptığı Küba ziyaretinden çok etkilenmişti. Küba sınırları içinde hiçbir reklam panosuna rastlamamış olmaktan; her çocuğun belli bir yaşa dek devlet eliyle, günlük bir litre süt hakkına sahip olmasından; yurttaşların hiçbir arabada tek başına gitmeyip, aynı yöne gidenlerin birbirlerini taşımalarından; otobüslerin halka ücretsiz olmasından etkilenmişti belli ki! Çevrede büyük alışveriş merkezleri olmayışından çok hoşlanmış, binaların yıkık dökük görünümlerine karşın, bir başka algıda yaşam sürmenin olanaklı olduğunu görmüştü. Cilt hekimi olmasından dolayı, tütüncülükle uğraşan işçilerin elleri özellikle dikkatini çekmişti. Tenlerinin sağlıklı olması hayrete düşürmüştü bizim Egeli hekimi. Tütün elde etmek zorlu bir savaşla oluyordu ve yıpranma payı yüksek bir işti. Köylüler özel bir şey yapmadıklarını, hiçbir kozmetik ürün kullanmadıklarını, hatta sabun bile olmadığını, sadece suyla temizlendiklerini anlatmışlardı ellerini. Hekim elbette kozmetik temizlik ürünlerinin cildi nasıl tahrip ettiğini biliyor ve kimi yaşamların bu bilgiye kendiliğinden eriştiğine hayret ediyordu. Üstelik ciltlerin pürüzsüz olmasının bir diğer nedeni, meyve ve sebze ağırlıklı beslenmek olduğunu fark etmişti. Gerginlikten uzak ruhlar, organik ürünlerle beslenmiş bir beden, güzel görünümlü, sağlıklı insanlar yaratmıştı demek… Yoksulluk, olanaksızlık gibi duran bu durum, doğaya yaraşır bir insan yaratıyordu işte! Küba. Liberallerin başardığı en önemli iş kuşkusuz propaganda yapmak ve özgürlük diye sunulan yaşamlarımızı sorgulamadan ilerlememizi sağlamak. İşin matrak yanı devlet aygıtına küfür eden liberal demokratlar, küresel ölçütte birileri tarafından beslenerek, devletlerin şiddetinden daha etkin, tutsaklığından daha sert yeni iktidarlarla kol kola giriyorlar. Hekim dostumun söyledikleri büyükçe bir alışveriş merkezinde üst baş almak için dolanırken aklıma düştü yeniden. Ucuzluk zamanı bir şeyler almanın daha ekonomik olduğunu bilenlerdenim. Garip; kışlık giysilerinizi yazın, yazlık giysilerinizi kışın aldığınız zaman, daha az para harcıyorsunuz! İşte liberalizmin, piyasa ekonomisi dediği saçmalık bu! Hiçbir şeye gereksinim duyduğunuz an kolayca ulaşamıyorsunuz! Ayakkabıya, paltoya, bikiniye, havluya, kazağa, şorta, özgürlüğe, emekliliğe, röntgen çektirmeye, kemik ölçümü yaptırmaya, deniz kenarında huzurlu bir tatile, asgari gereksiniminizi karşılayacak bir arabaya, başınızı sokacak bir eve, demokratik bir ülkeye, örgütlü bir topluma, huzurlu bir ölüme… Hep ertelenmiş hayatlar yaşıyoruz… Kariyer planlaması üzerine kurulu liberal yaşamlar… Son derece pahalı bir mağazada çalışan tezgahtar kıza yanaştım. Bir kadın gömleği ve etek fiyatı sorduk eşimle. Eğer ikisini alırsak, tezgahtar kızın maaşı kadar para vermemiz gerekiyordu. O genç kızın on iki saat ayakta kalması karşılığında bu işte kalıcı olabilmesi olanaklıydı. Bu süre içersinde sandalyeye oturmak, duvara yaslanmak yasaktı. Sadece sınırlı dinlenme sürelerinde çay, kahve,s u içebiliyor, bir şeyler atıştırabiliyordu. Gülümsemesi, bakımlı olması gerekiyordu… Karşılığında bir etek ve gömlek alacak kadar paraya sahip olacaktı… Düşlerinde, ilerde oraya alıcı olarak girebileceği bir yaşam tasarımı vardı. İşte liberalizm bunu uygun görüyordu bu genç kızlara, oğlanlara, insanlara… Vaatler cumhuriyetinde köle olma öğretisinin adı liberalizmdi! Nasıl olup da kentleşememiş, düşünsel dönüşümünü tamamlayamamış, yoksulluktan, işsizlikten kırılan bir toplumun liberallerin kucağına düşmesi bunca kolay olabiliyordu peki? G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle