17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 YEMEK 23 KASIM 2008 / SAYI 1183 Aylin Öney Tan Murat Sayın Can’ın “Mustafa”sı Ataol Behramoğlu an Dündar tartışılan filminde duygulu bir sesle (araya başka anlatıcı seslerin de karışmasıyla) Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını (ve devrimlerini) özetliyor. “Ses”le başlamam nedensiz değil. Çünkü söz konusu filmdeki duygulu ses, tıpkı bir film müziği gibi, bu filmdeki duygusal havanın önemli bir öğesi. Can Dündar sesini gerçekten de iyi kullanıyor. (Öteki sesler için aynı şey pek söylenemez.) Buna karşılık müzik efektleri de başarıyla kullanılmış. Fakat bütün bunlara karşın ben duygulanamadım. Oysa en az Can Dündar ve filmde betimlenen (sık sık ağladığı söylenen) Mustafa Kemal’in kendisi kadar duygulu biriyimdir... Neden duygulanamadığıma gelince: “Mustafa”nın (çocukluk ve gençlik yıllarının anlatıldığı) ilk bölümünde bilinmeyen pek bir şey yok. Bilinmesi ve çok iyi anlatılması gereken şeyler ise hiç yok. Bunlar neler midir? Bu çocuk ve genç Mustafa Kemal, ölü kardeşinin cesedinin çakallar tarafından parçalandığını öğrendiğinde sarsılması, mahalle mektebinde hocadan yediği dayağı unutamayışı, babasının ölümünden sonra annesinin yeniden evlenip kendisine kardeşler doğurmasını içine sindirmeyen bir çocuk olması dışında acaba nasıl biriydi? Çocukluğunda ve askeri okullarda acaba neler okudu? Daha sonra bir Fransız bayana yazdığı mektuplardaki o güzel Fransızcayı bu halk çocuğuacaba nasıl, hangi çabalarla öğrendi? Bir dehanın gelişim süreçlerini öğrenmek bakımından herhalde çok önemli sayılması gereken bu gibi bilgilere filmin bu ilk ve daha sonraki bölümlerinde ulaşılamıyor. Filmin girişindeki sahneler deniz kıyısındaki küçük mezar, çakallar ve arka plandaki ürkütücü deniz ve gökyüzü görüntüleri gerçekten etkileyici... Bunlar bir korku filmine çok uygun düşebilirdi... Ama hepsi bu kadar. Bunun dışındaki bu ilk bölüm, Umut ve umutsuzluk Panna Cotta Obama geleceğe dair umut vaat ederken diğer taraftan Türkiye’de bir akşam yemeği daveti ve basına yansımaları insanı umutsuzluğa sevk ediyor. Lokanta ısmarlaması yemeğin iyi, temiz ve adil olmakla ilgili bir derdi yok elbette. Kimilerince Türkiye’nin Obama’sı yakıştırması yapılan başbakanın ise çevre duyarlılığı ve sürdürülebilir sağlıklı tarım konusunda Obama çizgisinde olduğu pek söylenemez. Aksine Amerikan mısırı ve mısır şurubu konularında kabinesinin şerbet, şurup muhabbetine uygun yapış yapış bir politikası var. Ama doğrusu bu yemekte tatlı olarak Panna Cotta seçimi pek yerinde olmuş. Hiç olmazsa politik çizgisi daha bir yakın olan Berlusconi ile yakınlık kurulmuş. 500 ml. süt, 2 paket (250 ml. krema), 6 yaprak jelatin, 150 gr. şeker, 1 çubuk vanilya Jelatin yapraklarını üzerini örtecek kadar soğuk suda ıslatın. Süt, krema ve şekeri uzunlamasına yardığınız vanilya çubuğu ile ateşe koyun. Kaynama noktasına gelinceye kadar ısıtın. Şekerin erimesi için karıştırın ve ateşten alın. Vanilya çubuğunun içindeki minik siyah vanilya çekirdeklerini bir bıçakla sıyırarak sütün içine katın ve çubuğu atın. Yumuşayan jelatinleri fazla suyunu iyice sıkarak sudan çıkartın. Isınmış süt krema karışımına katın ve tamamen eriyinceye kadar karıştırın. Kremayı kalıplara bölüştürün. Servis yapacağınız zaman kalıpları sıcak suya oturtarak kremanın kalıp kenarlarından çözülmesini sağlayın ve servis tabaklarına ters yüz edin. Meraklısı için birkaç ufak not: “Panna Cotta” bir nevi sütlü İtalyan tatlısıdır. Piemonte bölgesine hastır. Tam çevirisi pişmiş krema demektir. Türk mutfağındaki en yakın muadili “sütlü elmasiye”dir. Sanıldığı gibi dışı kek, içi erimiş çikolatalı bir tatlı değildir. Jelleşmeyi sağlayan kıvam verici jelatin en çok domuz derisinden ve postundan yapılır. Zira en yoğun jelatin kıl diplerinde bulunur. Sığır ve tavuk derisi ve kemikleri de kullanıldığı olur. Bir başka jelatin kaynağı ise, balık kılçığıdır. İtalya’da jelatin balıktan üretilmese bile balık tutkalı anlamına gelen “Colla di Pesce” denir. Eski Osmanlı tariflerinde “Elmasiye” reçetelerinde de balık tutkalı verildiğini görürüz. Bitkisel kaynaklı jelleştirici kıvam arttırıcıların başında ise bir tür deniz yosunu olan “agar agar” gelir. Türkiye’de pastacılıkta kolay kolay erimediği ve iyi form tuttuğu için yaygın olarak agar agar kullanılır. G arack Obama seçim kampanyası sırasında kendisiyle röportaj yapan Times dergisinden Joe Klein’e laf arasında Michael Pollan’ı okuduğunu söylemiş ve enerji politikaları konusundaki görüşlerini açıklarken Pollan’ın New York Times gazetesinde çıkan bir yazısını referans göstermişti. Bu haber yemek yazarları, yemek ve tarımla ilgili konularda çalışan akademisyenler, aşçılar, meraklılar arasında bir heyecan dalgası estirdi. Obama’nın Pollan’ı okuduğunu belli etmesi bile Bush’un politikalarından yılmış olanlar için bir aydınlık belirtisi. Pollan yazıları, kitapları ve dev gıda tröstlerine karşı duruşuyla Amerika’da aydın kesimin ikonu haline gelmiş bir yazar. California, Berkeley Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Pollan, son yıllarda mısır şurubu üreticilerinin, ürünlerinde mısır şurubu kullananların korkulu rüyası haline gelmiş. Obama’nın referans gösterdiği Pollan’ın yazısının “Farmer in Chief” başlığı, kumandayı eline almış, yönetimde olan çiftçi anlamına gelerek, Amerikan başkanına bir gönderme yapıyor. Çiftçinin yönetimde olduğu, sürdürülebilir, çevreye ve insan sağlığına duyarlı tarım ve yiyecek politikalarının geçerli olduğu B C Rifat Mutlu ([email protected]) Barack Obama. “Mustafa” filminden. son derece yüzeysel, sıradan ve bir çizgi film kurgusunu anımsatıyor. İlkokul çocukları için, söz konusu filmde olduğu gibi, yine böyle herhangi bir yorum ve derinlik kaygısı duyulmaksızın bir çizgi film olarak yapılsa, yararlı da olabilirdi... Fakat amaç ve iddia bu olmadığından istenilen sonuç da elde edilemiyor. İkinci bölümde Çanakkale savaşları, Mustafa Kemal’in Paşa rütbesiyle Anadolu’ya geçişi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş süreçleri anlatılıyor. Aralara da özel yaşama ilişkin bazı olgularyine herhangi bir neden sonuç ilişkisi gözetilmeksizin serpiştirilmiş. İç isyanlar, düzenli ordunun kuruluşu, ilk Meclisteki tartışmalar gibi “ayrıntı”lar bu filmde yer almıyor. Bunu karşılık Mustafa Kemal’in bir büyükbaş havyan sürüsünün kaldırdığı toz bulutunun isyancılar ya da düşman birliklerince kaldırıldığını sanarak ürkmesi gibi bir başka ayrıntıyı öğreniyorsunuz. Atatürk’ün bu süreçlerdeki düşünsel gelişim evreleri de yine belli ki filmi yapan kişi ya da kişilerin ilgi alanına girmiyor. Bu arada birtakım kitaplar okuduğu tek bir cümle çerçevesinde geçiştiriliyor. Sonlara doğru iyice yalnızlaşan, içki ve sigarayla avunmaya çalışan bir devrim önderi portresi çizilmiş. Cumhuriyet’in 10. yılında o eşsiz konuşmayı yapan bir önderin, yine araya sıkıştırılmış bir cümleyle, o coşkulu günde herkesle aynı heyecanı duymayışının ileri sürülmesini anlamamız ise mümkün değil. Dinsel gericilikle mücadelenin altı çizilerek vurgulanması filmin bence en önemli ve alkışlanacak yanı. Fakat film kahramanının kişiliği, entelektüel oluşumunun evreleri iyi anlatılamadığı, temel sağlam olmadığı için bunlar da havada kalıyor. Filmi izledikten sonra Can Dündar’ın “Mustafa”sının lehte ve aleyhte neden bu kadar gürültü kopardığını doğrusu anlayamadım. Bazı ilginç görsel belgeler dışında bu filmden belgesel sinema sanatı ve Mustafa Kemal’i tanımak adına geleceğe herhangi bir şey kalacağını sanmıyorum. Can Dündar’ın iyi niyetinden kuşku duymak için kendi adıma ben bir neden göremem. Fakat sinemacı olarak yeteneği ve belki de dünya görüşü bu kadar önemli ve aynı ölçüde de iddialı bir çabanın üstesinden gelmeye belli ki yeterli olamamış. G [email protected] bir dünya özlemini dile getiriyor. Bu dünyada kitlelere ucuz yiyecek sağlama iddialarıyla toplum sağlığını hiçe sayan, çevresel duyarlılıktan nasibini almamış, sadece kendi kârını düşünen üreticiye yer yok. Obama’nın seçim programında organik tarımı desteklemek ve sürdürülebilir tarım politikaları gütmek gibi başlıklara yer veriliyor. Tarım, enerji tüketimi ve çevre konularını birbirinden ayrı görmeyen Obama, endüstriyel tarım dışında varlık göstermeye çalışan bağımsız, ufak üretim yapan çiftçiye de destek çıkacağını söylüyor. “Yerel ve Taze” (Buy Local, Buy Fresh) sloganıyla yakın çevrede yetişen yerel ürünlerin tüketimine öncelik verilmesini bir ülke politikası haline getirmeyi düşlüyor. Üretici ile tüketici arasındaki aracıların en aza indirilerek, yerel üreticinin kollanmasını ve bu sayede tüketicinin daha kaliteli ve sağlıklı ürüne ulaşabilmesini hayal ediyor. Çevre koruma ve çevreye duyarlı rüzgâr ve güneş enerjisi üretimi konularına ağırlık verilmesini, tarım alanında enerji ve su kullanımını azaltan teknolojilere yer verilmesini öngörüyor. Seçim programında bu konulara yer veren Obama’nın ofisi kampanya sırasında Michael Pollan’ı da aramış. Pollan’dan NY Times’daki yazısını Obama’ya sunulmak üzere iki sayfalık bir özet haline getirmesini rica etmiş. Rivayete göre, Pollan “İki sayfada anlatılabilecek bir mesele olsaydı, 8000 kelime yazmazdım” diyerek bu teklifi geri çevirmiş. Besbelli bu cevap Obama ve ekibinde ters bir etki yapmamış ve Harvard mezunu Obama yazıyı okuyarak özünü kavramış. Obama vatandaşı için iyi, temiz ve adil bir yiyecek dünyası vaat ediyor. Keşke gerçek olsa. Darısı tüm politikacıların başına! G [email protected] MİZAH MAĞARA ADAMI / Tayyar Özkan (www.tayyarozkan.com) C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle