17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 23 KASIM 2008 / SAYI 1183 Cahilliğin egemenliği Zülal Kalkandelen Şiddetle yağmur yağarken bir taksiye biniyorum. Orta yaşlı şoför konuşmaya başlıyor: “Nasıl yağmur yağıyor! Bir de küresel ısınma var diyorlar. Hani nerde? Her şey Allah’tandır! İster yağdırır ister yağdırmaz.” Şoför konuşmaya devam edince yanıt vermek gerekiyor. “Durum öyle değil,” diyorum. Küresel ısınmanın belirtilerinin birçok alanda görüldüğünü, buzulların eridiğini, kimi göllerin ve hayvan türlerinin yok olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Lafımı kesip, “Kim demiş bunları” diye soruyor. “Bilim adamları ve uzmanlar,” şeklindeki yanıtım onu hiç tatmin etmiyor, aksine kızdırıyor. “Bunlar safsata! Onlar hep böyle konuşur” diyor. *** Plastik damacanalarda su satan bir esnaf ile konuşuyorum. Şişenin altındaki dönüşüm logosuna bakmak isteyince, hemen anlıyor sebebini. “7 sayısına mı bakacaksınız” diye soruyor. “Evet,” diyorum. Çünkü damacanaların altında bulunan logonun içinde 3 ya da 7 rakamı varsa, bu o damacananın yüksek oranda kimyasal madde içerdiğini ve insan sağlığına zararlı olduğunu gösteriyor. Ama o, ısrarla bunu inkâr etmeye çalışıyor. “Bilim öyle demiyor” diye karşılık verince sinirleniyor. “Ne bilimi? Onların işi gücü milleti korkutmak!” diyerek öfkesini açığa vuruyor. *** Küresel mali krizin bütün dünya piyasalarında ciddi çöküşlere yol açtığı bir sırada, Başbakan Erdoğan anlaşılması güç laflar ediyor. Bankacılık sistemimizde alınan dersler nedeniyle ekonominin sıkıntıya düşmeyeceğini anlatıyor... “Hamdolsun, korkulduğu gibi bir şey söz konusu değil,” diyor. Ekonomistler, mali krizin reel sektöre yansıyacağı konusunda uyarıyor, yaklaşan tehlikenin boyutları verilerle anlatılıyor ama nafile... O, “Kriz inşallah bizi teğet geçecek” diyor. Fakat aradan daha bir ay geçmeden krizin yansımaları görülüyor. Sanayideki üretim, eylül ayında geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 5.5 oranında düştü... İşyerleri kapanıyor, ağustos ayında 207 bin kişi daha işsizler ordusuna katıldı... Olsun... Başbakan, yine de krizin Türkiye’yi teğet geçeceğine inanıyor... Washington’a gidince, IMF’den para almak için, krizden etkilenmemenin mümkün olmadığını söylüyor ama Türkiye’de farklı konuşuyor... *** Bu birbirinden bağımsız gibi görünen üç olayın ortak bir noktası var. Başbakan Erdoğan’ın aymazlığı, oy peşindeki takıyyeci politikacının tavrı olmanın ötesinde. Şoförün, su satıcısının ve Başbakan’ın tavrı, sonuçta aynı anlayıştan kaynak buluyor. O da, bilimsel çalışmayla elde edilen verileri değersizleştirme çabası. Böylelikle, bu tür verilerin yerine boş inançlar geçirilince, her türlü yanlışı gerçekmiş gibi göstermek olanaklı hale geliyor. Aynı anlayış, bir zamanlar da Kenan Evren’in radyasyonun faydalı olduğunu savunmasına yol açmıştı... İlkel toplumlara uygun bir yaklaşım bu. Ancak neden diye sorgulamadan efendisine biat edenler tarafından kabul edilebilir. Oysa kulluktan vatandaşlığa geçen insan, araştıracak, bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirip değerlendirecektir. Bu yaklaşım değişmediği sürece, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması olanaklı görünmüyor. Mustafa Kemal Atatürk, boşuna “Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir” dememiştir. Çünkü çağdaşlığın yolu bilimden geçer. Atatürk’ü daha iyi tanımak amacıyla “belgesel” yaptığını iddia edenler, onun özellikle bu yönünü göz ardı etmemeli. Atatürk’ün düşünce sisteminin temelleri topluma doğru bir şekilde anlatılmazsa, işte bugünkü gibi, cahillik gelir çöker tepemize... G www.zulalkalkandelen.com / [email protected] İnsan, yurdunu yüreğinde taşır Adnan Binyazar çağımız Atatürk Havalimanı’ndan ayrıldığında İstanbul günlük güneşlikti. Beş altı dakika geçmedi, önümüzde aklı karalı bulut dağları sıralandı. Ülkemizin sınırlarını aşınca güneşi geride bıraktık. Güneş, içimizin ruh aydınlığıdır. Güneşini yitirdin mi ruhunun ölgün karanlığına gömülüyorsun. Bunları düşünürken, uçak, sanki dev bir matkap olmuş, kulakları sağırlaştıran gürültülerle bulut dağlarını deliyordu. Üç saat içinde nice ülkeler aştık. Sonunda uçağın kalın tekerlekleri Berlin topraklarına değdi. Yüzlerce kez yaşamış da olsam, boşlukta insan dolu bir odadan başka bir şey olmayan uçağın yere indikten sonra pistte ilerleyişi bende sonsuz bir özgürlük duygusu yaratır. Uzayda günlerce dolaştıktan sonra ayakları toprağa basan astronot kim bilir neler duyumsuyordur... Bir yerden bir yere gidenlerin feraha erdikleri söylenir. Oysa toprak, yaratılışın ana kucağıdır; nereye gidersek gidelim yurdumuzu yüreğimizde taşırız. Otuz yıla yakındır, Berlin’e gidip geliyorum. Berlin benim için göller ve ormanlardır, düzgün caddelerdir, caddelerde gidip gelen kadınlı erkekli insanlardır... Kente ayak basar basmaz, ben de, İstanbul’daki bilgisayarının başından kalkıp, orada aynı marka, aynı renk, aynı düzende programlanmış bilgisayarının başına oturan bir insan olarak onların arasına karışıyorum. Mutluluğu, cebindeki bellek çubuğuna yüklediği bilgilere bağlı bir insan... Belli zamana yazı sığıştıranlar için, uzun süre kullanmadığı bilgisayarıyla sorunsuz karşılaşmak sevinçlerin en büyüğüdür. Bilgisayarımın işlerliğini denetlemeden, ne bir bardak su içebilir, ne ağzıma bir lokma koyabilir, ne sorulara doğru dürüst yanıt verebilirim... Berlin’de geçecek üç haftalık günlerimin ilk akşamında yatağa bilgisayarımı sorunsuz bulmanın sevinciyle girdim. Başını yastığa koyar koymaz uyuyanlardan değilim. Kitap okuyup, başımı gömdüğüm yastıkla derin söyleşilere dalmadan uykuya geçtiğimi anımsamıyorum. Bu kez öyle olmadı, üç beş satır okumuştum ki dalıp gitmişim. Uyuduğum odaların perdeleri açık olmalıdır. Uzandığım yerden, dağ varsa dağlar, ağaç varsa ağaçlar görünmeli. Bir de hava açık, gökte de yıldızlar kırpışıyorsa, oda karanlığından dışarının kör aydınlığına bakmanın ötesinde mutluluk var mıdır! Bir de düşlemimde, sabah olup kuşların, sığırın sıpanın sesiyle uyanma umudu varsa, işte o zaman dünya, ‘dünya’dır! İnsan, gittiği yere yalnız yurdunu değil, düşlemlerini de götürüyor. Gece yarısı, ana sesini andıran okşayıcı bir sesle uyandım. Pencerede olanca aydınlığıyla yüzünü bana çeviren ay ışığının sesiydi bu. ‘Işığın da sesi mi olurmuş?’ demeyin; her nesne çağrışımıyla sestir, renktir, düşlenebilen her şeydir... O sesi, üç dört yaşlarında, bir katırın üstünde şafak vakti yol alan anamın kucağında da duymuştum. Katır dağın eteğinde ancak iki kişinin sığabileceği bir yolda tırnaklarıyla taşları kırarcasına yürüyor, ben, gözlerimi ay ışığı vurmuş Murat suyunun parlaklığına dikmişim. O sesten beri, ay aydınlık geceler, güneşli sabahların muştucusu olmuştur. Yurt, içimizin günaydınlığı değil midir?.. G [email protected] U İstanbul’da bir öğle sonrası Enver Aysever oyu rekabet ortamı yazarın kalemini ne denli tutsak eder, tartışmak gerekir. Raf ömrünün hayli kısaldığı, neredeyse saatlerle sayılı olduğu bir süreçte, okunduğunu bilmek, kimilerinin yapıtınız üzerine düşündüğünü sezmek etkileyicidir. Kentlerde yeni oluşan okuma topluluklarının varlığını işitmiştim. Bir yapıt üzerinde karar kılıp, yazarını davet ederek tartışma yapan bu topluluklar, yazarlar açısından hem heveslendirici oluyor, hem de nesnel bir sınanma olanağı sağlıyor. Ben de böyle bir davetin konuğu oldum. İçinde bulunduğumuz Anadolu toprağındaki tartışmaların baş döndürücü hızı, sağlıklı, demlenmiş düşünceler oluşturmaya, dahası bir eseri tepeden tırnağa irdeleyip, eleştirel yaklaşmaya olanak vermiyor. Beni davet eden, ağırlıklı olarak hanımlardan oluşan topluluk bu işi iyi yapıyor, yazara gerçek işini/işlevini anımsatıyor. ‘Önce iyi yapıtlar kurmalısın!’ diye haykırıyorlar sanki... Edebiyata, özellikle romana gönül vermiş bu kişilerin, kaçınılmazdır elbet, kendi yazınsal deneyimleri de bulunmakta. O gün, iştahla yazdıklarım üzerine konuşurken, satır aralarında hangi yazarların izini sürdüklerini, şiirle kurdukları ilişkiler ve eğitim durumlarını kavradım. Örgüt gerektiren her işte olduğu gibi, bu çalışmaya da gönül veren bir önder olduğunu sevinçle gözledim. Okumak için bir başına olmakla yetinmeyen bir kadın... İstanbullu bir öğretmen... K Bizim modernleşme sürecimizin terazisini kadınlar üzerinden görebiliriz. Öğretmen hanımın salt varlıklı bir semtte, burjuva iklimine uygun, hatta biraz da seçkin bir eylem gibi algılanacak bu okuma/tartışma etkinliğiyle yetinmediğini gördüm. Aynı çabayı, hapishanedeki mahkumlar için gösterdiğine sevinçle tanık oldum. Uygar olmanın ölçütünü nasıl koyarız, diye sorsak, bizi toplumsal sorumluluğa taşıyan vicdana, ahlaka yolumuz düşer. Bu öğretmenin çabası, daha iyi bir toplum oluşturmak için, ortak yaşamlarımızın dışına düşen tutsaklarla da ilişkiye girerek taçlanmış... Rahat koltuklarımızdan, dev ekranlarımızdan, giderek yağ bağlayan gövdelerimizden kurtulmak; şizofrenik gelecek kaygılarımızda boğulmamak için, tüm bir toplumla, insanlıkla ilgilenmenin hazzıyla/ sorumluluğuyla tanışmak gerek! Toplantımızdaki ODTÜ’lü hanımlardan da söz açmak isterim. Düşünün; dünyanın entelektüel kimliğini alabildiğine yitirmiş olduğu bir süreçte, ülkenin en iyi üniversitelerinden birini bitirmiş hanımlar, içinde, felsefe, şiir, edebiyat lezzeti olan bir dil kullanıyor. Bir tür gönüllü sorgu altında buluyorsunuz kendinizi... Konu sosyalist geleneğin açmazlarına değiyor, yazarın siyasal varlığının neye denk düşeceğine geliyor ve özgürlüğün şaşırtıcı ve etkili tarifiyle son buluyor. Bu kadınları, bu cumhuriyet yetiştirdi. Yüzlerinde abartılı boya yoktu, yalın giyinmenin, kendince olmanın şıklığı içindeydiler... Tertemiz bir dil kucakladı hepimizi ve birbirimizi dinlemenin ve buna ne denli gereksinim duyduğumuzun farkındalığıyla, çaylarımızla birlikte, o anı yudumladık... Günün en büyülü ve şaşırtıcı konuğu tam bir İstanbul hanımefendisi, üç kuşaktır bu kente kimlik veren bir ailenin hayli yaş almış bir ferdi olan okurumdu... Aslında yeni okurum olmuş, romanımdan duyduğu sevinci benimle paylaşırken, yazıya daha çok zaman ayırmam gerektiğini anımsattı bana. Yeni roman ne zaman, diye sordu, bu soru yüreğimi dağladı. Acaba yaşantım, yazmak üzere aldığım notlardan ibaret mi olacak, diye geçirdim içimden... İnsanın yüreğine ferahlık veren sözleri, aydınlık bakışıyla, çok zamandır tanış olduğum duygusuna kapılmama neden oldu bu okur. Televizyon seyretmediğini, akşamları roman okuduğunu, artık yaşadığımız topluma iyiden yabancılaştığını ve özellikle Mustafa Kemal’in son dönem içine düşürüldüğü duruma kırıldığını dillendirdi. Yeni bir ameliyat geçirmiş olmasına karşın, hızla ayaklanmış, bu türden etkinliklerde ön saflarda yer alma ödevini yerine getirmeye devam ediyordu. İstanbul’un dününden söz açtı ve artık romanlarda kalan bu güzelliğe duyduğu özlemi dillendirdi. Selim İleri, Tanpınar ve diğer İstanbul yazarlarını sevinçle andık. Benim romanıma sinen İstanbul, İzmir, Ankara, Tunceli kokusunu sevmişti. İstanbul’un bu gününü yazmamdan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ben bu insanlardan çalınan İstanbul’u, Anadolu’yu, Mustafa Kemal’i düşündüm... Onların imgelemine niçin saldırıldığını biliyordum; ama bir ülkenin iyi yetişmiş bu evlatlarını niçin hırpaladığını, küstürdüğünü, yaraladığını anlamıyordum... Yalan söylüyorum, gayet iyi biliyorum aslında... Bana bir mektup bıraktı giderken, bir ana olarak yalnızlığa dair iki satır şiir iliştirmiş, oğluna sitem belki... Yazdığım anaoğul ilişkisi, okurumda dizelere dönmüş... Mutluydum ve kırgın... Kabul.../Benim zamanım dememeliyim./Sen de bana çok yorgunum demesen./Hastalanmaya artık, nasıl korktuğumu bilsen./Ölmekten değil seni üzmekten./Kim yorulmadı ki gençlikte./Ben de yoruluyorum derdim anneme./ Sen de bana benziyorsun... Can G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle