Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
23 KASIM 2008 / SAYI 1183 3 DERGİDEN Doğal tarım, doğal gıda Giderek büyüyen küresel organizasyon Slow Food, finans kriziyle iyice su yüzüne çıkan gıda krizini aşmak için tüm dünyayı doğal üretime dönüşe çağırıyor. Birçok ülkeden yedi bini aşkın yerel üretici gıdanın tekelleşmesini protesto etmek için Terra Madre toplantılarındaydı. Organizasyona katılan Türk heyetinden Cem Birder, Tangör Tan ve Behçet Gülas’ın ortak görüşü de krizin aşılması için küçük üreticilerin teşvik edilmesi gerektiği yönünde... Soldan sağa: Cem Birder, Tangör Tan ve Behçet Gülas. Fotoğraf: Vedat Arık Behçet Gülas: Babam çok yerel bir çevrede üretim yapmasına karşın tamamen doğal yöntemlerle ürettiği karakovan balı sayesinde 2001’de Slow Food tarafından verilen Dünya Büyük Ödülü’nü kazandı. Kendisini geçen yıl kaybettik. Babanız sizin için nasıl biriydi, siz de aynı yolda mısınız? B. Gülas: Babam Rize Çamlıhemşin köyünde tamamen doğal yöntemlerle arıcılık yapıyordu. Slow Food temsilcileri Aylin Öney Tan, Handan Türkali, Muhtar Katırcıoğlu ve Ahmet Örs babamdan haberdar olup, olayın aslı astarı var mı diye Çamlıhemşin’e geldiler. Babama Slow Food organizasyonundan bahsettiler ve kendisini İtalya’ya götürdüler. Babam bu işi tam anlamıyla tarzanca yapıyordu. Teknolojiyi hiç kullanmazdı. Ben de felsefesini hiç bozmadan arıcılığa devam ediyorum. Babam Slow Food sayesinde edindiği maddi imkânları da tamamen bu işe ayırdı. İşçi tutup ayıların ulaşamayacağı yerlere yol yaptı. Ben bile şu an yol olmasına karşın oralara giderken çok zorluk çekiyorum. Aslında arıcılığı çok seviyorum, ama kışın İstanbul’dayım. Aynı zamanda yöresel sazlarla müzisyenlik de yapıyorum. Çocukken ise hep onunlaydım. Şimdi o kovanların her biri benim için babam. T. Tan: Buradan şu örnek çıkıyor; Behçet gibi küçük üreticiler istediği maddi desteğe kavuşsa belki başka iş yapmak zorunda kalmayacaklar. Slow Food’un felsefesi önceden sadece üretici üzerinden ilerliyordu. Şimdi üreticiden tüketiciye kadar gıda zinciri içindeki herkes için farkındalık oluşturmak gibi bir hedefi var. Tüketici farkındalığı sağlandığı zaman yardımcı üreticiye dönüşür. Farkında olmadığı zaman ise zincirde kopukluk oluyor. C. Birder: Slow Food unutulan değerleri hatırlatıp çiftçilerin ulaşamayacağı mercilere anlatıyor. Bu sene organizasyon, G8 toplantısına davet edildi. Bu aynı zamanda önemli bir politik başarıydı. Veli Gülas tüm dünya için çok iyi bir örnek. Çünkü ailesine ve çevresindekilere de bildiklerini anlatmaya çalışmış. Küçük çiftçilik yaşatılmak isteniyorsa Veli Gülas bu iş için bir sembol olmalı. Terra Madre’da genciyle yaşlısıyla birçok benzer örnek görebiliyorsunuz. Bu insanların sürdürülebilirliği sağlaması açısından Slow Food çok önemli. Bugünkü dünyada bu tip insanlar köyün delisi olarak görülüyor. Kendi köyünde dahi enayi yerine konuluyor, “Herkes bu kadar para kazanırken sen niye bu kadar uğraşıyorsun” denilerek alay konusu oluyorlar. G N Deniz Ülkütekin low Food, 80’li yıllarda hızla gelişen ve dünyaya yayılarak yerel gıda üretiminin yerine küresel bir yemek anlayışı ortaya çıkaran Fast Food kültürüne karşı başlatılan bir hareket. İtalya’da başlayan Slow Food organizasyonu son yıllarda büyük gelişme gösterdi. Hatta bu sene başkan Carlo Petrini, organizasyonu temsilen G8 toplantılarında yer aldı. Her yıl düzenlenen Terra Madre toplantılarının sonuncusu ise 2327 Ekim arasında Torino’da yapıldı. Dünyanın dört bir yanından katılımlarla farklı yemek kültürlerinin bir araya geldiği toplantılarda Türkiye’den de ziyaretçiler vardı. Toprak Ana Projesi çerçevesinde önemli çalışmaları bulunan Cem Birder ve Slow Food Türkiye Genel Koordinatörü Tangör Tan izlenimlerini paylaştı. 2001’de Terra Madre Büyük Ödülü’nü kazanan karakovan balı üreticisi Veli Gülas’ın baba mesleğini devam ettirmeye S çalışan oğlu Behçet Gülas da babasının doğayla barışık üretim yöntemlerini paylaştı. Konferans ağırlıklı olarak hangi konular üzerineydi? Tangör Tan: Ana konu sürdürülebilirlikti. Sürdürülebilir tarım ve “Slow Food Movement” adı altında genç çiftçiler harekete entegre etmeye çalışıldı. Folk müziği de gelenekselliği öne çıkarmak için kullanıldı. Genç üreticilerin bakışı nasıldı? Neden böyle bir entegrasyon gerekti? T. Tan: Türkiye’den farklı olarak gördüğüm, Avrupa’da tarım daha çok babadan oğula geçiyor. Cem Birder: Sürdürülebilir tarımın bir önemi de şu anda yaşadığımız üçlü kriz neticesinde ortaya çıktı. İklim değişikliği, finans ve gıda krizi bizim için bir fırsata dönüşebilir. Toplantılarda konuştuklarımız gıdanın ticari bir meta olmaktan çıkıp “iyi, temiz ve adil” çerçevesinde yer alması içindi. Bu konuda Behçet’in babası çok önemli örnek. Bahsettiğim esasta en balta girmemiş ormanlara girip kara kovan balını üretti. Sanal gıda devrimi Cem Birder’in öncülüğünde hazırlanan www.toprakana.com.tr adlı site, gıda sektöründe üreticiyle tüketici arasındaki aracıları kaldırıyor. Henüz yeni bir girişim olan oluşum sayesinde, tüketici yurdun dört bir yanından çiftçilerin ürünlerine birinci elden sahip olabiliyor. İyi, temiz, adil ve yerel gıda anlayışına yönelik çalışan Toprak Ana projesinin bir parçası olan sitenin en önemli avantajlarından biri kaliteli ürün üreten çiftçileri markalaştırıp, tekelleşen gıda sektörüne bir alternatif yaratmak. Projesini Terra Madre toplatıları sırasında yabancı üreticilerle de paylaşma şansı yakalayan Cem Birder, ilerleyen günlerde denetim mekanizmasını geliştirmeyi hedefliyor. Böylece tüketiciye gelen ürünler çok daha kaliteli ve Slow Food felsefesine uygun olacak. G Sistem benmişim! Müge Serçek 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü… Kadınlar bunu bir haftalık eylem zamanına çevirip soruna dikkat çekecekler… garajistanbul da 2430 Kasım tarihleri arasında üç ülkeden, üç oyunla kadına yönelik şiddeti sorgulayacak; “Is.man”, “ehrensache” ve “Oyunu Bozuyorum”… “Oyunu Bozuyorum”u Övül Avkıran, Mustafa Avkıran’la birlikte hem yönetiyor hem oynuyor. 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele” gününe sanatçı olarak kayıtsız kalmadınız ve garajistanbul’un 2430 Kasım haftasını namus oyunlarına ayırdınız. Mustafa Avkıran: Bu yıldan başlayarak, her yıl böyle bir etkinlik gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Dünyadaki namus oyunlarına karşı tepkimizi, tavrımızı ve politik duruşumuzu, kadın bedeni ve namus üzerine oyunlar oynayarak, kendi ölçeğimizde dillendirmeye çalışacağız. Uğruna cinayetler işlenen “Namus” nedir peki? M. Avkıran: Kelime kökü namos’tan, nemalanmaktan geliyor aslında. Bir erkeğe ait olan şeylerin tümü gibi duruyor. Kadın bedeni üzerinde oynanan her türlü oyuna namus diye bakılıyor. e ilkti ne de son oldu. Ancak tarihin akışında bir dönüm noktasıydılar. Farkındalığı, tepkiyi ve dayanışmayı ölümleriyle yaşattılar. Üç kız kardeştiler; Patria, Minerva ve Maria Terasa Mirabel. Eşleriyle birlikte Dominik Cumhuriyeti’nde Trujillo diktatörlüğüne karşı çıktılar. Patria, 1960 Haziran’ında diktatörlüğe karşı en sıkı direnişi gösteren Clandestina’yı kurdu. Minerva ve Maria Terasa da ona katıldı. Kısa zamanda genişleyen örgüt diktatörlüğü korkuttu, kendileri için en büyük tehlikenin Clandestina olduğunu gizlemediler. Örgüt yok edilmeli, bunun için üç kızkardeş ortadan kaldırılmalıydı. 25 Kasım 1960’ta önce tecavüze uğradılar, sonra öldürüldüler… Latin Amerikalı ve Karayibli kadınlar bu katliama sessiz kalmadı, günlerce katillerinin yakalanması ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi için direndi. Trujillo yönetimi üç kızkardeşin ölümlerine bir trafik kazasının neden olduğunda ısrar etse de kadınların direnişi gerçeğin üzerini örtmelerine izin vermedi. Sonunda Birleşmiş Milletler 1993’te, 25 Kasım’ı “Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan etti. Kadın bedenini savaşta bir cephe olarak kullanmak, geçen yüzyıldan bu yüzyıla bir miras. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri cepheler uçsuz bucaksız ovalar, dağlar, vadiler değil, kentler... Sivillerin ölümü ve uğradığı şiddet üniformalılardan kat kat fazla. Kadın bedeni ise zafere giden en kısa yol. Tecavüz, hamile bırakma, zorla çocuğunu doğurtturma erkek saldırganın, asıl hasmı diğer erkeği alt etmesinin biçimi. Çünkü biliniyor ki, hangi din, hangi kültür olursa olsun, o kadın artık değersiz, erkeğin değerini düşüren bir mal! Gözaltında ya da evde, sokakta, işte tecavüze uğradığı gerekçesiyle boşanan, hatta öldürülen kadınlar, bu coğrafyaya da yabancı olmayan dramlar. Gücünü muhafazakârlıktan alan politikalarla daha da yakınlaşıyor, çoğalıyor bu dram. Kadın hak talebini dillendirdikçe, eşit yaşama çabasını gerçekleştirdikçe baskının ve şiddetin alanı genişliyor. Kadınlar dövülüyor, öldürülüyor, eve hapsediliyor, delirtiliyor... Deliren ve evsiz kalan kadınların sayısının artması iktidarların politikalarından muaf değil… Bu hafta Deniz Yavaşoğulları’nın erkeklerin günah çıkarması ya da özür dilemesi olarak da değerlendirilecek bir olayı, Bursa’da heykeli dikilmek istenen Deli Ayten’in hikâyesini yazması da boşa değil… Yeniden örgütlenen sosyalist feministler, ortaokuldan sonra evlerine çekilen Zonguldaklı genç kızlar… Özetle, ekonomik ya da kültürel, sebebi ne olursa olsun baskı varsa, başkaldırı da var. Delirmek ise belki de özgürlük, ama ağır bir bedelle… İyi haftalar... Berat Günçıkan bguncikan@yahoo.com Cumhuriyet DERGİ* “ehrensache” den. İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase İlknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Koordinatör: Neşe Yazıcı / Hakan Çankaya Reklam Müdürü: Dilşad Özkaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri/Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul * Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergicumhuriyet.com.tr Dünyanın her yerinde kadınlar şiddeti sorguluyor. Erkeğin, bedenleri üzerindeki hâkimiyetine karşı çıktıkça şiddet artsa da susmuyorlar. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü. Eylemler var elbette, garajistanbul sahnesi de kadınlar için açılıyor... Övül Avkıran “Oyunu Bozuyorum”da... Övül Avkıran: Farklı kültürlerde pek karşılığı olmayan bir kavram. Bizdeki anlamı, erkeğin kadının bedeni üzerinde kurduğu hâkimiyet. Doğu’da olunca namus cinayeti olarak adlandırılan vahşet, Batı’da aşk cinayeti olarak daha tekil bir şeymiş gibi algılanıyor. Bu farklılığı yaratan bizim algılarımız mı? Ö. Avkıran: “Oyunu Bozuyorum”u İsviçre’de oynadık ve izleyicilerle bir söyleşi düzenledik. Oyun çok büyük alkış aldı, ama sahnedeyken bazı izleyicilerin rahatsız olduğunu hissettim. Onlardan biri söyleşi sırasında “bu bahsettiğiniz namus kavramı bizim değil, doğunun sorunudur” dedi. Bunun üzerine masamızda oturan İsviçre Sığınma Evleri Başkanı istatistikleri açıkladı. İsviçre’de namus mağduru kadınların, bizimkiyle yarışacak derecede olduğunu görünce salondaki herkes şaşkınlık geçirdi, çünkü herkes bu olayı kendisinden uzaklaştırmış, “Bizim değil, başkasının sorunu” diye bakmıştı. “Oyunu Bozuyorum”u İstanbul’da oynadığınızda da benzer tepkiler aldınız mı? Ö. Avkıran: Burada da oyunu Doğu’da oynamamızın daha doğru olacağını söyleyenler çıktı. Anlayacağınız biz Doğu’ya gittikçe bu durum daha Doğu’nun sorunuymuş gibi karşımıza çıktı. İnsanlar nedense kendi üzerlerine almıyorlar. Bugün bir kadın sanatçı olarak dünya üzerinde kadına herhangi bir şiddet uygulanıyorsa, elbette bu benim sorunum. Bunun dışında oyunda ensestten, şiddetten, bir travmadan bahsettiğimiz için çok cesur bulunuyor. Oyunu izlerken, ağlayarak salonu terk edenler de oldu. Peki, erkek seyirciler ne düşünüyor, nasıl bir tepki veriyorlar? Ö. Avkıran: Onlar da oyunu çok beğeniyorlar, en önemlisi de bu oyunu izleyen ve bizim çevremizde oyunun herhangi bir şekilde bir parçası olmuş insanların artık küfür edemediklerini biliyoruz. Bize gelip, “Ne yaptınız bize, artık küfür edemiyoruz.” diyorlar. Çünkü küfür de bir şekilde kadın bedeni üzerinden cinselliğe yapılan vurgu. “Ben değişmek istiyordum, ama sistem izin vermiyordu... Bir gün aynada gördüm ki, sistem benmişim” diyorsunuz oyunda… Ö. Avkıran: Evet, sistem kadın diyebiliriz ama bir yandan da sistem birey olarak sensin, benim ya da bir başkası… M. Avkıran: Meltem’in oyunda söylemek istediği kadınlar değişmedikçe ya da değişmeyi kabul etmedikçe erkekler değişmeyecek, bu yüzden önce kadınların değişmesi lazım. Günümüzde bu kadar çok kadının ölmesi ya da şiddet görmesinin nedeni de artık seslerini çıkarmaya başlamaları. Pandora’nın Kutusu filminde sinema izleyicisinin karşısına da çıktınız ve Altın Portakal’da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldınız… Ö. Avkıran: Evet, ilk kez sinema filminde oynadım ve Yeşim Ustaoğlu gibi bir yönetmenle çalışmaktan çok keyif aldım. 10 yıldır tiyatroda birlikte çalıştığım Derya Alabora ile beyaz perdede de yan yana duruyor olmak çok güzeldi. Ödülse çok büyük bir sürpriz oldu. G C M Y B C MY B