17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 Üçü de Türk, üçü de Almanya’da yaşıyor. Kendilerini bunlarla değil, sanatla tanımlıyorlar. 23 KASIM 2008 / SAYI 1183 7 Mercan Dede’nin son çalışması 800, yılın en iyi dünya müziği albümü seçildi. Onun için Mevlana’ya adadığı, hatta ona bir mektup yazdığı albümün bu başarısı, mektubun yerine ulaştığının göstergesi. Mercan Dede, popüler kültürün müziğini erozyona uğratmaması için kendine yeni bir yol çizdi, plak şirketinden ayrıldı, yoluna tek başına devam edecek. yüzlerce kişi, çaldığı parçanın ne olduğunu soruyor. İşte o an anlıyor ki, ney ve elektronik müzik birbirine çok uzak değil! Çalışmalarını beğenen bir plak şirketinin albüm teklifini kabul ediyor, ancak bir şartla: “Kendi adımı koymaya utanırım, ben daha yeni öğreniyorum”. O sırada Puslu Kıtalar Atlası’nı okuyan Ilıcalı, Mercan Dede adını işte bu kitaptan alıyor. Sonrası çorap söküğü gibi geliyor. “Geleceğe çok inanan bir insan değilim, sorumluluğumuz, nefsimizi, egomuzu aradan mümkün olduğunca çıkartıp, tam şu anda üzerimize düşeni yapmak” diyor “O kamışı üflerken onun benden çok daha yaşlı, olgun, canlı olduğunu fark ediyorum. Müzikle uğraşıyor olmamın sebeplerinden biri de önyargılarımı, kızgınlıklarımı, hatalarımı düzeltebilmek için kendimi bir adım da olsa ileriye götürebilmek. Yoksa bir günde söylediğim ya da yaptığımdan utanç duyduğum şeyleri toplasam rakamlara sığmaz”. Mevlana’nın yolunda kapısı herkese açık, yeter ki gönül birliği olsun. Albümlerine Yıldız Tilbe, Özcan Deniz, Ceza gibi isimlerin girmesi de bundan. Eğer, insanlara ufak da olsa bu kapıdan ulaşmaları için bir “basamak” sağlayabilirse ne mutlu ona. Bunun için birkaç projesi var, imkânı olmayan ama gönülden ney üflemek isteyenlere ney göndermek bunlardan biri. “Hayatımızın merkezine o kadar kendimizi koyuyoruz ki, mutsuzluklarımızdan birinin sebebi de o. Kendini biraz kenara çekip inandığın şeyleri koyduğunda çok daha mutlu yaşıyorsun” diyor. Popüler kültürün içinde, inandığı müziğin erozyona uğrama tehlikesini görüp, bu bağlarla ilişkisini kesmesinin nedeni de bu. Mercan Dede bugün dostlarının bile bilmediği dokuzdan fazla isimle çalışıyor. Bu durum biraz şizofrenik bulunsa da o mesajının marka içinde ezilmesini böyle önlüyor. Bazen isimlerinden biri güçlü bir çalışmayla ortaya çıksa da tanıtımı yapılmadığı, konserleri olmadığı için geri planda kalıyor. O yine de onların “kendi”nden daha uzun ömürlü olacağına inanıyor. Mercan Dede şu aralar aldığı eğitimin izinde resim yapıyor, altı yıldır üzerinde çalıştığı kitabını tamamlamaya uğraşıyor, ancak müzik hiçbir zaman bitmeyecek, yoksa nasıl nefes alabilir ki? G Ben, benim işte! TAMER YİĞİT (Oyuncu, Yönetmen, Müzisyen 33 yaşında) Almanya’da doğdum. Okulu yedinci sınıftan terk ettim. 89 yaşlarında ilk şarkılarımı yazdım. Her şey müzikle başladı. Filmlerimde, oyunlarımda ilham kaynağım müziktir. 1996’da “Kardeşler” adlı ilk sinema filmimde oynadım. Dışarıda yaşadığım için memleketime daha objektif bakabiliyorum. Türkiye’dekiler kendi kültürünü, sanatını aşağılamaya alışmış. Türkiye’de yaşayıp Cem Karaca’yı tanımayan insanlarla tanıştım, bu utanç verici. Türkler Avrupa’ya, Almanlar Amerika’ya, ben ise Türkiye’ye bakıyorum. Türkiye’yi bu kadar seviyorsun da neden Berlin’de yaşıyorsun diye sorarsan ben burada doğup büyüdüm, buraya alıştım. Türkiye’ye sürekli gidip geliyorum. Batı Türk kültürünü merak ediyor; Türk oyuncuları, Doğu VOLKAN TÜRELİ (Müzisyen35 yaşında) Frankfurt doğumluyum, ama hep Frankfurt’tan gitmek istedim. 11 sene önce, kız arkadaşım taşınırken peşine takıldım ve Berlin’e geldim. Berlin, özellikle Kreuzberg, bana hep çok ilginç geldi, çünkü alternatif hayat tarzları barındırıyordu; sokaklarda bir yanda solcu, punkçı, alternatif gruplar, öteki tarafta da Türkler vardı. 1990’dan beri müzikle uğraşıyorum. Bir dönem gece kulüplerinde güvenlik olarak çalıştım. Berlin’e müzik yapacağım diye gelmedim, ama geldiğimde önüme yeni imkânlar çıktı. Devil Inside grubunu burada tanıştığım arkadaşlarla kurduk. Ceza’yla çalıştık. Killa Hakan için prodüksiyon yaptım. Türkiye’de son zamanlarda birkaç çalışma yaptım. Alaturka Mazer’le, Emre Bağlansel ile çalıştım. Kendimi hep Alman olarak tanıtıyorum, burada doğdum ve büyüdüm, ama her ülkede yaşayabilirim. Duygu (eşim) bana bazen “Almanlar gibisin” diyor. Almanlara has tavırlarım var tabii ki. Farklı müzik türleri yapıyorum ve onların hayat tarzlarını da yaşıyorum. Öğrenciyim, iki çocuk babasıyım. Yani Volkan’ın içinde her şeyden bir tür var, farklı kimlikleri olan bir adam. Bu işimi olumlu yönde etkiliyor. G Ney benim nefesim Esra Açıkgöz Niyaz’ın ikinci albümü “Nine Heavens” yayımlandı... Dokuz kat müzik Zekeriya S. Şen ran/Amerikalı grup Niyaz çok uzun bir yolu çok kısa bir sürede katetti. Azam Ali tarafından kurulan ekip ismini hem Farsça hem de Urduca yakarış anlamına gelen Niyaz kelimesinde alıyor. Uzun bir dünya turnesinden ve Azam Ali’nin solo albümünden sonra grup şimdi “Nine Heavens” (Dokuz Cennet) aldı ikinci albümünü çıkarttı. Ortaçağ Pers şiirselliği ile İran geleneksel müziğini birleştiren üçlüden Azam Ali, dört yaşında ailesiyle birlikte İran’ın İ A isteriz. Oysa sınırlar kimi zaman bulanıklaşır. Bazıları için tek bir ülke, tek bir kültür, tek bir dil yoktur. Birden fazlası vardır. Erdal Yıldız, Volkan Türeli ve Tamer Yiğit kendilerini tek bir kimlik altında tanımlamaktan kaçıyorlar. Almanya’da büyümelerine rağmen üzerlerine yapışan “göçmen” etiketinden oldukça rahatsızlar. Çünkü onlar için kim oldukları ancak sanatlarıyla tanımlanabilir. G K kültürü otantik geliyor. Ben kültürüme ismimle sahip çıkıyorum. Oyunlarımda siyahbeyaz, TürkAlman vurgusu yok. Bu ayrımların önemli olmadığı bir rüya şehri çiziyorum, dünyayı da öyle göstermek istiyorum. AlmanTürk baskısından öyle bıktım ki... 2008’de insanlar hâlâ kendini Alman mı, Türk mü hissediyorsun diye soruyor, insan cinnet getirecekmiş gibi oluyor. Bu sorular yaptığımız işleri durduruyor, kısıtlıyor. Ben ve benim gibi düşünen arkadaşlarım kendimize bambaşka bir dünya yaratıyoruz. O dünyada sanat var. İnsanın alnına “sen busun, bunu yapıyorsun” diye yazıyorlar ya, bu kategorileri hiç sevmiyorum. Güzel bir oyun sahnelemek için çok çaba sarf ediyorsun, günlerce çalışıyorsun, para harcıyorsun. Ertesi gün gazeteciler oyuna dair bir cümle, Türk olmama dair bir sayfa yazı yazıyorlar. Alman olsam bana değil, sahneye bakacak. Türkiye’de de belki derdimi anlamayacaklar. Anlamaları için çok ünlü olmalıyım, ismim marka olmalı. Biz bu işe bir şey anlatmak, bir şeyleri değiştirmek için başladık. G imim ben? Bu soruyu kendime defalarca sormuşumdur. Çoğu zaman bana verilen kimliklerden soyutlayarak bir ben yaratma çabam gerçekliğe toslar ve yok olur, çünkü ben ya da sen yaşadığımız ülkeden, konuştuğumuz dilden, bize verilen dinden, ebeveynlerimizden bağımsız tanımlayamayız kendimizi. Hepimiz bir yerlere ait olmak Aslı Borucu ERDAL YILDIZ (Oyuncu42 yaşında) Tunceli’de doğdum. Yedi yaşındayken Almanya’ya taşındık, liseden sonra Amerika’da oyunculuk eğitimi aldım. Filmlerde, dizilerde ve tiyatroda oynuyorum. Türkiye’den gelen teklifler de var, bir filmde oynadım ama film Almanya için yapıldı. Şimdi de bir film projesi var ama senaryo daha bitmedi. “Yabancı” olduğumuz için bize verilen roller kısıtlı, bu Türk olmamızla alakalı ve çok can sıkıcı, ama son 34 yılda birçok şey değişti. Daha çok projede yer aldıkça teklif edilen roller de farklılaşıyor. Ben aslında hep Almanya’dan kaçtım. Türkiye’yi de tanımadığımdan dönemedim, orada da yabancıyım, Almanya’da da. Sonra Amerika’da bir yer buldum, bir süre orada yaşadım, ama yine olmadı. Berlin’e döndüm. Son yıllarda mutluyum, rahatım, kendimi, kimliğimi ancak buldum diyebilirim. Yabancı düşmanlığı her ülkede var. Önemli olan benim bu düşmanlıkları, yaşadıklarımı nasıl anlamlandırdığım. Artık bu tip olayları önemsemiyorum. Ben de herkes gibi yalnızım, ama o duyguyla başa çıkabiliyorum. Görevim, nereli olurlarsa olsunlar insanlarla bir şeyler paylaşabilmek. Her ne kadar Türkiye’yi tanımasam da Türk kültürü benim için önemli; çünkü kişiliğimle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. G rkın Ilıcalı ya da DJ’likteki adıyla Arkın Allen, ney ve elektronik müzik çalışmalarındaki adıyla Mercan Dede... Bir insan, pek çok isim... Mercan Dede’nin, Mevlana’ya ithaf ettiği “800” albümü, World Music Expo’da “Yılın En İyi Dünya Müziği Albümü” seçildi. “Hani” diyor ödülü için, “iadeli taahhütlü mektuplar vardır, sahibi aldığında bir kâğıt imzalatılır, imzanın kopyası size gelir. Bu ödül de albümde Mevlana’ya yazdığım mektubun ona ulaştığının tescili gibi oldu. Yoksa bize ait bir başarı değil, biz sadece inandığımız yolda hizmet etmeye çalışıyoruz”. Mich Gerber, Ziya Tabassian, Shankar Das, ShenQi (erhu) gibi sanatçıların da katıldığı 800’deki parçalar adları gibi masalsı... Çünkü Mercan Dede, hayat diye önümüze sunulan ve gerçek olduğuna inandığımız koşturmanın masallar kadar derin ve yaratıcı olmadığını düşünüyor. Onu bir turnenin ortasında yakaladık, Hollanda’yı geride bırakmış, İsviçre’de ve Avustralya’daki konserlere hazırlanıyordu. Beş yılda milyon kilometreden fazla yol tepip konserler vermiş. Yurtdışında neye bu kadar ilgi olmasını, yeni bir söz söylemesine bağlıyor. Referansı Mevlana: “Düne ait söz dünde kaldı, bugün yeni şeyler söylemek lazım”. Müziğindeki yenilik “Doğu’yla Batı’nın; dijitalle akustiğin; gelenekselle modernin birleşimi”. Peki, bu yoğun ilgide oryantalizmin payı yok mu? Yok, çünkü dünya internet sayesinde küçük bir köy haline geldi ve Batı oryantalist bakışla keşfettiği Doğu’nun ne kadar yüzeysel, ipe sapa gelmez olduğunu fark etti. Şimdi yeni bir bakma süreci yaşanıyor. Kuzey Amerika’da kendi türünde en çok çevrilen kitapların Mevlana’nınkiler olması da bundan. Bu sürece o da müziğiyle katkıda bulunuyor. Ancak dilerseniz önce biraz geriye, Mercan Dede’nin henüz Arkın Ilıcalı olduğu zamana dönelim... TEMİZLİKÇİLİKTEN DJ’LİĞE… Arkın Ilıcalı’nın neyle tanışması, çocukluğuna dayanıyor. Bursa’da bir dolmuş, radyoda cızırtılı bir enstrüman sesi... Büyüleniyor, annesine bu ne diye soruyor, yanıt: Ney. Yıllar sonra İstanbul’a Basın Yayın’da okumaya geldiğinde, Maçka’daki konservatuvardan geçerken aynı sesi duyuyor. Peşine düşüyor, ancak ne ney alacak parası ne de sağsol çatışmasının yoğun olduğu bu yıllarda ney üflemeyi öğrenme olanağı var. Bir gün Vezneciler’de bir vitrinde iki sazın arasında ney gördüğünde gazeteyi cama dayayıp ölçüsünü çıkarıyor, hırdavatçının yolunu tutuyor. Dükkândan çıktığında elinde tuttuğu su borusuna bıçakla delikler açmak için sabırsızlanıyor. Böylece ilk neyine sahip oluyor. Ses çıkarmayı ise, bir kış günü, yorganın altında neyi üflerken başarıyor, bir cızırtı şeklinde olsa da... Bu neyi hâlâ saklıyor, bu onun için inancın ve aşkın önünde hiçbir engelin duramayacağının delili. Loreena McKennitt’in konserine 30 dolara bilet alamayıp, eksi bilmem kaç derecedeki havaya rağmen duyabilme umuduyla kapı önünde beklemesi de bu aşkın sonucu. Yıllar sonra Loreena’nın arayıp Kani Karaca ile verdiği konseri izlemek istemesi başka nasıl açıklanabilir ki? Üniversite bittikten sonra burs kazanıp güzel sanatlar eğitimi almaya gittiği Kanada’da geçinebilmek için bir gece kulübünde temizlikçi olarak çalışıyor. Sonrası onun deyimiyle, Woody Allen filmi gibi... Bir gün DJ hastalanınca onun yerine oturuyor. İki yıl sonra Toronto’da büyük bir partide çıkıyor. Ondan önce çıkan DJ’in etnik ritimler çalması aklına yanındaki ney CD’sini hatırlıyor, müziğin üzerine onu koyuyor. İndiğinde içinde olduğu siyasi karmaşa dolayısıyla önce Hindistan’a daha sonra da Amerika’ya göç etti. Gittiği her coğrafyadan aldığı müziksel kırıntıları içinde yoğuran sanatçı, birikimini 1996’da Vas adlı grup ile müzik dünyasına sundu. Vas ile sadık bir hayran kitlesi yakalayan Azam Ali daha sonra Dredg, Buckethead, Mercan Dede gibi isimlere çalışarak kendisine önemli bir yer edindi. Niyaz ekibini kuran sanatçı, 2005’den beri bir üçlü olarak sanat hayatını sürdürüyor. Bu ikinci üretiminde Niyaz elektronik ve akustik olarak bir önceki çalışmalarına kıyasla daha spesifik bir oluşum içerisinde. “Beni Beni” adlı Türkçe halk türküsünün yeni ve heyecan verici düzenlemesiyle başlayan albüm, 18. yüzyıl Türk Sufi şiirini geleneksel Türk müziği ile sentezliyor. Elektronik unsurların bilgisayar programları ile harmanlandığı parça bir tür modern Sufi müziği. Türkiye ve İran arasında halihazırda var olan kültürel bağın müziksel olarak en son köprüsü. Grup bir önceki albümlerinde yaptıkları gibi bu çalışmasında İran ve Hindistan arasındaki müziksel yansımalara dikkat çekiyor. Albümde Nusrat Fateh Ali Khan tarafında üne kavuşturulan Qawalli müziğini yaratan, 13. yüzyıla ait mistik Pers şairi Amir Khosrau Dehlavi’nin iki şiirine yer veriliyor. “MolkeDivan” ve “Sabrang” adlı, aşk içerikli parçalar Amir Khosrau Dehlavi’nin eşsiz şiiri üzerine yapılandırılıyor. Azam Ali ve Loga Ramin Torkian tarafından bir araya getirilen parçalar Carmen Rizzo sayesinden modern bir formata sokulmuş. “MolkeDivan” ve “Sabrang” ve “Beni Beni” haricinde tüm parçaların özgün olduğu albüm, aynı zamanda üçlünün yaratıcı yönünü yansıtıyor. Bir diğer dikkat çeken parça “Tamana”... Özellikle 18. yüzyıl Urdu şiirinin mükemmel bir biçimde elektronik ve akustik formlara yerleştirilmiş. Loga ve Azam’ın çocukları için yazdıkları ninni formatında olan “Iman” adlı parça ise bir ritimsel cümbüş. Beşli ritimler içeren “Feraghi”, sürgünde yaşayan İranlıların çilesini ve bulundukları toplum tarafından kabul edilmelerinin zorluklarını ele alıyor. Özellikle 11 Eylül’den sonra yükselmekte olan korku ve dışlanmaya karşılık mağdur olan tarafından yazılmış bir ağıt. “Nine Heavens” iki CD’lik çalışma. İlk CD’de parçaların elektronik versiyonları yer alırken ikinci CD’de akustik versiyonlarına yer veriliyor. Akustik versiyon, akustiklikten elektroniğe geçişin en güzel kanıtı. İlk CD kadar çağdaş olmasa bile ikinci CD yapılan müziğe farklı bir perspektiften bakıyor. “Nine Heavens” çarpıcı bir formatta ustalıkla geleneksel folk parçalarının İran’dan gelen mistik Sufi şiirleri ile harmanlıyor ve bunu ister dans ister trans formatında sunuyor. Ortadoğu müziğini şahlandıran “Nine Heavens” da ki en büyük özellik de bu… G [email protected] Hakan Gerçek, sahnedeki 27 yıldan sonra kendi tiyatrosunu kurdu. Şimdi Tiyatro Gerçek’le yoluna devam edecek... Within Temptation A vrupa’nın başarılı senfonik rock grubu Within Temptation, Metropole Orkestrası ile sahneyi paylaştıkları “Black Sympony” adlı konser albümleri ile 2008 yılının en iddialı canlı kaydına imza attı. Kayıtları 7 Şubat 2008’de Rotterdam’ın Ahoy Arenas’sında gerçekleştirilen “Black Symphony”de Within Temptation’a 60 kişiden oluşan Metropole Orkestrası eşlik etti. On bin izleyicinin coşkusu, 20 kişilik klasik vokal korosu ve neredeyse tüm sahneyi kaplayan, 400 metrekarelik Avrupa’nın en büyük video ekranının eşliğinde gerçekleşen konserin konuk sanatçıları ise Life of Agony ’den Keith Caputo, The Gathering ’den Anneke van Giersbergen ve Orphanage grubu eski üyesi George Oosthoek. Ünlü müzik dergisi “Kerrang!” bu konseri “yeryüzünün en harika şovu” şeklinde yorumluyor. Albümü de özel yapan müzikle görselliğin başarılı etkileşimi. Ayrıca Within Temptation’ın rock ve metal müzik listelerinin zirvesine yerleşen Forgiven’ı da bu albümde. G Van Gogh, bir kez daha sahnede... Bengü Çetinkaya akan Gerçek, ödülleri olan bir Kenter oyuncusu iken, bir karar aldı ve 23 yılının geçtiği Kenter Tiyatrosu’ndan ayrılarak kendi tiyatrosunu kurdu. Adını taşıyan bir tiyatroya sahip olmak kendi krallığını ilan etmek gibi görülebilir, ama amacı bu değil. O, içsel yolculuğuna, oyunculuk serüvenine, sadece biraz yalnız kalarak devam etmek istiyor. 27 yıllık tiyatro hayatınızın 23 yılı Kenter Tiyatrosu’nda geçti. Şimdi kendi tiyatronuzu kurdunuz. Neden böyle bir şeye gerek duydunuz? Cevabı en zor soru bu aslında. Kenter, 23 sene gibi dolu dolu geçirdiğim, hocalarım Yıldız Hanım ve Müşfik Bey’den, herkesten, rahmetli Şükran Bey’den çok şey öğrendiğim bir yer. Ama dönem itibarıyla; yani hem yaşım hem de bundan sonra yapmak istediklerim dolayısıyla artık ayrılmak gerektiğini hissettim. Bunun Kenterlerle hiçbir alakası yok. Sadece biraz yalnız kalmak istedim. Aslında çok içsel bir şey bu. Yine, oyunculuk serüvenimle ilgili. Artık kendimle baş başa kalmalıyım, diye düşündüğüm anda, “Tiyatro Gerçek”i kurmaya karar verdim, hemen, bir iki ay içinde, bunu hayata geçirdim. Bunu uzun zamandır düşünüyor olmalısınız. E, düşünüyordum tabii ki. Aslında her oyuncu, kendi tiyatrosu olsun da, kendi hayatla hesaplaşmalarını, kendi kafasındaki sanatını, oyunculuğunu ortaya çıkarmak için kendiyle daha baş başa kalsın ister. Ben bunu belki beş yıl önce de düşünüyordum ama hep kafamın arkasındaydı, hiçbir zaman da bu kadar net davranacağımı tahmin etmiyordum. Demek ki, içimdeki o istiyorum, öncelikli hedefim bu. Öte yandan, bir tiyatronun adının bana ait olması hoşuma gidiyor. İki aydır çok yorgunum aslında; bir yandan prova yapıyorum, bir yandan oyunculuk atölyesi açtık ve ikincisi için de ön kayıtlar almaya başladık, bir yandan şiir dinletilerimiz oluyor, seslendirmelerim var, film çektim, tiyatronun tanıtımı… Tüm bu yoğunluk beni çok yordu, ama mutluyum. Tiyatro Gerçek’in kurumsal kimliği olarak; “Portreler Oynayan Tiyatro” tanımlaması yapabilir miyiz o halde? Evet, portreler oynayan bir tiyatro diyebiliriz. Ama portreler derken illa ki, bir sanatçı ya da bir siyasi portresi değil, çok sıradan bir insanın ya da bir durum portresi de olabilir. Yazar arkadaşlarımızla görüşmeler içindeyim. Keşke böyle bir ortaklık oluşturabilsek, keşke bir araya gelebilsek, bu konuda kafa yorsak da yeni, güzel Türk oyunları yaratsak. YENİ OYUNLAR KAZANDIRMAK... Bu alanda fazla oyun yok, yeni yazılacak her şey. Umuyorum. Yani bu tiyatroyu kurarken kafamdaki en önemli düşüncelerden biri oydu; yeni oyunlar kazandırmak. Burada, hem oyunculuk anlamında hem yazarlık anlamında yeni arkadaşlar kazanabiliriz. Herkese, buyurun kapı açık, diyorum. İlk oyun kimin portresi? Van Gogh ilk projem, ilk oyunum. 20 sene önce Müşfik Hoca’nın oynadığı bir oyundu, ben asistanıydım o zaman. Bu oyunun metninde sözü edilen her şey benim duygularıma o kadar yakın ki, bu benim sonradan ezberleyip yarattığım bir şey gibi gelmiyor bana. Sanki o benmişim gibi geliyor. O nedenle de ilk oyun olarak Van Gogh çok iyi oturdu yerine. Tiyatro Gerçek’le tiyatro işletmeciliğine de soyunmuş oluyorsunuz. Bu zorlukları göğüslemeye hazır hissediyor musunuz kendinizi? Tabii ki Türkiye’deki seyirci ve salon potansiyelini düşündüğünüzde, bu ülkede tiyatro yapmak gerçekten büyük bir delilik. Ama deli olmak beni mutlu ediyor. O yüzden yapıyorum. Mümkün olduğu kadar direnmeye çalışacağım, bunu başarabileceğime, direnebileceğime inanıyorum. Oyunlar kendi yerinizde mi sahnelenecek? Şu an sabit bir salonumuz yok. Marttaki seçimler de etkiliyor bizi. Salonlar, seçim nedeniyle ileriye dönük söz veremiyorlar, ama Ocak 15’ten sonra başlayacak Van Gogh için iki üç üniversiteyle bağlantı kurduk. Yurtdışındaki festivallerle de bağlantılarımız var. Oyunu Amsterdam’a götürmeyi düşünüyoruz. Aslında Van Gogh’u resim galerisinde ya da bir kilisede oynamak istiyorum. Bir sponsorla hareket edebilseydik mekân konusunu daha net çözebilecektik, ama ekonomik kriz nedeniyle sponsorumuz kendini geri çekti. Özel tiyatroları yaşatmak için bu engelleri aşmak çok zor. G H Flamenko tutku, caz ise cesaret... Ali Deniz Uslu Flamenko cazın usta ismi Chano Dominguez cazın flamenkoyu daha güçlü hale getirdiğine inanıyor. Bunu yaparken iki tarzın da köklerine bağlı kalan Dominguez’e göre flamenko tutku, caz ise cesaret. Fotoğraf: Vedat Arık duygu, şimdi tam zamanını buldu. Bundan sonra ne olur, başarabilir miyim başaramaz mıyım, onu bilmiyorum. Kenter ekolünden gelen bir oyuncu olarak, tiyatronuz o ekolden mi devam edecek, yoksa ortaya farklı bir çizgi mi koyacaksınız? Oyunculuk anlamında tabii ki, onlardan, hocalarımdan öğrendiğim tarzla devam edeceğim. Sadece, belki, seçeceğim metinler değişebilir, sahneleme anlamında belki bir değişiklik olabilir ama bir şey var ki, oyunculuk tarzı olarak orada ne isem, burada da o olacağım. Şimdi tiyatro kurdum, benim tarzım aslında başka, gibi bir şey yok. Sadece oyunculuğumu ilerletmeye ve büyütmeye bakabilirim. Şu aşamadan sonra büyütmek de; içimi büyütmekle olabilir. Tiyatronuzla somut olarak neyi hedefliyorsunuz? Konsept olarak portreler, biyografiler üzerine bir tiyatro yapmak C hano Dominguez, yeni projesi piyano flamenko ile 9. Uluslararası Antalya Piyano Festivali’de bu gece sahne alıyor. 18 yaşında ilk grubu CAI’yı kurduğundan beri de caz ile flamenkonun füzyon ustası olarak anılan Dominguez dünya müziğinde saygın bir yere sahip. Hiscadix grubu ile de 80’lerin yıldızı parlayan isimlerinden. Flamenko hızlı, hareketli ve coşkulu ama piyano bu dile biraz yabancı. Bir de caz var tabii. Üçünü bir arada yapmak ise sizin tarzınız. Bu ahengi nasıl yakalıyorsunuz? Benim yaptığım, cazla flamenkoyu daha güçlü hale getirmek; piyano ise işimi kolaylaştırıyor. Herhangi bir türü bir başka türle bir araya getiriyorken bilmeniz gereken en önemli şey kökler. Yani mesele yaptığınız füzyonun köklerine hâkim olmak, bir de enstrüman üzerindeki kontrolünüz. Flamenko ve caz tutkuyla anılıyor. Özellike flamenko tutkunun müziği. Hayatta ve müzikte tutkuyu sürekli canlı tutmanın bir yolu var mı? İkisi için de müzik şart. Ben çocukluğumdan beri müziğe tutkun çevrelerde oldum, babam flamenko plakları toplardı, annem flamenko söylerdi. Benim içinse müzikle kendimi ifade etmek her şeydi. Sanırım tutku melodik bir şey ve müzikle besleniyor. Flamenkonun coşkusu dinleyeni ayağa kaldırıyor, caz ise cesaretlendiriyor. Solo, trio ve quartet olarak müzik yapıyorsunuz. Elbette hepsinin tadı başka ama onları hayata indirgediğinizde nasıl tanımlarsınız? Hepsinde farklı şekillerde kendimi ifade ediyorum. Trio olarak sahneye çıktığımızda caza iniyoruz, en derin caza. Kuartet olarak geleneksel flamenkoya yaklaşıyoruz, aslında kendi müzisyen kimliğinizle beraber sahneye çıktığınız diğer müzisyenlerin kimlikleri de toplamda müziğin tarzını tamamen değiştiriyor. Ben tek başıma Latin müziklerini caz formunda sunuyorum. Latin müziğini cazla aktarmak beni solo performanslarımda çok mutlu ediyor. Yönetmen Fernando Trueba’nın, Tito Puente, Gato Barbieri, Chucho Valdes gibi çağdaş Latin caz müzisyenlerini bir araya getirdiği “Calle 54” isimli sinema projesinde yer aldınız. Bu nasıl bir tecrübeydi, size neler kazandırdı? Filmde bir araya getirilen tüm sanatçıları çok iyi tanıyordum ve Trueba sayesinde neredeyse bildiğim, takip ettiğim tüm müzisyenlerle arkadaş haline gelip beraber çalışma fırsatı elde etmiş oldum. Üstelik bu proje benim kariyerim için farklı bir açılım oldu ve filmdeki müzisyen arkadaşlarımla beraber büyük bir turneye çıktık. Bu, Amerika’da kendimi sahnede ifade edebilme şansı sağlayan çok özel bir turneydi. Yani “Calle 54” projesine çok şey borçluyum. Paco De Lucia müziğinizde ve hayatınızda ne kadar etkili? Müziğime ve hayatıma tek başına flamenko değil, flamenko ve Paco De Lucia ilham verdi. Jorge Pardo ile De Lucia’nın şarkılarını yorumladığımız bir albüm çalışmasına girdiğimizde bir müzisyen olarak olağanüstü bir keyif almış, üstelik Paco De Lucia ile tanışmıştım. Sonrasında onunla sahneye çıkmak benim için büyük bir onurdu, üstelik bunu İspanya’nın en büyük caz festivallerinden “Vitoria Caz Festivali”nde gerçekleştirdik. Flamenko ve caz müziğinin füzyonu üzerine epey kafa yorup dünya müziği için kalıcı eserler bıraktınız. Yeni ve şaşırtıcı başka denemeleriniz de olacak mı? Benim aklımda Hint müziklerini flamenkoyla bir araya getirmek var; bunun çok çekici olacağını düşünüyorum, ayrıca flamenkonun coşkusuyla Afrika’nın etnik müziklerini bir araya getirmek de heyecan verici olabilir. Özellikle Afrika ritmleriyle flamenkonun müthiş bir ahenk sağlayacağını düşünüyorum. Tüm bunlar denenebilir ama daha önce de ifade ettiğim gibi köklere hâkim olmak şart. G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle