Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 23 KASIM 2008 / SAYI 1183 Ermeniler ve Rumlar Selçuk Erez avunma Bakanı Vecdi Gönül, “Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etselerdi acaba bugün Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?” demiş. Doğru mudur? Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcında topraklarımız Rumlar ve Ermenilerden vb. arındırılsaydı Karlofça’lar, Pasarofça’lar, tarihe Türk zaferleri olarak mı kaydedilirdi? Böyle düşünsek bakın kimler haklı çıkar: Hitler, memleketindeki Yahudileri çeşitli yöntemlerle gidermeseydi Üçüncü Reich, Afrika’nın kuzeyinden İskandinavya’nın tepesine, Rusya’nın içlerinden Pireneler’e kadar büyüyebilir miydi? 1994’te Rvanda’da Hutu’lar, Tutsileri temizlemeselerdi, Terry George’un Rvanda Oteli gibi şaheserlerin yazılması, hatta filme çekilmesi gerçekleşebilir miydi? Todor Jivkov, ülkesinde yaşayan Türklerden önemli bir bölümünü göçe zorlamasaydı Bulgaristan bu kadar gelişebilir miydi? Daha gerilere gidelim: Ermenileri zamanında azaltsaydık, Kayseri’de, Agrianos’da doğmuş Ermeni Abdülmennan’ın oğlu Mimar Sinan, Süleymaniye, Selimiye gibi seksendört camiyi tasarlamaz, gider ailesinin göç ettiği başka ülkelerin binalarını yapardı. Sonra Balyan ailesi de Dolmabahçe Sarayı’nı, Tophane’deki Nusretiye Camisi’ni, Davutpaşa Kışlası’nı, Ihlamur Kasrı’nı, Çırağan Sarayı’nı, Aksaray’daki Pertevniyal Camisi’ni, Akaretler Sıraevleri’ni değil gider, mesela Fransa’nın çeşitli anıtsal yapılarını çizerlerdi. Aslında Plazalar mikrop yuvası mı? Deniz Ülkütekin Y Zeliha Arslan. Fotoğraf: Vedat Arık S ola çıkarken “yok canım, artık buna da sağlık sorunu denir mi” diyorduk. Beylikdüzü Medicana Hastanesi’nden göğüs hastalıkları uzmanı Zeliha Arslan ile konuştuktan sonraysa “aslında bende de aynı sorun var galiba” demeye başladık. Şehir kalabalıklaştıkça, virüsler de çeşitleniyor. Çeşitlenmenin son ürünü ise Hasta Bina Sendromu. İşyerlerindeki havanın, sigara dumanı ya da klima gibi dış etkenlerle kirlenmesi ve iyi bir havalandırma sistemi olmaması durumunda çalışanlarda kusma ve bulantı gibi ortak şikâyetler ortaya çıkması olarak özetlenebilir bu sendrom. “Benim de böyle bir sorunum olabilir” diyenler için söz Zeliha Arslan’da… Evinizden çok daha fazla zaman geçirdiğiniz işyeriniz sağlığınız için tehdit olabilir... Tıp, herhalde bilim dalları arasında en iyi çalışanı. Gün geçmiyor ki yeni bir hastalık ya da şifa haberine dikkatimizi verip, belirtiler konusunda kendimizi ve yakın çevremizi incelemeye almayalım. Tıbbın bize sunduğu en yeni sorun ise hasta bina sendromu. Hasta bina sendromu nedir? Endüstrinin gelişmesiyle birlikte daha izole ortamlara yöneldik. Bu da bize içerdeki havayı kullanmayı öğrenmemize neden oldu. Ancak bina havalandırmalarında doğru materyaller kullanılmazsa maddeler, akciğerler başta olmak üzere vücudun farklı sistemlerine zarar verebiliyor. Sonucunda da insanlar belli şikâyetlerle doktora başvuruyor. Bu belirtiler baş ağrısı, göz kızarıklığı, kusmaya giden bulantı, sürekli yorgunluk ve baş ağrısı. Tabii ki bu saydığımız semptomlar birçok hastalığa uyabilir. İleri boyutta beyin tümörlerine ve migrene kadar gidebiliyor. Şikâyetlerin binayla alakalı olduğu nasıl anlaşılıyor? Bu şikâyetler binadan uzaklaşınca azalmaya başlıyor. Benzer belirtiler binada çalışanların birçoğunda görülüyor. Bahsettiğimiz yalnız işyerleri değil, artık rezidanslar ve alışveriş merkezleri için de aynı problem geçerli. Hasta bina sendromu yalnızca fiziksel bir rahatsızlık mı? Binayı ya da işi sevmemek gibi psikolojik sorunları da içeriyor mu? Psikolojik faktörlerin de etkili olduğu yönünde bulgular var. Zaten hastalığa kimlerin daha yatkın olduğuna bakıldığında alt kademe çalışanlarının daha yatkın olduğu ortaya çıkıyor. Bu da sendromun stresle birlikte arttığını gösteriyor. Psikolojik etkiler de rol oynuyor ama asıl etkenler havalandırma sistemleri. Klimaların altı ayda bir mutlaka temizlenmesi gerekiyor. İçerideki havayı devamlı değiştiren bir sistem yaratılmalı. İç mekânda sigara içilmesi de bu semptomları arttırıcı etkiye sahip. Peki böyle etkilerin bir sendrom olabileceği fikri nasıl ortaya çıktı? 1980’lerden itibaren başladı. Araştırmalar sonunda sendromun özellikle ABD’de işgücü kaybına neden olduğu ortaya çıktı. O şekilde tanık olundu ve isimlendirildi. İşyerlerinde bahsettiğiniz önlemler alınsa, bu sefer insanların dışarıya çıktıklarında gün boyunca karşılaşmadıkları zararlı maddeler yeni bir sendrom oluşmasına sebep olmaz mı? Dış ortam kirleticileri zaten solunum yolları hastalıklarını tetikleyici şeyler. İzole ortamda bunlardan etkilenmeyip, dışarı çıktığınızda etkileniyor olabilirsiniz tabii ki. Türkiye’de yok ama birçok Avrupa ülkesinde astım hastaları için günlük uyarılar yapılıyor. Hava kirliliğini, havadaki partikül düzeyini ve karbondioksit düzeyini ölçen merkezler var. Bu merkezlerden alınan veriler ışığında insanlara evde ya da izole ortamlarda kalmaları tavsiye ediliyor. İzole ortamlar için de dışarıyla ilişkisi olan bir hava sirkülasyonu gerekli. Tabii ki fazla temiz bir hava dışarıdaki duyarlılığımızı etkileyebilir ve bir süre sonra vücudumuz bu maddelere karşı tamamen yabancılaşabilir. Ancak çocukluğumuzdan itibaren bir fanus içinde değiliz. Birtakım maddeleri vücudumuz tanıyor. Yine de astım için böyle bir yaklaşım var. Dışarıya çok çıkmamış, evde ya da yuvada büyüyen çocuklar için astım riskinin yüksek olduğu düşünülüyor. Tamamen ters görüşler de var. Bu tip belirtileri hastalık olarak nitelendirmek insanları gereğinden fazla tedbirli olmaya yönlendirebilir mi? Sendrom hastalıktan farkı, müdahale edildiği anda engellenebiliyor ve şikâyetler sonucu görülebiliyor. Acaba başımız ağrıdığında “Bu sendrom bende var” diyebilir miyiz? Evet, belki de dememiz gerekiyor. Çünkü çok fazla insan bu tip ortamlarda çalışıyor. Endüstrinin ilerlemesiyle bu sendromlar daha da artıyor. Dolayısıyla bu tür ortamların havalandırma sistemleri ve hava kalitelerinin denetlenmesi anlamında bilinçli olmak önemli. Ancak bunları baş edilmez sorunlar olarak yansıtmak doğru değil. G Elia Kazan. buna benzer şeyler oldu: Mesela Elia Kazan ve Seferis bu topraklarda doğdular ama başka ülkelere göçtüler; kendilerine dünya çapında ün kazandıran eserleri, ABD’de ve Yunanistan’da yarattılar. Özlediğimiz Türkiye’ye, Rumları, Ermenileri gidermekle varamayız: Osmanlı topraklarında tek bir etnik kökeni farklı insan kalmasaydı bile bu düşünce tarzı egemen oldukça, biz bundan tek arpa boyu fazlasını yapamazdık! Çünkü... Osmanlı Ermenileri konusunda araştırma yapmış olan Selçuk Akşin Somel’e göre Ermeni cemaati, 19 yy. boyunca okullarında yaygın bir laik ve çağdaş bir eğitim düzeyi gerçekleştirmişlerdir. Yine 19 yy.’da İstanbul’da bir Helen Filoloji Derneği kurulmuş ve bu dernek Osmanlı topraklarında bulunan Rum köy ve kasabalarındaki okullara çağdaş düzeyde eğitimi gerçekleştirecek öğretmen, kitap, araç ve gereç sağlamıştır. Yahudiler de 1800’lerde laik bir eğitim sağlayan Alyans İsrael okullarında okumaya başlamışlardır. Öyleyse ne yapmalıydık? Kültürümüze anlamlı katkıları olan, bize zenginlik ve renk katan Rumları, Ermenileri vb. gidermek yerine Müslüman vatandaşlarımızı onlar gibi çağdaş düzeyde laik bir eğitime tabi tutsaydık.. hem uzun yıllar önce yeterli bilgilerle donanmış elemanlarımızın sayısı bol olur, hem de gelişebilmemiz için azınlıkların gitmesinin gerektiğini sanan bakanlar yetişmez, başka dinden olanları ayrı saymayan Hacı Bektaşı Veli’den, Mevlana’dan, Şeyh Bedreddin’den yüzyıllar sonra ortaya çıkıp onlarla çelişmezlerdi. G erezs@superonline.com Yoksullukla yüz yüze... ki mağazanın arasına yerleşmiş, bir tür ev yaratmış kendine: Koli kartonlarından bir yatak, akıl ermez bir kapkacak koleksiyonu. Gece kendini bir hayatta kalma örtüsüyle örtüyor. Sabah, “odayı” terk ediyor “büroya” geçiyor: Dilendiği mekâna, karşı kaldırıma. Şimdi, görünümün bir parçası. Tahammül edilemez ve güven verici aynı anda: Bu hayata uyarlanmış olduğunu söyleyebiliriz. Yayalar gelip geçiyor. Bazıları duruyor, bir bozukluk verip, konuşuyor. Diğerleri geçip gidiyor. Kayıtsızlık mı? Kimilerine göre evet. Ama çoğunluk kendini güçsüz hissediyor ve nasıl davranacağını bilemiyor. Kaygı verici olan ne? Kimine göre, modernitenin bize dayattığı çelişkili buyruklar. Sosyologlara bakılırsa bağdaşması güç üç davranış modeli bizi çekiştirip duruyor. Serbest piyasanın rekabet mantığına göre mümkün olduğunca daha fazla üretken, hesaplı ve birikimci olmak gerekiyor; tüketim ürünlerinin tadını sanki bedavaymışlar gibi çıkarmalı; aynı zamanda cömertliği özveri sınırlarına dek götürmeliyiz. İkilem kendini burada belli ediyor: “Nasıl aynı anda hem bencil, hem hazcı, hem özgeci olmalı?” İşte genel durum. Ne var ki kaygı, apaçıktır ki, ıstırabın her gün göz önünde olmasından da doğuyor. İ İtilmişlerle yüz yüze kaldığımızda, hepimiz hoşnutsuz oluruz. Vicdan ya da vicdansızlığımızın yargılama gücü nedir? Bizi vermeye ya da vermemeye iten nedir? büyükanneler örneği ortadadır. Her durumda, bağış yapmaya iten ötekinin bu olası sıkıntısıyla özdeşleşmedir. Ne var ki, vermek tam olarak kendini ötekinde bulmak değildir. Bu, kendini verici olarak tanımak ve isteyenle kendisi arasında bir ayrım bırakmaktır. Yalnız “çalgıcılara”, hep “kadınlara” verenleri, “Çingenelere asla vermem” diyenleri nasıl anlamalı? Açıklamanın tek bir anlamı yok. Herkesin haklı olduğu nokta var. Kimse de tümüyle kafasız değil, ama bir sadaka tipinin seçilmesi bütünüyle anlaşılabilir motiflere karşılık gelmiyor, ilişkilerimizi oluşturan eskilere dayalı fantezilere kadar iniyor. Kendimizi ötekinin arzuladığı nesneyle özdeşleştiriyoruz. Sefil adam bu nesneyi almanın bir biçimi. Yoksul vizyonunu uyandıran, sefille aynı olmak korkusudur. Böylelikle, sadaka, olmaktan korktuğu kişiyle bağını koparmak, üstüne almamak için verilir. Aynı zamanda, günahlarından arınma değeri de vardır, agresif düşüncelerini, tiksintisini yerli yerinde bırakmak için verilir sadaka. Suçluluğun işlevine göre az ya da çok miktar verilir. Para vermeden geçenler ise türlü bahaneler ileri sürer. “Bu devletin işi”, “Ben böyle bir yardımı reddediyorum”... “Berduş” kendini kurban sayarak toplumda bir işlev gördüğüne inanır. Bizi kirlilik fantezisinden korumaktır, bunun açıklaması... Berduşun, kökten öteki olması arzulanır. Ben değilim o canavar! Tüm özdeşleşme olasılığından uzak olmak istenir. G Psychologies’den çeviren: Emre ÇAĞATAY “BU BEN OLABİLİRDİM” 26 yaşında bir gönüllü kız, bir hayırevinde çorba dağıttığı ilk günü anımsıyor: “Topluluk beni şaşkına çevirmişti. Çoktular ve kafamda canlandırdığım serseri imgesiyle hiçbir ilgileri yoktu. Baylar, bayanlar herkes olabilirlerdi. Önceleri bir yuvaları, bir işleri, bir aileleri vardı, şimdi hiçbir şeyleri kalmamıştı.” Bu ben olabilirdim! Bu düşünce kısmen gerçek, kısmen düş ürünü. Güvensizlik bizi potansiyel olarak sardığında “yoksulluk, yalnızlık, aşağılanma fantezisi” içindeyizdir her şeyden önce. Berduşluk fantezisi çoğu kez kadınlarda ortaya çıkar. Yaşamlarını sürdürebilmek için bir erkeğin varlığına bağımlı olan anneler, C M Y B C MY B