Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 6 27/9/07 16:18 Page 1 PAZAR EKİ 6 CMYK 6 30 EYLÜL 2007 / SAYI 1123 Körlüğe değil görmeye dair bir hikâye... Müjde Arslan Devrim Tarım kendi yolunu bulmuşa benziyor. Uluslararası ilişkiler okuyup Osmanlı Arşivleri’nde çalıştıktan sonra aradığı heyecanı sinemada yakalamış. Kameranın arkasına geçmese de senaryo yazabilir, hatta filmin çekimini yönlendirebilir… Hayalleri, önüne çıkarılan bütün engellerden daha büyük… O bir kör ve her şeye, herkese inat, kendini sinemada var etmek istiyor… H ayat klişelerle sunulur bize; bir yol çizilir, bazen adına kader denir bazen de tek şans. Oysa direnmek, çok istemek ve sonuna kadar savaşmak gerekiyor. Bana bunları Devrim Tarım hatırlattı. Çünkü gözleri görmediği halde İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi RadyoTVSinema Bölümü’nde okuyor, film üzerine tartışıyor ve bir gün film yapmayı arzuluyor. “Ne yapıyorsun değil, ne yapmıyorsun?” sorusundan işaretle tersten bir okuma yapan Devrim, en çok körlüğün cehaletin metaforu olarak kullanılmasından rahatsız. Dışarıda olmayı seviyor, birileri çarpsa da, yavaş yavaş yürüse de insan sesleri arasında mutlu. Hayatını bir bilgisayar oyununa benzetiyor, elinde baston yürürken çarptığı her beton direğinden, tabelalardan puanlar aldığını ve o engelleri aşarak sanki bir hazineye ulaştığını varsayıyor. Devrim’le kalabalık bir sokakta insan gürültüsü arasında söyleştik. Görme engelli olup da radyoTVsinema eğitimi alan başka bir örneğe henüz rastlamadım. Senin bu kararı almanda neler etkili oldu? Çocukluğumdan beri görsel dünyayı merak ediyorum, birileri yanımda fotoğraf albümüne baktığı zaman, birileri pür dikkat film izlediği zaman rahatsız olur, ne oluyor, ne bitiyor anlatın bana diye sorardım. Önce dünyayı gezmek ve dünya barışına katkı sağlamak için diplomat olmak istedim. Bunu sağlamak için de ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne girdim. Ancak bunun başka kriterleri, koşulları istediğini gördüm, öncelikle görmek, aristokrat, şoven, uzun boylu olmak gerekiyordu. Egemen yaklaşım realist, ırkçı yaklaşımdı. Bana tersti, ben Kant’çı uluslararası ilişkiler yaklaşımını yakın buluyordum, barışamadım bölümle, ite kaka 7 yılda bitirebildim. Yaşım 2728 olunca ailem benim onlara destek olmamı istemeye başladı. KPSS’de, 870 kişinin başvurduğu bir sınavda Osmanlı Arşivleri’ne birinci olarak girdim. Sonra memuriyetin atıl, durağan hali sıktı ve beni heyecanlandıracak bir bölüm diye radyotelevizyonsinemaya girdim. Tek tercihti bu. Görüntünün en hızlı, en yoğun zamanında yaşıyoruz, çok fazla görmek, hiç farkına varmadığımız bir körlüğe yol açıyor. Dışarıda çok hızlı, kirli bir görüntü akışı var, hem televizyonda hem sinemada görüntü deformasyonu var. Yaşamda görüntünün kodları nedir sence? Sen gece yatarken ışığı kapattığında odanın dekorunu kafanda canlandırabiliyor musun? Benim bütün hayatım böyle aslında. Dokunduğum, kokladığım, hissettiğim her şeyi kafamda kodlamak. Çarptığım bir direk, zeminin eğimi benim için bir kod. Ben bir sokakta bir direğe çarpmışsam bir dahaki sefere orada daha dikkatli yürüyorum. Hayatı oyun gibi algılamaya çalışıyorum, mesela elinde baston yürürken bir bilgisayar oyununun kahramanıymışım gibi geliyor, o engelleri aşarak sanki hazine arıyorum. Keyif alıyorum, bir beton direği de, bir tabelayı, bir elektrik direğini de egale ettim diye düşünüyorum. Görüntü, zihninde bir görüntü yaratmadığı zaman seni aptallaştıran bir şey oluyor. Ben görsel teori üzerine okuyorum. Derdim; yaşadığım hayatı TOPLUMSAL BİR KAYGIM YOK... Sana öngörülen sınırların dışına çıkıyorsun diyebilir miyiz? Engelli birisini engelli yapanın yüzde 50’si kendisinin bunu kabullenmesi ise, yüzde 50’si de kabul ya da redde neden olan dış etkenler. Yüksek lisans için sinemaya başvurdum, görmüyorsun diye almadılar, ben de ÖSS’yle girdim emrivaki gibi oldu onlara. Bölüm başkanı bana yazabileceğin en son yeri yazmışsın dedi, biz seninle uğraşamayız demeye getirdi. Sinema tarihi hocası sen burayı yazarak, gören birisinin hakkını yiyorsun, onun okuması gereken yerde sen okuyorsun dedi. Güldüm. Birinci sınıf bittiği zaman 3.30 ortalama getirerek, ki bu yüz üzerinden 85’e tekabül eder, onlara cevap vermiş oldum. Ancak görsel bir sanat olduğu için sıra dışı bir durum söz konusu. Olmaz denilecek her şey bir klişeden ibaret ve istenirse kırılır dedirtiyor senin sinema okuman. Başka insanları etkilediğini düşünüyor musun? İşin aslı, bölüme girerken kaygılarım tamamen kişiseldi, içimi kıpırdatan şeyler vardı ve daha önce içimi kıpırdatan ve üstüne gittiğim ya da gidemediğim ya da engellendiğim şeylerden ötürü ciddi psikolojik travmalar yaşamıştım. Fütursuz, ölçüsüz bir adamdım, gider, bir bardaki en güzel kadına ondan hoşlandığımı söylerdim hiç haddimi bilmeden. Sonuçta kendimi gerçekleştirmek gibi bir derdim vardı. Bütün bunları yaparken toplumsal bir kaygım yoktu, yani birilerine yol açayım demedim, kendimi hiçbir zaman misyon adamı gibi görmedim. Benim hayatımı gören, bilen birileri için esin kaynağı oluyorsam, hakikaten çok mutlu olurum. anlamak, anlamlandırmak, kendime yaşam bulabilmek. Benim talihsizliğim görselliğin tavana vurduğu bir zamanda yaşamak. Dünya hiçbir zaman bu kadar görsel olmamıştı. Elektronik bir zaman, görselliğin vasat olduğu filmler. Bu yüzden Avrupa sinemasını izlemeyi daha çok seviyorum, seni düşündüren diyaloglar oluyor, görüntüler sıralı oluyor, sıralı olmasa bile ne olduğunu ya da ne olmadığını hissettirebiliyor. İzlediğin görüntünün kaç boyutu var? Ben bir insanın resminin nasıl yapılabileceğini anlayamıyorum. Heykeli yapılabilir, ama resmi yapılamaz. Benim bilincim dört boyutlu. Dördüncü boyutta sezgiler var. Biraz eğilmiş pencereden dışarı bakıyor diyor biri, ben bunu kafamda canlandırıyorum, kafamdaki şey aslında reel hayattaki eğilip dışarıya bakmanın aynısı. Bir filmi değerlendirirken neyi esas alıyorsun? Film izlerken soruyorum yanımdakilere, neyi öne çıkarıyor, ne yapıyor, sahnelerde nerede kesme yapmış… “Leon” filminde adam gittiği her yere o saksıyı götürüyor, o filmin dramatik bir unsuru. Benim biçtiğim anlam, adamın içindeki güzellik, bir kiralık katil, ama içinde bir şeyi de yaşatıyor. Geçen sezon Türk filmlerinden hangisini beğendin, neden? Beynelminel’i çok sevdim, izlerken hem ağladım, hem güldüm. Nuri Bilge Ceylan beni deli ediyor. O adamın filmlerinin dışında kaldığım için bir şekilde kendime kızıyorum, ona da kızıyorum. Diyalog kullanmıyor, görsel anlatım, imgeler… Onu sinematografik altyapısı olan, film analizi yapan birileriyle izlemek istiyorum. Zeki Demirkubuz’u hakikaten beğeniyorum, adamın derdini anlıyorum, ama bir yere saplanmış, bu nedir? İhanet, televizyon, başkalarının hayatını yaşamak... Bir filmden beklentin nedir? Beni bir şekilde etkilemesi, bende bir duygu oluşturması. Sevgi olur, nefret olur, kendimi özdeşleştiriyorum ama filmin kahramanıyla değil, kendisiyle. Filmi yaşamak istiyorum, filmden hemen sonra gevezelik yapılmasını sevmiyorum. O filmin ruh halinden çıkıp, o filmi tartışabiliriz. Ne olur? Birincisi o klişeleri kırmak, klişelerden nefret ediyorum. Mesela? En büyük klişe, kör biri radyotelevizyonsinema okuyamaz denmesiydi… (gülüyor). Hayata hep “why not?” şeklinde bakıyorum, olmazsa da olmaz, ama neden olmasın? Olup olmayacağını ben anlayayım, birileri söylemesin. Amerika’yı bir kere de ben keşfedeyim. Bir tersinden bakıp, ters okuma yapıyorum. Ne yapıyorsun değil, ne yapmıyorsun? Niye olmasın diye bakıyorum. Sinemada bir iddian var mı? Film çekme ya da senaryo yazmak gibi… Sokakta bir şövalye Dışarıda olmayı seviyorsun, röportajı bile çok kalabalık bir yerde yapmamızı istedin, neden? Klostrofobisi olan adamım, mekân daraltıyor beni. Ancak sürekli içeride yaşamak zorunda kalan engelliler var. Dışarıdaki yaşam ne kadar uyumlu engelli olarak yaşamak için? Uyumsuz. Kendimi sokakta şövalye gibi hissediyorum. Bastonumu kullanırken, sanki kılıç kullanıyorum. Çünkü insanlar hakikaten bakmıyor, dikkat etmiyorlar, bir haftada üç alüminyum baston kırıldı, ben de gittim dağcı malzemesi aldım, onu kullanıyorum şimdi. Ne olmalı? Yürüyecek alan bırakılmalı. Düzgün ve yüksek kaldırımlar olmalı, arabalar üzerine çıkamamalı. Eğimi de olmalı, sandalyeliler inebilsin diye. Yolun ortasında ağaç, direk olmamalı, bunlar kenarda durmalı. İnsanlar yardım etmek istiyorlar ama yaklaşımlarda problem var, adam bana uzaktan araba park ettiriyormuş gibi topla gel diyor, sağ yap, sol yap diyor, bunlar rahatsız ediyor, iyi niyet yetmiyor. Yaklaşım da estetik olmalı. Ayrıca körlüğün cehaletin metaforu olarak kullanılması çok rahatsız ediyor beni. Asıl, farkında olmamak, bilmemek, görmemek, hissetmemek, algılamamak cehalettir. Etimolojik olarak böyle bir sorunum var. Fotoğraf: Vedat Arık İddiam yok. Bu, sadece kendimi zenginleştirmenin ve çoğaltmanın bir aracı. Ama bir şeyler yaparım, bir senaryo yazarım ve bu senaryoyu bir dostuma veririm, bak sen beni anlayan bir adamsın, sen benim set amirim ol derim, ondan sonra üçüncü bir dostuma da derim ki, sen bu filmden ne anladın anlat bakalım, eğer birincinin yaptığı ile ikincinin anlattığı aynı ise, eyvallah derim, ben bu işi kurtardım. Kesin kertede böyle bir hayalim var ancak bu deneysel bir şey olabilir. Bir oyun gibi. Bunu yapamazsam kesinlikle hayal kırıklığına uğramam, çünkü yolun sonunda ne olacağını ben de bilmiyorum. Görme yetileri olan insanların görme, yaşam alışkanlıklarını nasıl görüyorsun? İki saat görme şansım olsaydı, o insanların ortalama ömür boyu göreceğinden çok fazlasını fark edeceğimi düşünüyorum. Bu kadar da iddialıyım. Farkındalık yok çünkü. Biriyle beraber yürüyoruz, gözlerini kapat diyorum, iki dakika kapalı tutuyor, aç şimdi gördüklerini anlat diyorum, neler çarpıyor sana? Sayısız uyaran var hayatımızda, bunların hangisi çarpıyor? Duyduklarım çok sığ şeyler. DEVRİM TARIM KİMDİR? Ailem köylü, yoksul ve cahildi. Annem beni, altıncı çocuğunu düşürmek istemiş, üç iğne, 3040 hap yutmuş. Bunlar göz sinirlerini yıpratmış, bir yaşında gözlerimden su akmaya başlamış. Bizimkiler toz toprak girdi zannedip, ancak üç yaşında doktora götürmüşler, göz tansiyonu teşhisi koyan doktor çok geç kalındığını söylemiş. İki başarısız ameliyat geçirmişim. Altı yaşında körler okuluna gönderildim. Bu bir travma hayatımda. Altı yaşında aileden ayrılıp, yatılı okula gidiyorsun. Babam sen uyu, uyanınca ben geleceğim demişti, 15 yıl sonra geldi. Gördüğüm zamanları hatırlamıyorum. Çok meraklı bir çocuktum, zeki, hevesliydim. Yaramazdım da, derslerim iyi olduğu için hep tolere edildi bu durum. Ortaokulda da yatılı okudum. Körler okulları arasında yarışma yapılmıştı, ikinci olduk, armağan olarak walkman verildi ve böylece hayatıma müzik girdi. Bir kasetçiye gittim, yaşlı bir adamdı, bana Leonard Cohen’i verdi. O hayatımın dönüm noktası oldu… Ancak şunu da söylemeliyim, körler okulunda çocuklar tamamen izole ediliyor, ben okuldan çıktığım gün sokakta yürümeyi bilmediğimi, insanlarla diyalog kuramadığımı gördüm. Bence tüm körler okulları kapatılmalı, körler normal okullara gitmeli ve onlara özel bir rehberlik servisi verilmeli.