Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 8 15/2/07 15:34 Page 1 PAZAR EKİ 8 CMYK 8 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 18 ŞUBAT 2007 / SAYI 1091 Boşluğun Ayak İzleri... Bu, Filiz Tokcan'ın sergisinin adı. Tokcan, ilk sergisindeki sırtları dönük yalnız kadınlarından sonra şimdi de “boş” alanlarda insanların izlerini takip ediyor. Bunlar, figürsüz, ancak insandan kalma çok iz taşıyan resimler. “O geçtiğimiz yerlerden, o yıllardan geçip giderken eğer sadece geçip gidiyorsak” diyor, “bugünün dünyasında bizi sadece geçip gidiyorlarsa artık, bazılarımızın yalnızlığı seçmesi umutsuz bir eylem değil, umuda açılan bir penceredir”. Orhun Anıtları Ataol Behramoğlu dları konusunda bile ağız birliğimiz yok. Çoğu kaynakta “Orhun Yazıtları” denilmekle birlikte kimilerinde “Orhun Anıtları” ya da “Abideleri” deniyor. Milliyet Larousse’da nedense “Orhon Yazıtları” diye geçiyor. TDK sözlüğünde yazıtın karşılığı “bir kimse ya da bir olayın anısını yaşatmak için bir şey üzerine yazılan yazı (Osmanlıcada “kitabe”)” olduğuna göre, doğrusu “Orhun Yazıtları”dır. Yine de ben, önemleri bakımından, “anıt” denilmesini yeğler gibiyim. Fakat Türkçenin ilk yazılı belgeleri söz konusu olduğuna göre, eninde sonunda, ortak bir karara varmak gerekiyor: “Orhun” mu, “Orhon” mu? “anıt” mı, “yazıt” mı? Okumuş yazmışlarımız arasında bir soruşturma yapılsa, Orhun Anıtları’nın hangi tarihin ürünü olduğunu ve nerede bulunduklarını bilenlerin sayısı korkarım ki pek fazla olmayacaktır. Özel olarak ilgi duyanlar dışında bizim aydınımız kadar kendi tarihi konusunda bilgisiz ve ilgisiz bir aydın türünün herhangi bir başka ülkede bulunduğunu sanmıyorum. Yahya Kemal’in “köksüzlük” dediği şey bu olsa gerek. Nâzım Hikmet’in, “Şeyh Bedreddin Destanı”da kendi tarihimizi konu edinmesinden kimi “yoldaş”larının rahatsız olduğunu, bu nedenle de “Bedreddin Destanı’na Zeyl”i (ek’i) yazmak gereğini duyduğunu biliyoruz. A Ceylan Yüceoral İzlerin peşinde... iliz Tokcan’ı tuvallerindeki sırtı izleyiciye dönük kadınlardan anımsarsınız. Ayakta duran, oturan, pencereden bakan, yüzleri görülmeyen, ama izleyiciye yalnız oldukları duygusunu veren kadınlar. Tokcanyine bir sergiyle, bu kez yalnızlığı mekanlara taşıyor. Bu kez figür yok, ama sorular eksilmiyor: Yalnızlığı seçmek aslında umudu seçmek midir? Yalnız ve yüzü gözükmeyen kadın figürlerini öne çıkardığınız bir önceki serginizde, sanki kadın ve erkeğin yalnızlıklarını farklı şekillerde yaşadığı hissediliyordu... Kadınla erkek birçok duyguyu farklı biçimlerde yaşıyorlar; elbette yalnızlık da bunlardan bir tanesi... Yalnız kalmayı seçmenin bir cesaret gerektirdiğini düşündüğüm gibi, bu cesaretin de öyle gökten düşme bir gözü karalık değil, tamamen pratik üzerine kurulu olduğuna inanıyorum. Bu pratiği hayatta kadının erkekten daha fazla yaşadığını düşünüyor olmam ise tahmin edeceğiniz gibi toplumsal rollerimizle ilgili... Kadın, kocasıyla, sevgilisiyle, babasıyla, annesiyle veya en yakın arkadaşıyla her şeyini paylaşır mı sizce? Bir sürü sebepten ötürü bence hayır. Peki ya erkek? O da bir yere kadar... Sorun kadının bu paylaşamama halini ne kadar dert ettiği noktasında başlıyor. Bu durumu kendi üzerinden sorgulamayı bırakıp da, bir dünya meselesi haline getirmesiyle başlıyor. O iletişimsizlikle yüzleşen kadın soruyor, sorguluyor; benim resmettiğim o kadınlar büyük bir hüzün içinde, ama kimse beni anlamayacak diyen kadınlar da değiller asla... Bu kadınlar, bütün bu soruları sorduktan ve zaten yıllarca bir şekilde yalnızlığı tecrübe ettikten sonra, umutla, cesaretle, neşeyle yalnızlığı seçen kadınlar. F Filiz Tokcan “Boşluğun Ayak İzleri”ndeki resimleri ile boşluğu anlatıyor. Günümüzde de yeni örnekleriyle karşılaşıp durduğumuz bu “köksüzlük”, “omurgasızlık”, ülkesinin, halkının, dilinin tarihi konusunda bu bilgisizlik, ilgisizlik, sevgisizlik nereden kaynaklanıyor, incelenmeye değer… Orhun Anıtları konusu nereden mi çıktı? Durup dururken değil. Son birkaç yıldaki bir çalışmamla ilgili olarak 8. yy. ürünü “yazıt”ların Latin harflerine çevrilip basılmış metinlerini özel bir dikkatle okudum. 8. yüzyıldaki Türkçenin deyim zenginliğine, anlatım gücüne hayran kaldım... Bu deyim zenginliği ve anlatım gücü, Rus kültürünün daha sonraki bir yüzyıla ait ilk yazılı belgesi “İgor Alayı Destanı”ndakinden daha aşağı değildi… Ben bunları düşünmekteyken, Moğolistan’dan bir geziden dönen Sayın Prof. Celal Şengör “Bilim Teknik” dergisinde (geçen yıl Ağustos ayında) bu konuda üst üste iki yazı yayınladı. Bu yazılardan, kültür tarihimizin (dilimizin) paha biçilmez değerde bu ilk yazılı belgelerinin, tümüyle korunmasız, başlarına her an her şey gelebilecek durumda olduklarını öğreniyoruz. Bunu aklınız alıyor mu? İçinize sindirebiliyor musunuz? Başka bir ülkeye ait olsalar, onları 13. yüzyılda ilk kez fark eden İranlı şair Cuveyni ile 1898’de okumayı başaran Danimarkalı bilimci Vihelm Thomsen’in anıtları dikilirdi. Bizde ise, Sayın Şengör’ün kaygısını ve benim bu yazımı bile gereksiz, anlamsız bulanlar olabilecektir. Babasıyla birlikte bu yolculuğa çıkan Sayın Şengör o günlerde bir gazeteye, bu anıtların birer örneklerinin yapılarak İstanbul’da uygun bir yere yerleştirilmelerini öneriyordu. Bence çok doğru bir öneridir bu. Bundan başka, Moğolistan’da, Karakurum kenti ile Baykal ve Koşo Soydam gölleri yakınlarında,Orhun ve Selenga nehirleri arasındaki Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk anıtlarının, kültürümüzün bu eşsizbenzersiz hazinelerinin korunmaya alınması için Kültür Bakanlığımızca ne yapıldığını da doğrusu bilmek isterdim. ataolb@cumhuriyet.com.tr Bu kadınların neden arkası dönüktü peki? Madem böyle bir cesaret ve yüzleşme vardı ortada, o zaman neden bize bakmıyorlardı? Eğer gözlerini, ağızlarını, kahküllerini hangi tarafa doğru taradıklarını düşünmek durumunda kalsaydım her bir figürü bir karaktere çevirmiş olurdum. Halbuki bize bakmayan, gözünü görmediğimiz birinin neden bize bakmadığını düşünmek, suratının ifadesini merak etmek ilgi uyandırır, insana bir sürü ilgili ya da ilgisiz şey hayal ettirebilir. Hem birine arkamızı döndüğümüzde bu ayrıca bir tavırdır. O kadınlar duyarsız, kabullenmiş, kaybolmuş insanlara arkalarını dönüyorlardı bence. Duyarsız, inceliksiz, kaba, insan olmaya dair bir sürü değerini yitirmiş, yitirtilmiş ve bunu da öylece kabullenmiş bir dünyaya, o dünyanın o insanlarına arkasını dönen biri, bu eylemiyle bir fikir üretmektedir. Bu serginizde hiç figür çalışmamışsınız... Boşluk ve sadelik duygusu daha ağır... Uzun sahillerin, kayıkların, iskelelerin olduğu, sokak lambalarının yeni yandığı, günün sanki bittiği, nadiren iz bırakılan, vahşi olmayan ama, ıssız olan bir dünyayı öne çıkartıyorsunuz. Uzun bir sahile bakıyorsunuz... Ne bir kayık, ne bir ayak izi, ne de kumun uzerinde çakıl taşları. Bu sahile “boş” mu dersi niz, yoksa keşfedilmemis bir yer mi? “Boş” demek için orada insandan izler görmek gerekmez mi? Bence gerekir. Bu resimlerimde boşluk duygusu daha ağır çünkü hiç figür görmememize rağmen, insandan kalma çok şey görüyoruz. Kadın ya da erkek bu noktada bütün önemini yitiriyor, sadece bir figür oluyor insan: o doğanın içine fırlatılmış, iz bırakan ve böylelikle hayatı anlamlandıran... Boşluk dediğimiz şeyin biz oradan geçtigimiz için var olup olmadığını düşünmek, bu soruyu böyle sormak lazım, diye düşünüyorum. O geçtigimiz yerlerden, o yıllardan geçip giderken eğer sadece “geçip gidiyorsak”, bugünün dünyasında bizi sadece geçip gidiyorlarsa artık, bazılarımızın yalnızlığı seçmesi umutsuz bir eylem değil, umuda açılan bir penceredir. Bütün bunların nedenlerinden biri acaba bizim güncel dünyamızın da giderek ıssızlaşması, insanların birbiriyle konuşamaması, iletişim kurulamaması da olabilir mi? Bu “yalnızlığı seçmiş” kişinin, iletişim kurmak gibi bir sorunu olmamalı. Dünya ve içindeki her şey onun için “anlamlı” birer bütün. Bir diğer ilgi çekiçi nokta da “iz” kavramı. Bu resimler hep bir izi takip etsin istedim. İnsanların bıraktığı izleri. İnsanlar o izleri bırakmışlar ama bilerek değil. Siz ise o izleri bilerek takip ediyor, o izlerden yola çıkarak orada bir zamanlar olmuş olan “şen” dünyayı da hissediyorsunuz. Bunun da resmini yapmak istedim. Başarabildim mi bilemem. Çünkü uzun zamandır modern resimde tuval, yani pentür çok dışlandı, sanki sunabileceği hiçbir yeni açılım yokmuş gibi; oysa, kimi ressamlar, örneğin Edward Hopper’ın resimleri, dünyaya atılmış ve sadece burada olduğu için “bir şeyler” ve belki de “en iyisini” yapmaya çalışan, beceren/beceremeyen, tutunan/tutunamayan, hüzünlü, neşeli, tedirgin insanlara yeni kapılar açıyor. Bu resimlerde figürün yani insanın olmayışı, bence aslında tüm resimlerin odağında insanın olduğunu da kanıtlıyor. Böyle düşünmek isterim. Filiz Tokcan’ın “Boşluğun Ayak İzleri” isimli sergisi 14 Şubat 3 Mart tarihleri arasinda Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde görülebilir. Tesvikiye Cad. 4347 Teşvikiye Ben diye diye... Aylin Kotil iç ben merkezli biriyle karşılaştınız mı hayatınızda? Bu tip biriyle iş ya da aşk ilişkisine girdiniz mi? Aslında sabrınız ve gözlem yeteneğiniz varsa güzel bir deneyimdir, ben merkezli biriyle beraber olmak. Öncelikle dünyanın kendi etraflarında döndüğünü düşünürler. Aranızdaki bağ sevgi ya da aşk ise sizin duygularınızın sıklıkla pek bir önemi yoktur. Önemli olan onun duygularıdır. O seviyor mu? O bugün görüşmek istiyor mu? O müsait mi? O sinemaya mı, yemeğe mi gitmek istiyor? Aslında kendini o kadar çok önemser ki, çoğu zaman ben niye varım onun yanında diye bile düşünmenize sebep olabilir. Çünkü kendi kendine yettiği yalanına öyle bir inanmıştır ki, artık onu oynar ve siz bile şüpheye düşersiniz. H Bütün bunlar olurken sizin düşüncelerinizin olabileceğini düşünemez. Beklentileriniz olmasına ise hiç ihtimal vermez. Boşuna ona sıkıntılarınızı anlatmaya da çalışmayın, çünkü algıları başkalarının sorunlarına kapalıdır, algılayamaz... Böyle biriyle çalışıyor olmak bir başka kâbustur. En başta işinizde zaman kavramı ortadan kalkar, her an iş için hazır duruma geçebilecek bir hayat yaşarsınız. Sosyal hayatınız yoktur, ona göre boşa geçen bir zamandır ve gereksizdir. Özel hayatınız da olamaz, çünkü özel hayatınız işinizdir, hatta var olma nedeninizdir. Her an her durum için aranabildiğiniz gibi, her an her şeye de hazırlıklı olma zorunluluğunuz vardır. Zaten hayır kelimesini kabul etmeyen biri vardır karşınızda. Hatta her türlü olumsuz cümle onu çılgına çevirmeye bile yetecektir. Dünya onun etrafında dönüyordur, ondan başka herkes de ona hizmet etmek için yaratılmıştır. Garip bir şekilde bu kişilerin etrafında bir insan döngüsünün olduğunu görürsünüz. Gücü olduğu ve menfaat sağladığı sürece insanlar gelir giderler ve girer çıkarlar bu kişilerin hayatına. Etrafları kalabalıktır, ancak bu içi boşaltılmış bir kalabalıktır. Kendileri bunun farkında değildir. Çok da kafa yormazlar böyle şeylere. Bu kişileri yanlarındaki insanların neden onlarla olduğu çok ilgilendirmez. Bir başka özellikleri de günlük yaşamaktır. Dostluğa yatırım yapmazlar, duyguya yer yoktur hayatlarında. Benim merak ettiğim, bu insanların yaşlılık durumları ne olacak? Yaşlandıklarında en çok sevdikleri insanla baş başa kalma ihtimalleri çok yüksek, kanımca. Yani adına ben dedikleri kendileriyle… aylin@kotilsarigul.com