02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 3 EYLÜL 2006 / SAYI 1067 Ne Anlatayım Ben Sana! Ece Temelkuran "Ne Anlatayım Ben Sana"da açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla, bu mücadelenin gölgesinde açılan F tipi cezaevlerine uzanan süreci, bugüne taşıyor. Bugünde onca çabanın, ölümün ardından gelen sessizliği sorguluyor. Yorgun ya da umutsuzlaşmış insanlara suskunluğu kırmak için yeni bir dil kurmayı öneriyor. Özlem Altunok içbir şeyi, aynı zamanda çok şeyi anlatan bir cümle: Ne anlatayım ben sana! "Tutuklu annelerinin, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında en sık kurduğu cümlelerden biri" diyor Ece Temelkuran. Çaresizliği, acıyı, en çok da "hangi birini anlatayım"ı içeriyor. Bu cümle, aynı zamanda Ece Temelkuran'ın 96'dan bugüne F tipi cezaevlerinin kurulma sürecinde yaşananları, ölüm oruçlarını anlattığı kitabının adı. Her ayrıntıyı, hatayı, çabayı, buluşamamayı, suskunluğu anlatmak, daha çok konuşabilmek için yazıldı. "Çünkü" diyor Temelkuran," ancak hikâyelerimizi eksiltmeden anlatırsak birbirimize ulaşabiliriz." Ece Temelkuran'la yeni kitabını, bu kitabın yazılmasına vesile olan "Oğlum Kızım Devletim" kitabını, suskunluğun sebeplerini konuştuk. "Ne Anlatayım Ben Sana" kitabını doğuran 10 yıl önce yazdığınız "Oğlum Kızım Devletim" kitabı. Daha doğrusu geçen 10 yılda ölüm oruçlarının, F tipi cezaevine karşı mücadelenin yalnızlaşmasının hikâyesi. Bu kitap hem gazeteci olarak kendinizle hem de toplumla bir yüzleşme, hatırlama kitabı mı? Gazetecilik hunhar ve vahşi bir meslek; insan hikâyelerini yanınıza alıp yola devam ediyorsunuz. Sonra zamansızlık içinde bazı isimlerin, hikâyelerin peşinden gidemiyorsunuz. Sanıyorum ben de o süreçte Fatma Teyze'nin (Özçelik) ve bir sürü annenin peşini bıraktım. Bu işin bir yanı... Diğer yandan bu 10 yıllık süreçte ölüm oruçları konusunda herkes bir sessizliğe gömüldü. "Oğlum Kızım Devletim"in yeni baskısını yapmak gündeme geldiğinde, özellikle Fatma Teyze benimle konuşmadığında vicdan azabım somutlaştı. Yani bu kitap, sadece siyasi, toplumsal sorumluluğumu yerine getirmek için değil, aynı zamanda vaktiyle beraber ağlayıp güldüğüm insanlara ulaşamamanın acısıyla da ortaya çıktı. En çok da anlatma, paylaşma isteği dikkat çekiyor. Biz bunları yaşadık, ama konuşmadık vurgusu... Ölüm orucunu eylem biçimi olarak doğru bulmuyorum, ama bu onaylamama halinin, muktedirin onaylamamasına, sessizliğine benzediğini de düşünüyorum.Bizim sessizliğimizle iktidarın sessizliği farklı. Ben bizim sessizliğimizin nereden geldiğini anlatmak istedim. Aslında kitap sadece ölüm oruçlarına değil, onun üzerinden Türkiye'deki solun, muhaliflerin niye bu kadar dağıldığını, parçalandığını da sorguluyor... Evet. Bunu anlatmak için en belalı hikâye ölüm oruçlarıydı. Buradan hareketle, "yeni bir dil kurabilir miyiz, kopan toplumsal bağlar yeniden örülebilir mi?" düşüncesiyle yola çıktım. Kitap bu anlamda bir manifesto, Türkiye için yazılmış şahsi bir dil önerisi. H nın, herhangi bir nedenle öldürülebileceğine ve bunun normal olduğuna dair bir kanaat var. Ne oldu da böyle oldu? Ben "Oğlum Kızım Devletim"i yazarken 22 yaşındaydım ve o kitabı yazarken hem ideolojik olarak hem de hayat deneyimsizliğinden kaynaklanan yanlışlar yaptım. Şimdi memleketi, insan denen varlığı, buradaki siyasetin nasıl işlediğini daha iyi biliyorum. Eskiden onları "örgüt dili ne fena bir şey" diyerek iterken şimdi bu insanların anormal koşullarda yaşayan normal insanlar olduklarını biliyorum. Ne oldu da böyle oldu? Hepimiz vicdan yorgunuyuz. 200 yıl önce dünyaya gelen biri,ömrü boyunca bizim bir günde gördüğümüz kadar acı görüyor muydu, emin değilim. Biz şu anda dünyanın her tarafından gelen kötü haberlerle ve herhangi bir şey yapamayacağımız bilgisiyle eziliyoruz. Üstelik Türkiye'de muhalefet denen işi bir avuç insan yapıyor, aynı insanlar bir oraya, bir buraya koşuyor... Kitapta da diyorsunuz, "Okyanus aşırı bir memlekettir bazen Türkiye". Kendi sorunlarından çok, dışarıya, başka acılara yönelmenin payı nedir bu suskunlukta? Venezuella'yı yazarken kendi ülkem söz konusu olduğunda sözsüz, kekeme kaldığımı gördüm. Bu hepimiz için geçerli. Ölüm oruçları meselesinde de herkes konuyu çok karışık bulduğu için uzak durdu. Bence hikaye tam da burada gizli. Neden net bir şeyler söyleyemiyoruz? ÇARESİZLİK VE ÖFKE... Nedir bunun yanıtı? Bu bir döngü. Hikâyeler dinlenmedikçe ölüler, yeni ölüleri çağırıyor. Ölümler başlayınca o döngünün dışına çıkmak, o ölüleri sevenler için ihanet anlamına geliyor. Siz de dışarıdan izleyen biri olarak çaresizliğinizi görüyor, kurbanın kendisine kızmaya başlıyorsunuz. Böylece insanlar birbirinden uzaklaşıyor, uzaklaştıkça sertleşiyor, sertleştikçe gruplar küçülüyor, küçüldükçe marjinalize ediliyorlar. Böylece ölüm oruçları tek bir örgütün meselesi oluyor. Bu konuşmama ve kekeme hal bana, Türkiye'nin gırtlağında uzun bir ağlama varmış hissi veriyor. 12 Eylül, Mamak, Diyarbakır Cezaevi... Bu ülkedeki binlerce olay için önce uzun uzun ağlamamız gerek. Oysa bize "Yanılıyorsunuz, öyle bir şey olmadı" diyorlar. Ölüm oruçlarından çıkardığım ve korktuğum şey, bundan sonra ölecek kim bilir kaç 122 insanın isminin bilinmeyecek olması. Oysa Deniz'in, Yusuf'un adını herkes biliyordu. Aktarılmayan, sekteye uğratılan bu süreçte sizce solun, aydınların hatası ne? Hikâyelerini doğru dürüst anlatmamaları. Ya yas tutuyolar, ya "sen bu işlere bulaşma", "biz zamanında ne biçimdik" temel cümlelerini kuruyorlar. Oysa hikayelerimizi eksiltmeden ve bileyerek anlatırsak birbirimize ulaşabiliriz. TAYAD’ın “Hepimiz Tecritteyiz” eyleminden bir kare... Nasıl bir ezber bozmadan bahsediyorsunuz? Türkiye'de söz sahibi insanlarda bir körlük ve noter hissiyatı var. Oysa sokakta yeni bir dil oluşmuş durumda. Dünyayı bir grup elit değil, sokaktakiler değiştirecek. Bu dile kulak vermek gerek. 96'dan bugüne uzanan kopuşu, sessizliği nasıl özetlersiniz? Bence darbe tamamlandı. Muktedirlerin 20 30 yıllık süreçte olmasını istedikleri her şey oldu. Bu, sadece ölüm orucunda yiten 122 insandan haberdar olmamak meselesi değil, artık sokakta herhangi bir insa Fotoğraf: UĞUR DEMİR Ayşe, Fatma ve Esmeray... Özlem Altunok elki de onu daha önce bir kafede çayınızı uzatırken ya da yaptığı yemeği sunarken gördünüz... Adı Esmeray, ismini de, tercihlerini ve nasıl yaşamak istediğini de kendisi belirledi. "Kendi gibi" yaşamayı becermekte bir sorunu yok. Sorun, "kendi gibi " yaşama hakkının elinden alınmasında. Çünkü Esmeray bir transseksüel. Ona ilişen, değen gözlere ne yüklendiğini, ne öğretildiğini biliyor ve buna direniyor. Gözleri bu aralar gölgeli, çünkü "kendi gibi" olmasının, "normal" olmasının yolu kesiliyor. Bu yüzden dört aydır işsiz ve sadece cinsel kimliği yüzünden iş bulamıyor. Çalmadık kapı bırakmıyor iş için, bu kapılardan biri de Cumhuriyet. Herhangi bir işsize gösterilenden fazla ilgi istemiyor elbette, ama yaşadıkları yazılsın istiyor… Belki… İşte Esmeray’ın anlattıkları: Neden bize geldiniz? Çalışma, gelişme, hayatta kalma hakkım elimden alınıyor. Politik bir kimliğim, çevrem, pek çok arkadaşım olduğu halde iş bulmakta zorluk çekiyorum. Dört aydır da işsizim. Bütün bunların sebebi ise cinsel kimliğim. Ayrıca seks işçiliği yapmak zorunda kalan, tek çıkış yolu buymuş gibi gösterilen birçok arkadaşım var. Bu sorunu kendimden yola çıkarak yeniden gündeme getirmek, toplumsallaşmasını sağlamak istiyorum. Yani cinsel kimliğiniz istediğiniz işi yapma, hayatta kalma hakkınızın elinizden alınmasına sebep oluyor... Evet. Transseksüel kimliğimle var olabilmek için, illa sesimin güzel olması ya da modacı olmam gerekmiyor. Eşcinsellere ya mahallenin delisi, ibnesi ya da sanatçı gözüyle bakılıyor. Oysa ben Ayşe, Fatma kadar normalim. Tüm bunlar biraz da transseksüelliğe bir kimlik değil de, meslek gözüyle bakılmasından kaynaklanıyor olsa gerek... Evet. Televizyonda, sokakta, hayatın her alanında, "travestilik eşittir meslek" olarak yansıtılıyor. Oysa transseksüellik cinsel bir kimlik. Cinselliğe yüklenen anlamlar da bu durumun muğlaklaşmasına neden oluyor. Oysa biz de herkes gibi bir cinsellik yaşıyoruz. Bir travestiden ya da transseksüelden neden korkulur? Belki de travestiden değil, kendilerinden korkuyorlar. Kendinizi keşfetme süreciniz nasıl bir süreçti? Kendimi bildim bileli kadın ruhuyla yaşıyorum. Bu Seks işçiliği yapmayı, “farklı” görülmeyi, kenara itilmeyi reddediyor Esmeray. Cinsel kimliğinin, hayatını engellemesine karşı duruyor. Tercihleriyle yaşama, çalışma, dahası hayatta kalma hakkını istiyor. luğ çağında yönelimimin erkeklere olduğunu anladım. İşte o süreçte çok acı çektim, benden başka kimsenin olmadığını, yalnız olduğumu düşündüm. Sonra benzerlerimle karşılaşınca aklıma yeni sorular üşüştü. Gey miyim, transseksüel miyim? Partner deneyimlerimden ve içimdeki hislerden sorunumun bedenimle olduğuna emin oldum. Bunun bilincine vardıktan sonra hayatımın en zor kararını verdim ve transseksüel kimliğimle var olmaya çalıştım. Ne zaman verdiniz bu kararı? 1516 yaşında karar verdim ve bir süre sonra İstanbul'a geldim. nu da arkadaşlarım sayesinde buldum. Çalıştığım yerlerde şimdiye kadar hiçbir sorun yaşamadım, hatta tam tersi, böyle bir çaba gösterdiğim için takdir ediliyordum. Sadece bir keresinde avukat bir kadın, beni görünce patronuma "Bir daha bu lokantaya gelmem" demişti. Patron da ona "Bu tamamen senin sorunun" deyince ertesi gün tekrar geldi ve lokantada üç öğün yemek yedi. Sanırım utanmıştı... Zaten sonra arkadaş olduk. Bir sürü insan da transseksüelliğin bir kimlik olduğunu benim sayemde anladı. Şimdi nasıl geçiniyorsunuz? Üç beş arkadaşımın yardımıyla ayakta duruyorum. En çok da, çevremdeki birçok insanın yaşadığım zorlukları bildiği halde bu duruma seyirci kalmasına üzülüyorum. Bunu söylemeden geçemeyeceğim... Beni Beyoğlu'nda hemen herkes tanır, sosyal bir çevrem var, neredeyse bütün kafe sahipleri beni bilir, sever. İşe ihtiyacım olduğunu da hepsi biliyor. Konuştuğumuzda benimle beraber ah, vah yapıyor, sonra da bana "Tanıdığın bir bayan arkadaş var mı, bize eleman lazım" diyorlar. Bari bunu yapmasınlar. Tamam, anlıyorum, beni ikna edemeseler de kendilerine göre bir sebepleri var. En azından bunu söyleyecek kadar dürüst olsunlar. Nasıl bir işte çalışmak istiyorsunuz? Aslına bakarsanız benim çalışma hakkım olmadığı gibi, iş seçme hakkım da yok. Geçen gün, günde dokuz saat boyunca, üç katlı bir yerin günlük temizliği ve çay servisi için 400 YTL'lik maaşı olan bir iş çıktı. Herkes bana "işte sana iş, çalış" dedi. "Normal" bir insana verilen tepki, bana verilmiyor. Ben yemekten çok iyi anlıyorum, profesyonel aşçı değilim, ama özellikle Türk mutfağı konusunda çok iyiyim. Hani bana seçme hakkı verilmiyor ya, ben yine de bu lüksümü kullanayım: Artık lokanta ve kafelerde çalışmak istemiyorum. Benim istediğim küçük büro ya da şirketlerde yemek ve çay servisi yapmak. En çok böyle bir iş istiyorum... B BİZE BİR ELEMAN LAZIM... Sonra... Bu kimlikle ortaya çıkıp da feleğin çemberinden geçmeyen çok az insan vardır. Dolayısıyla ben de oralardan geçtim. Başlangıçta feodal bir hayatın içinden geldiğim için duruma ahlaki açıdan bakıyor, "Bedenini satmak namussuzluktur" diyordum. Bu yüzden seks işçiliği yapmak benim için zorunlu olduğu kadar, zor da oldu. Sonra "namus"un ahlaki bir kavram olmadığını kavradım ve kimliğimden dolayı neden bu işi yaptığımı sorgulamaya başladım. Nasıl bir süreçti, bu? Politik anlamda bir arayışım vardı. Bunun da ancak toplumsallaşarak olabileceğini düşünüyordum.Kadınlığı, nasıl bir kadın kimliğinin peşinde olmak gerektiğini sorgulamaya başladım ve kendimi kadın hareketinin içinde buldum. Anlaşılan biriktirdikleriniz gündelik hayatınızı pek de kolaylaştırmamış... En çok da iş bulma, hayatta kalma konusunda... Yönetmen asistanlığı, sekreterlik, getir götür işleri, aşçılık, temizlikçilik pek çok işte çalıştım. Bu işlerin çoğu Fotoğraf:VEDAT ARIK CUMHURİYET 08 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle