22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

3 EYLÜL 2006 / SAYI 1067 11 Sagalassos antik kentinin, 7. yüzyılda bir depremle örtülen yüzü, 16 yıldır süren kazı çalışmalarıyla yeniden gün ışığına çıkarıldı. Antoninler Çeşmesi, Heroon, tiyatro... Burdur'un kuzeyindeki antik kent, Lidyalılar'dan Persler'e, Hititliler'den Romalılara kadar pek çok medeniyete evsahipliği yapmış. Şimdi ziyaretçilerini bekliyor. Şehrin en önemli yapısı, Antoninler Çeşmesi, şehrin politik merkezi olan yukarı Agora’da bulunuyor. PAZAR SÖYLEŞİLERİ Aşk yok mu gerçekten? Ataol Behramoğlu D uygu Asena’nın geçen haftaki pazar yazımda sözünü ettiğim kitabı, "Aslında Aşk da Yok" beni düşündürmeyi sürdürüyor… Aşkın ne olduğundan çok ne olmadığı üstüne yazılmış bir kitap sanki bu. Kitap aslında, hem de ilk sayfasında, bir "aşk" durumunun betimiyle başlıyor denebilir: " Birisini sevip sevip de onun için gözyaşı dökmek, için için, ama hem de nasıl için için ağlamak, karşısındakini dinlerken taa gözlerinin içine bakmak hiç dinlenmeden ve durup dururken ağlamak ığıl ığıl. Yemek yerken gözüne toplanan yaşlar, bunu en son onunla yemiştik diye…Ne zevkli acılar bunlar yüreğimi soğutmayan, ısıtan." Kitabın baş kadın kahramanının(anlatıcının) bir süredir ayrı oldukları sevgilisi için düşünüp duyumsadıkları bunlar… Yalnızlığına alışamıyor. Kıskançlık bunalımları yaşıyor. Sonunda gidip Amerika’da onunla buluşuyor. Orada da bir kıskançlık bunalımı ve duygusal gelgitler yaşıyor. Yazar anlatısının bu ilk bölümlerinde kadın kahramanına (erkek kahramanına olduğu gibi) tam anlamıyla nesneldir denebilir… Hatta kendi iç sesi, "sen kötü, kuşkucu, güvensiz bir insansın, senden hoşlanmıyorum ve benim mutsuzluklarımın nedenisin" diye seslenebiliyor bu kadın kahramana… Fakat bence asıl sorunsal, 10. bölümde, erkek kahramanın "evlilik" sözünü telaffuz etmesiyle başlıyor.... Daha doğrusu, erkeğin evlilik önerisi karşısında kadının ruhu, duyguları, düşünceleri karmakarışık ve çelişkilidir: "Artık evlilik sözü beni hiç heyecanlandırmıyor, böyle bir istekte bulunulması da…. (Peki, neden duyar duymaz kalbin düşecekmiş gibi oldu ve yüzün kızardı?)" (Araya giren bağımsız bölümlerle) 85 bölümden (elimdeki 41. baskısı 190 sayfadan) oluşan kitapta, denebilir ki, bundan sonra tümüyle ve asıl olarak "aşk" değil "evlilik" olgusu irdelenmektedir… Sagalassos yeniden hayat buluyor agalassos… Güneybatı Anadolu’da, Burdur’a bağlı Ağlasun ilçesinin 7 kilometre kuzeyindeki bu antik kent, Aygaz’ın da yardımıyla yeniden gün yüzüne çıkarılıyor. Batı Toros dağlarının kollarından biri olan Akdağ üzerinde, yaklaşık 1700 metre yükseklikte yer alan Sagalassos, Erken Tunç Çağı’ndan Roma İmparatorluğu dönemine kadar görkemli bir tarihe sahne oldu. Lidyalıların, Perslerin, Hititlerin egemenliğinde yaşadı. İnsanları böyle yüksek bir yerde yaşamaya zorlayan ise, yaşamın kaynağı su. Belki de bu yüzden kentin en önemli yapıları anıtsal çeşmeleri. Üstelik hâlâ da kullanılabiliyorlar. Sagalassos çeşmelerini benzerlerinden ayıran da bu özelliklerinin Türkiye için ilk olması. Aygaz’ın sponsorluğunda restorasyonu gerçekleştirilen Antoninler Çeşmesi, kentin en önemli yapısı. Aynı zamanda kentin zenginliğinin sembolü, bir prestij göstergesi. Yaklaşık 2000 yıl önce Roma İmparatorluğu zamanında inşa edilen, 28 metre cepheli ve dokuz metre yüksekliğindeki anıtsal çeşme, yedi farklı renkteki taşlarıyla dikkat çekiyor. Şelaleli bir çeşme olan Antoninler Çeşmesi, ikisi tanrı Dyonysos’a ait çok sayıda heykellerle süslü. 2010’da tamamlanması planlanan restorasyonu inşaat mühendisi ve mimari restorasyon uzmanı Semih Ercan yönetiyor. Amaç, ziyaretçilerin şelaleli çeşmeden antik çağlardaki gibi su içebilmesi. Üç senelik çalışmadan sonra Antoninler Çeşmesi’nin 3500 parça kırık taşı epoksi reçinesi ve fiberglas gergi çubukları ile birleştirilerek eski halini ve yerini aldı bile. İlk kez 1706’da Fransız bir gezgin tarafından bulunan kent, Büyük İskender’in bölgeyi kendi topraklarına katmak istemesiyle (MÖ 334) tarihteki yerini alıyor. Ödenen bedel ise, savaşta hayatını kaybetmiş 500 asker. Helenistik dönem boyunca (MÖ 33325) Pisidia bölgesinin en önemli ikinci kenti olan Sagalassos, MÖ 25 yılında Roma egemenliğine giriyor. MS 1. yüzyılın ortasında da, bölgenin en önemli ve büyük şehri oluyor. Ta ki, MS 500’lü yıllarda yaşanan büyük bir depreme kadar. Buna, MS. 54142 yılları arasındaki veba salgını da eklenince, iktidar sınıfı dahil nüfusun çoğu ölüyor. Ekonomi zayıflıyor. Şehrin tamamen ortadan kalkması ise, 7. yy’da yine büyük bir depremle oluyor. Böylece Sagalassos yüzyıllarca sürecek derin bir uykuya dalıyor. Ta ki, 1706 yılına kadar. Fransız gezgin Paul Lucas, daha sonraları seyahatnamesinde "perilerin yaşadığı yerler" olarak söz edeceği Sagalassos’u buluyor. Ancak kentin gerçek kimliği, 1824’te İngiliz papaz Francis Arundell tarafından tespit ediliyor.1985’lerde İngiliz araştırmacılar, Stephen Mitchell başkanlığında bölgeye gidiyorlar. 1986’da onlara, hâlâ kentin kazı başkanlığını yürütmekte olan Belçikalı arkeolog Marc Waelkens katılıyor. 1990 yılından bu yana süren kazı çalışmalarını yerli ve yabancı üniversite öğrencileri ile farklı disiplinlerden bilim insanlarının da araların S Kentin en yukarı kısmında, vahşi hayvanlarla gladyatörlerin mücadelesinin izlendiği, dokuz bin kişilik, MS II. yüzyıla ait tiyatro yer alıyor. da bulunduğu 80 kişilik bir kazı ekibi ve 100 kişilik işçi grubu yürütüyor. ‘YAPTIĞIM EN İYİ İŞ’… Bu proje, aynı zamanda Akdeniz’in en büyük arkeolojik girişimlerinden biri. Belçika Leuven Üniversitesi ve yabancı kuruluşların finanse ettiği kazılar için Waelkens gerektiğinde yurtdışında seminerler düzenleyerek, bağış topluyor. Waelkens için bu bir işten, projeden ötesi, çünkü o, arkeolog olmaya daha altı yaşındayken karar vermiş, "Bu kazı alanı çoğu insan için okul oldu. Yaptığım en iyi iş" diyor. Waelkens’a göre, bu kenti özel yapan iki şey var: Biri Augustus döneminde yapılan 42 km. uzunluğundaki yol, diğeri ise dönemin seramik merkezi olması. Bunlar, şehirde zengin bir yaşamın sürmesini sağlamış bu, yapılara da yansıyor. Binaların büyüklüğünün, süslemelerinin zenginliğinin diğer yerleşim yerlerinden daha hızlı artışı da bunu kanıtlıyor. Kentin nüfusuyla ilgili kesin bilgi olmasa da, barınmak için ayrılan mekânların 16 hektar olmasından yola çıkarak, ortalama bir rakam veriyor Waelkens. 3.55 bin. 45. yy’a ait, 70 odalı, dört katlı bina, dönemin tipik Aristokrat evi özelliklerini taşıyor, ancak bulgular, odaların farklı standartlardan insanlara kiraya verildiğini gösteriyor. Evin en aşağısında ise, altı odalı bir restoran bulunuyor. Kentten çıkarılan heykeller ve diğer eserler, Burdur Müzesi’nde sergileniyor. Kentin günümüzdeki ünü ise, en fazla kısmı ayağa kaldırılacak antik kent olması. Çünkü kentteki yapıların parçalarının yüzde 80’i orijinal. Sadece restorasyon edilebilmesi için maddi destek bekliyor. (Sözünü ettiğim bağımsız bölümlerin (Zeliha, Gül, vb…) anlatıyı ana ekseninden koparmadığı gibi onu zenginleştirdiğini, okurun aldığı edebiyat tadını daha da yoğunlaştırdığını söylemeliyim). "Aslında Aşk da Yok" adlı bu Duygu Asena kitabı(romanı), akıcı kurgusunun yanı sıra, kadınerkek ilişkisi konusunda, pek çok gözlemle, saptamayla tıka basa dolu… Bunların her biri üzerinde tek tek durulması gerektiğinde kuşku yok. Bağımsız kadının toplumda karşılaştığı sorunlar, erkeğin kadını bir "meta" olarak görmesi, uzun süren birlikteliklerde karşılıklı olarak yıpranmanın kaçınılmazlığı, aldatma, kıskançlık, vb.vb… Fakat, bana kalırsa, kitabın 20. bölümünde kadın kahramanın yine kendi iç sesiyle yaptığı bir konuşma var ki, sadece bu romanın sorunsalını ya da adı evlilik olsunolmasın tüm bu türden birliktelikleri değil, tüm insan ilişkilerini, bu ilişkilerdeki başarı ya da başarısızlıkların, mutluluk ya da mutsuzlukların temel nedenlerinden birini aydınlatacak nitelikte: Birlikte yaşadıkları sevgilisinden evlenme önerisini alan kadın kahraman, bunu duymanın güzel bir şey olduğunu düşünmekle birlikte, sandığı kadar sevinemiyor….Nerden sevinemediğini de bilemiyor… İç ses: "Çünkü önerdi, çünkü senin karşında bir adım daha geri gitti.Bir cephede daha yendin sen onu" Yanıt:"Saçmalama, biz hep savaşıyor muyuz ki?" İç ses:"Evet hep savaşıyoruz, bu savaş hiç bitmemeli ve bir cephede o,ötekinde sen kazanmalısın, hep bir taraf kazanırsa kötü gider işler. Üstelik yalnızca kaybeden değil, kazanan taraf için de kötü olur bu. Kaybeden, kaybettikçe bozulur. Kazanan da durmadan kaybeden tarafı küçümsemeye başlar." Bu iç söyleşi, kitabın adına karşın, şöyle de yorumlanabilir mi belki: Aşk her zaman vardı ve olacak… Fakat karşılıklı olarak birbirini geliştirme dinamizmi, karşılıklı bir heyecan, ilgi, hayranlık, kıskançlığa dönüşmeyen bir yarışma sona erdiğinde, birliktelik sadece alışkanlığa ya da taraflardan birinin "tahakküm"üne dönüşüp kanıksandığında, aşk da, evlilik de, dostluklar da yıpranıp tükeniyor… Duygu Asena’nın bu ve öteki kitapları üstüne düşünmeyi sürdüreceğim… Genç Helenistik çeşme orjinal yapı taşları kullanılarak ayağa kaldırıldı. Dört eğilim ve türban Aylin Kotil A klanıp da yeniden siyasete girme çabasında olanlara bakıyorum da, hani bir şeylerin ruhunu yeniden canlandırma çabasında olanlara, samimiler mi diye düşünmeden edemiyorum.Çünkü bunun hangi ruh olduğunu anlamakta zorlanacağınızı sanmıyorum. Her gün televizyona baktığınızda bizlere sunulanların hepsi 80 sonrasının atılan tohumları. Şu an yaşadıklarımız da o tohumların ruhlara bürünmüş hali. Çabuk zengin olmak isteyen, üretmeden tüketen, kandırma eğilimi gösteren, sadece günü kurtarma çabası içinde olan…uzatabiliriz sizlerin de bildiği gibi. Bunlar dört eğilimden çok sekizli, on ikili eğilimler aslında. Dikkatli bakıldığında ise tek eğilim var ortada: Para. Çünkü 80 sonrasında para insanı da, ruhunu da davranışlarını da belirler oldu. Canlandırılmak istenen ruh ne yazık ki bu ama, sanki başka bir durummuş gibi gösteriliyor. Gözüm sağdan kayıp da sola baktığında ise aynı söylemler tekrar çıkıyor karşıma. ‘Dört eğilime de kucak açtık’ deniyor. Ne kadar iyi ettiniz! Yenilik olarak bu tür söylemlerle karşımıza çıkanlardan, yeni bir sosyal devlet tanımı duymayalı ne kadar zaman geçti diye düşünmeden de edemiyor insan. Bir ülkede yaşayan insanların günümüzde sosyal hakları neler olmalı, nasıl olmalı çalışmasını yapması gerekenler, çok büyük başarıymış gibi seçim sloganlarını gururla açıklıyorlar: ‘Ezdirmeyeceğiz.’ Çok daha büyük bir sorun var kapıda siyasilerin konuşmaya korktuğu çekindiği: Türban. Eskiden zorla kapatılan kızlar ve kadınlar vardı. İstemedikleri halde kapanıyor ama seslerini çıkaracak gücü kendilerinde bulamıyorlardı. Sorunu bu aşamada tespit edemeyen siyasilerin yerine sorunu tespit edenler ve ona göre yöntem geliştirenler geldi. Ne yaptılar peki bunlar? Türban takmak sizin kişisel özgürlüğünüzdür dediler. Zorunlu olarak türban takan, sesi çıkmayan, kendini savunamayan kızlara, kadınlara bir özgüven unsuru oluşturdular. Düne kadar belki de zorla taktıkları türbanı ilk defa hak aramanın keyfine vardırmak için araç olarak kullandılar. Diğerlerinin neden tespit yapamadıklarının sebebi ise çok basit. Siyaset sırça köşklerde oturularak yapılmıyor. Sokağın havası koklanmadan halk kendi halkın da olsa tanınamıyor. Bu yüzdendir ki oyalanmaktalar dört eğilim, ezdirmeyeceğiz fasafisolarıyla. Sizler kulağa hoş geldiğini sandıklarınızla zaman öldürürken, tespitleri yapabilenler eyleme geçmekteler. Hem de en büyük silahla. Halkı yanlarına çekerek, arkalarına alarak. Sizin gibi içimizi kanırtan cümleler kurarak değil. CUMHURİYET 11 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle