Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 4 CMYK 4 PAZARIN PENCERESİNDEN 24 EYLÜL 2006 / SAYI 1070 Don Kişot ve laiklik Selçuk Erez “Süleymancılar, İskenderpaşa Cemaati, Erenköy Cemaati, HizbutTahrir, Tillocular, Gülenciler ve Nurcular, İsmailağa Cemaati vb.” İstanbul’u kaplayan tarikat ve camaat haritasının bir bölümünü bunlar oluşturuyorlarmış! Bugünlere nerelerden geçip geldik? Tanrı’nın Türkçe’yi kabul edilir bir dil saymadığını, ancak Arapça istida kabul edeceğini düşünüp ezanı ve Kur’anı Kerim’i Türkçe değil Arapça okumamız gerektiğine inanarak gerekli yasal düzenlemeleri yapmaya başladığımızda mı bu yola girmiştik? Yurdun imam ihtiyacının bilmemkaç misli imam ve hatip yetiştirecek okullar açmaya başladığımızda mı? Okullarda din derslerinin mecburi kılınıp sadece bir mezhep konusunda öğretime başlandığında mı? Tarikatçıların Başbakanlıkça ziyafete davet edilip ağarlandıklarında mı? 2004’te YÖK Yasası değiştirilerek hem eğitimi ve hem de toplumu dinselleştirmeye kalkışıldığında mı? İktidar başının, “referansının din olduğunu” açıkladığında mı? Aynı Sayın kimsenin 9 Haziran 2005’te, “Ben insan olarak laik değilim. Devlet laiktir. Buna mukabil laik düzeni korumakla yükümlüyüm” dediğinde mi? Meclis Başkanı’nın, Yargıtay Birinci Başkanı’nın ve Başbakan’ın Atatürk’ün önderliğinde bu Cumhuriyeti kurarken benimsediğimiz ve devletimizin ana dayanağı olan evrensel laiklik tanımıyla bağdaşmayan laiklik tanımları aramaya kalktıklarında yada önerdiklerinde mi başladı bu? Hız sınırını aşıyorsunuz, ama oralarda bir yerde sivil bir aracın hız kontrolü için pusuya yattığını da biliyorsunuz. Bu bir risk, evet, ama büyük bir yalana da suç ortaklığı ediyorsunuz. Siz devleti kandırmaya çalışıyorsunuz, devlet de sizi çünkü. Yakalarsa o kazanacak, yakalanmazsanız siz... Peki, bu beyaz yalan mı? Her şeyin göreceli olduğunu kabul etmişken, “yalancı” bir “ahlaksız” mı? Size söylenen yalanlarla, sizin söylediğiniz yalanlar arasında bir fark var mı? Ama bu da bir yalan... Volkan Aran S Yıllardır basın köşelerinde, televizyondan aktarılan ve aktarılmayan açıkoturumlarda ve özel toplantılarda bu gelişmelerin anlamını tartışıyor ama bir sonuca varamıyoruz. *** Bir yaz gecesinde mola verdikleri tepede uyanan Don Kişot, yaveri Sanşo Panço’yu da uyandırmış ve gökyüzünde parlayan yıldızları göstererek sormuş: Gökten yer alan bu çok sayıda yıldız sana ne düşündürüyor? Uykusundan yeni kalkmış Panço, gözlerini ovuşturarak cevap vermiş: Ne mi düşündürüyor? Mesela felsefi açıdan, insanoğlunun bilgisinin ne kadar sınırlı olduğunu düşündürüyor! Başka? Teolojik açıdan bütün bunları yaratmış olan Tanrı’nın yüceliğini.. Başka? Astronomik açıdan işte bakın bu Castor, bu da Pollux, bu Kutup Yıldızı.. ama çoğunu bilmediğimi.. Başka? Astrolojik açıdan şu anda Aslan Burcu’nda bulunduğumuzu.. Don Kişot dayanamamış, burada parlayıvermiş : Gökte yer alan bu çok sayıda yıldız bunlardan önce bambaşka bir şeyi düşündürmeli insana! Neyi düşündürmeli? Biz uyurken birilerinin gelip çadırımızı çaldığını! Bugün çevremize bakıp gördüğümüz ilkelliklerin tek anlamının, ilerleyip uygar bir ülke haline dönüşmemiz için gerekli olan koruyucu örtümüzün, laikliğin biz uyurken çalınıp götürülmüş olduğunu çok iyi anımsatan bir öyküdür bu! öylenenlere inanıyor muyuz, ya da gösterilenlere? Peki söylediklerimize? Niyetler, çekinceler, ilişkiler ya da kırılganlıklar, söylenenlerle gerçekler arasında gitgide derinleşen bir uçurum yaratırken; insan, olan bitenin gerçekliğinden ilk kez bu kadar şüphe ediyor. En çok görünenler, en çok şüphelendiklerimiz oluyor. Politikacılar, en az güvenilir meslek grubunu oluştururken; en büyük kitlesel olaylar, “aslında hiç de göründüğü gibi olmadıklarını” anlatan komplo teorileriyle birlikte anılıyor. Macaristan’ın “Altın Çocuğu” Başbakan Ferenc Gyurcsany son sekiz aydır “ekonomi harika diye sabah akşam yalan söylediklerini” arkadaşlarına fısıldarken; NASA, aya ilk insan çıkışının görüntülerini bir türlü bulamıyor ve aslında insanın aya hiç çıkmamış olabileceğini düşünenlerin söyledikleri ilk kez “tartışılabilir bir iddia” halini alıyor. “Hakikat gibi yalanın da yalnızca tek bir yüzü olsaydı durumumuz daha iyi olurdu. Böylece yalancının söylediğinin tersini kesin olarak kabul edebilirdik, ama gerçeğin tersinin yüz binlerce yüzü ve sonsuz bir sahası var”. Montaigne’in bunu yazdığı 16. yüzyıldan günümüze kadar durum daha da vahim bir hal aldı. Aslolanın tahrif edilerek yeniden yaratımı, teknoloji sayesinde daha da kolaylaştı ve görüntünün kendi gerçekliği yalana yeni bir yüz daha ekledi, ama bu durumu kullanarak, yalanı ele alışımızda bile bir sahtekârlık yapıyoruz. “Madem her şey göreceli” ve “madem mutlak gerçek diye bir şey söz konusu değil” yalanı ahlaki olarak tartışmanın gereği var mı? Tartışma platformunu oluşturan dünyanın bu karmaşıklığı, yalanın unutulup gitmesi ve artık ortaya çıkan sonucun konuşuluyor olması, “yalancı”ya büyük bir koz veriyor. Mutlak bir kontrol yanılgısı, istediği sonuçları yaratmak için gerçekleri çarpıtmasını sağlıyor. Bir türlü bulunamayan kitle imha silahları, yeni yüzyılın en büyük savaşını başlatırken, dünyanın en etkin ülkelerinin liderlerine danışmanlık yapanların, bu savaşı başlatan raporlarda yer alan gerçekleri çarpıttıkları ortaya çıkıyor. açıp rol yaparken, hepimiz yalan söylüyoruz. Üstelik yalanlarımızı, her zaman “evimize sığınan arkadaşımızı öldürmek için kovalayan gözü dönmüş düşmanı yanıltmak” gibi iyi emellerle de söylemiyoruz. Bazen öyle görünmenin daha hoş karşılanacağını ve bize avantaj sağlayacağını düşündüğümüzden yapıyoruz bunu. Profesör Timur Kuran bu tür yalanı “tercih çarpıtma” olarak tanımlıyor ve şöyle örnekliyor: “Meslek yaşamınızı değiştirebilecek konumdaki birinin sizi, evinde verdiği bir partiye davet ettiğini düşünün. Eve geldiğinizde sohbet konusu, odanın dekorasyonu. Siz beğenmiyorsunuz, ama ev sahibini kırmamak için önce görüşünüzü dile getiriyor sonra kendinizi bir şey söylemek zorunda hissedip, ‘ince zevkine’ övgüler yağdırıyorsunuz.” Ardından politik tartışmada kamplaşma olmasın diye susmalar, partiden ayrılmak isteyen ilk davetli olma görgüsüzlüğüne düşmemek için sıkıntı için de bekleyişler ve bu “muhteşem gece” için teşekkürler. ilişkin sorusu gerçeği söylemeyeceğimiz bir durum olarak gözüküyor, ama kimin neyi bilmeye hakkı olduğu da her seferinde ayrı bir tartışma yaratıyor. Eşlerden birinin diğerini aldatması, herhangi bir çift için söz konusu olduğunda, meraklılara yalan bilgi verilmesi meşru kabul edilebiliyor, ama kamusal alanda karar verici durumda olanlar için bu duruma ilişkin söylenen yalanlar haklı olarak hiç de aynı kabulü görmüyor. Clinton’un Monica Lewinsky konusunda eşine ve Amerikan halkına yalan söylemesi kamusal alandaki başarısı konusunda ipucu verdiğini düşündürebiliyor! Ya da “yerel hizmetlerde en etkin otorite olmayı” misyon edinmiş bir belediye kuruluşunun genel müdürünün, eşine yalan söylüyor olması, “İstanbul halkının yaşamını kolaylaştırmak için seçilen yöntemleri” de yanlış belirlemiş olabileceğini gösteriyor. O nedenle durumu fotoğraf mizansenleriyle açıklamak ve “kimsenin başkalarının özel hayatıyla oynamaya hakkı yok” demek bu durumlar için geçerli olmuyor. DEVLETİN YALANI Bir kandırmacayı güvenilir bulunan bir grup yakın arkadaşla tartışmak ve bunun kabul edilebilir bir kandırmaca olduğunu alenen doğrulatmak, yalanı meşrulaştırabilir mi? Aynı zamanda Pulitzer ödül kurulunda da yer alan felsefe profesörü Sissela Bok “Yalan söylemek: Kamu ve Kişisel Hayatta Ahlaki Tercih” adlı kitabında “Arkadaşlara, meslektaşlara, durum hakkında özel bilgisi olabilecek kişilere danışılarak yapılacak bir kandırmacanın kabul edileBaşbakan Ferenc Gyurcsany’nin yalanları halkı ayaklandırdı... bilirliği insanın kendi taraflı zihninin ötesinde değerlendirilecek ve yapılacak ahlaki tercihe belli bir İnsanların, topluluk önünde ancak açık tercihlerini söyle tarafsızlık kazandıracaktır” diye anlatıyor kişisel yalanın alemesi ve gerçek görüşlerini saklaması en çok totaliter eğilimle nileştirilmesi durumunu. İşte yalan söylemeye dair mazeretlerin yoğun olduğu toplumlarda görülüyor. Prof. Kuran bu du rin kabul edilebilirliğinde, ikinci hali de bunun aleni olarak bilrumu kitabına verdiği ad olan “Yalanla Yaşamak” olarak ni dirildiği ya da kabul edildiği kişisel ya da kamusal durumlar teliyor. Peki kendi tercihlerini, beğenilerini belli bir nezaket oluşturuyor. Örneğin, trafik kanununda bir değişiklik yapılale çarpıtarak sunmanın kime ne zararı olabilir? Üstelik öyle rak, hız kontrolü uygulaması yapılan bölgelerin sürücüye göde olsa bu, kişisel alanda değerlendirilecek bir konu değil mi? rünür şekilde bildirilmesi zorunlu hale getirilmişti. Hız kontProf. Kuran kişisel tercihlerle toplumsal sonuçlar ortaya çık rolü, bölgede, sürücünün geçtiği noktanın az ilerisinde bekletığı görüşünde: “Örtünmeyi seçen kadınların, örtünmemeyi yen sivil görünümlü araçlarla yapılıyor, o halde, yapılan değiseçen kadınları uyumculuğa yöneltmesi gibi, dışa vurulan ter şiklik devletin giriştiği sahteciliği meşru kılıyor. Çünkü sürücihler toplumsal sonuçlar doğurur. İkincisi ise, tercih çarpıt cünün kandırılacağı duyurularak, bu kanunla alenen ilan edilmasının yarattığı toplumsal ortamın, kişilerin gizlemeye çalış miş oluyor. Bu kritere göre, ölümcül hastalara yalan söylenip tıkları tercihleri dönüştürebilmesidir”. İnsan, onay söylenmeyeceği de, hastaları ve hekimleri temsil eden bir kolanmayan görüşlerinden vazgeçtikçe toplum bir ti mite tarafından tartışılabilir ve hangi önlenemez suçların sivil rana dönüşüyor ve kamuoyunun genel görüşüne polislerin alıcı kılığında tuzak kurmasını meşru kılacağı halka ters düşen düşüncelerle birlikte, bu görüşü ortaya sorulabilir. Bu pek çok ülkede görülen bir uygulama üstelik... Ne var ki söylenen yalanın ifşa edildiği grubun tarafsızlığı çıkaran gerçekler de gizleniyor ve halk yalnızca onaylanmış “gerçekler”le baş başa kalıyor. İşte “top her zaman kesin değil. Hastaya yalan söylenmesini savunan bir lu tutuculuk”, yani bulunulan şartları topluca ko grupta hasta temsilcilerinin olmayışında yaşanabileceği gibi, ruma isteği böyle bir durumun sonucu olarak orta kamuya söylenecek yalanda ya da gizlenecek bilgide halkı temsil eden geniş bir grubun bulunmayışı da yalancının taraflı maya çıkıyor Prof. Kuran’a göre. Peki yalanın “tercih çarpıtması” ya da “bilginin zeretlerine sahte bir onay sunuyor yalnızca. Macaristan Başgizlenmesi” de dahil olmak üzere bize sunduğu bin bakanı Gyurcsany, “büyük yalanın” ortaya çıkışından sonra bir yüzünün oluşu, ne zaman yalan söylenebilece neden istifa etmediğini açıklarken, söylediği yalanı hükümetği konusunda ahlaki bir ölçütten yoksun mu bıra teki arkadaşlarıyla ve kendi partisiyle paylaşmış olmanın yakıyor insanı? Neyse ki, çağdaş felsefe, bunu “hayır” nıltıcı iç huzurunu duyuyordu. Görünen o ki, kişisel ya da kamusal alanda, kabul edilebidiye yanıtlıyor. Gerçeği yalnızca onu bilmeye hakkı olanlara söylemek gerekliliği, bu ölçütün ilk par lir ya da edilemez yalanların varlığı hem yalan söyleyen hem çası. Özel hayatımızı bilme hakkı olmayan birisinin de yalan söylenen olarak gerçeklikle ilişkimizi bozmayı sürdükazancımıza, inancımıza ya da cinsel hayatımıza recek. YALANLA YAŞAMAK! Yalan üzerine sahtekârlığın ikinci kısmı da bunları söylememizle, yalanı ve yalancıyı sanki çok ötede olup biten bir sahtekârlıkmış gibi karalarken, kendimizin de birer yalancı olabildiğini tartışma dışında bırakarak başlıyor. Oysa sevdiğimiz bir iş arkadaşını kollarken, sevdiklerimize kendimiz hakkında üzülecekleri bir durumu tahrif ederek aktarırken, işimiz gereği bir suçluyu tuzağa düşürürken ya da gizli kameramızı Clinton’ın Monica’sı sadece bir özel hayat yalanı mıydı?