02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 2 CMYK 2 EDİTÖR’DEN Macaristan Başbakanı Ferenc Gyurcsany dilini tutamayıp ülkenin ekonomisi hakkında halka yalan söylediğini açıklayınca ortalık karıştı. Gecikmiş “dürüstlük”ü bağışlamadı Macarlar, zaten bildikleri bir yalanın “itiraf” edilmiş halini isyanla cezalandırmaya kalkıştılar. Yıllar önce bir başka lider, Pinochet de bir ifşaatta bulunmuş, Şili’yi siyah gözlüklerinin arkasından idare ettiğini söylemişti. Faşizminin şiddetiyle halk arasına siyah gözlükleriyle bir paravan çekmişti, ama Şilililer bu yalanın farkındaydılar, bu yüzden peşini hiç bırakmamış, yargılanması için uluslararası hukuku da devreye sokmuşlardı... Sonunda kazanan Şilililer kadar, darbeyle başı dertte olan ülkeler oldu, darbecilerle baş edilebilinirdi... Türkiye’de gecikmiş ithalat yüzünden olmalı, siyah gözlüklü siyasete de geç geçildi. Halka siyah gözlüklerinin arkasından bakan ilk liderler, Celal Bayar, Adnan Menderes oldu, sonra da o gözlükler hiç çıkmadı, çıkarılamadı. Darbeciler yargılanamadı, darbe hukukundan kurtulunamadı. Ortalık yine onlara ve “iyi çocuklar”ına kaldı, yani cinayetlere ve şiddete... Peki bu gerçek, en büyük yalanın “demokrasi” olduğu ülkede diğer bütün yalanları meşrulaştırmıyor mu? İktidarlara karşı kendini yalanla korumak meşru müdafaa sayılamaz mı? Kadınlar, çocuklar ve azınlıkta olanlar... Gerçeğin bazen ölümlerine bile yol açtığı bu gruptakilerin yalanları hayatta kalmanın küçük, basit, hatta masum manevraları olarak görülemez mi? Evde anne ve babasına, okulda öğretmenlerine yalan söyleyen çocuk bunu şiddetten korunmak için yapar çoğu kez, bazen de çocukluk hayallerini, gücü sadece kendilerine yeten yetişkinlerin “gerçek” saplantılarından korumak için. Kadınlar erkeğin “ahlak”ından yalanla korurlar kendilerini. Suçun da cezanın da ölçüsü olan bedenlerini yalanla hayatta tutarlar. Kızlık zarı diktirmek erkeğin öldürücü ahlakına, kadının yalanla diklenmesidir. Yoksul en büyük yalanını kendine söyler çoğu kez, yoksulluğunun üzerini örtmek için, ta ki “hayır” diyebilme gücünü elinde tutana dek. Azınlıklar “karanlık” çoğunluğun karşısında sessizlikleriyle “yalan” kurarlar bazen, bazen de çoğunluğun yalanını onaylayarak saklarlar kendilerini. Kendimize söylediğimiz yalanlar, iktidarın bize söylediği yalanların bir yansımasıdır, bu yüzden “beyaz”dırlar ve en çok iktidarın ayakta kalmasına yararlar... Öyleyse yalansız bir dünya dilemektir, en büyük yalan... İyi haftalar. Berat Günçıkan [email protected] 24 EYLÜL 2006 / SAYI 1070 İşgal et, diren ve üret Metin Yeğin, “dünyanın öbür ucunda” gibi gözüken ama aslında bize “sofralarımız kadar yakın” bir direniş öyküsünü, Latin Amerika’da özelleştirmeler sonucunda iflasa sürüklenen fabrikaları işgal edip üretimi sürdüren işçilerin “hayatta kalabilme” öykülerini, “Patronsuzlar” adlı kitabıyla Türkiye’ye taşıdı. Latin Amerika’daki “neoliberal travmaya” karşı “yaşamını” savunan ve “yıkımdan” doğan halk hareketleri, Latin Amerika’dan anlatılan pembe, masalımsı öyküler falan değil. “Patronsuzlar”, bizim başımıza da gelen ve gelecek olanlara karşı da bir direnebilme örneği... Yağmur Değirmencioğlu ünyanın öteki ucunda, bize Tüpraş kadar, Petkim kadar, Seydişehir alüminyum kadar yakın fabrikaların işçileri, IMF politikalarına ve neoliberal uygulamalara karşı “işgalle” direniyorlar. Daha önce Brezilya’daki “Topraksız Tarım İşçileri”yle (MST) aylarca yürüyüp hareketin belgeselini çeken yazar ve yönetmen Metin Yeğin, bu kez Güney Amerika’da dünyanın en geniş “işçilerin denetimindeki işgal fabrikaları” araştırmasını yaptı. Yeğin, bu işçilerin direnme öykülerini, “Patronsuzlar” adlı kitabında Brezilya, Uruguay ve Arjantin’i içeren ve Dilek Çolak’la çektiği dört filmle birlikte anlatıyor. Latin Amerika’da IMF programlarının ve neoliberal uygulamaların yarattığı travma süreci nasıl yaşandı? 90’lı yılları başlarında Arjantin IMF’nin programlarını “çok iyi uyguladı” diye “mucize ülke” olarak anılıyordu. Ancak IMF’nin kurallarının tümünü uyguladıktan sonra büyük bir yıkım başladı. Neoliberal uygulamalar bir domino taşı gibi etkisini gösteriyor. Mesela IMF bize para veriyor, sonra diyor ki yedi yıl içinde ben bunu geri alacağım, ama her şeyi özelleştirip kamusal üretimi durdurman koşuluyla. Sen bu parayı bana nasıl geri ödeyeceksin o zaman? Ödeyemeyeceksin ki. Latin Amerika’da bu “domino taşı etkisi”ne bir örnek verebilir misiniz? Mesela Kuzey Arjantin’de 20 bin kişinin yaşadığı Mosconi diye bir kent var ve burada petrol ve doğalgaz tesisleri bulunuyor. Burası işçilerin iyi maaşlar aldığı bir kentti. Öyle ki işçi kulüplerinde tenis kortları, yüzme havuzu bile var. Özelleştirmeden sonra ise bir gecede kentin yüzde 80’den fazlası işini kaybediyor, dolayısıyla kentin bakkalları, sineması, üniversitesi, kilisesi kapanıyor. Çünkü zaten o kentin ayakta durmasının sebebi oradaki işçilere verilen para. Mosconililer de işsiz kaldıkları için fabrikayı işgal edemiyorlar ama barikatlar kurup yolları kesiyorlar, Piqeteros (Barikatçılar) hareketinin ilk ortaya çıktığı yer burası zaten. Yolları kesip kente gelen hammadde ile kentten çıkan mamul maddeyi durduruyorlar ve hükümetten bu şekilde kente okul, sağlık ocağı yapılması, kendilerine iş alanları yaratılması gibi haklar talep ediyorlar. “İşgal fabrikaları” nasıl ortaya çıktı? Bu çöküşün ardından işçiler diyor ki “Bu ekonomik krizin nedeni biz değiliz, bu ülkeyi biz yönetmiyorduk, bu fabrikayı da biz yönetmiyorduk, ama gelip bu fabrika iflas ettiği için makineler haczedildiğinde benim karımın, çocuğumun çoluğumun ekmeğini alıyorlar.” Bu yüzden işçiler iflasın ardından fabrikaları işgal edip barikatlar kuruyorlar ve makineleri vermiyorlar, orada direniyorlar ve aynı zamanda üretime de de D Fotoğraf: VEDAT ARIK olan uygulamaların hepsi Arjantin’de yapıldı. Eğer siz “Bana bir şey olmaz, benim emekli maaşım var, ben bu işten yırtarım” derseniz yanılıyorsunuz. Şu anda Arjantin’de emekli maaşları aylık bir dolara tekabül etti. “Benim bankada 20 bin dolarım var” diyorsanız yine yanılıyorsunuz çünkü krizden sonra Arjantin’de kimse bankadaki parasını çekemedi, ayda en fazla 50 dolar çekebildi. Bunların hiçbiri kehanet falan değil, orada yaptıklarını şimdi burada yapıyorlar ve burada da aynı sonuçlar ortaya çıkacak. Arjantin’den bir de şöyle bir farkı var tabii: Arjantin’de neoliberal uygulamalar endüstriyel alanda sürüyordu ama tarıma dokunulmuyordu, bizde bir de tarımı tesfiye ediyorlar üstüne üstlük. Tarımdan ekmek yiyen 20 milyon kişi var bu ülkede ama sen endüstriyel tarım tekeline teslim oluyorsun. Sonra da diyorsun ki “Kapkaç nasıl bu kadar arttı, gasp, hırsızlık nasıl arttı?” Venezüella’da da aynı böyle oldu halbuki, artık sadece 1., 2. katta değil, 5.,15., 35. katta da parmaklık var orada. Yani neoliberalizm, böylesine suçun iç içe geçtiği, özelleştirmenin her şeyi talan ettiği bütün bir travmadır. Benim anlattığım “Patronsuzlar” ve “Topraksızlar”, Latin Amerika’dan anlatılan pembe, masalımsı öyküler falan da değil. Bizim başımıza gelen ve gelecek olanlara karşı bir direnebilme örneği. Güney Amerika nasıl bir kıta, bu isyanlar neden dünyanın başka bir yerinde olmuyor da Latin Amerika’da oluyor? Neoliberalizm bir travmadır ve her travma kendi içinde yeni yaratıcılığını taşır. Neoliberalizm bir yandan sizi işsiz bırakır, bir yandan tarımı bitirir, tohumların patentini alır, yani siz evinizde bile maydanoz yetiştiremez hale gelirsiniz. Böyle bir yıkıma karşı Latin Amerika kendi tarihinden de kaynaklı yeni bir karşı direniş örgütledi. Yani “güzel günler üyopyası” için değil bu direniş, bu direniş insanların yaşamını sürdürebilmesi için gerekli bir şey. İnsanlar travmanın içinden yeni bir dünya yarattılar ve dediler ki “her zaman hayat bizim teorilerimizden daha yaratıcıdır”. Latin Amerika’da esas olan toplumsal hareketler, buradan görünen sol iktidarlar değil, Chavez’i bir tarafa bırakın, bütün siyasi iktidarlar neoliberal politikaları sol eliyle sürdürme taraftarı ama onların solda durmasının nedeni de toplumsal hareketler. Uruguay’da 165 yıl sonra ilk defa sol iktidara geldi, çünkü kullandıkları su da satılınca artık insanlar isyan etti ve sol iktidara geldi. Türkiye’de de aynı şeyler yaşanacak mı? Kesinlikle yaşanacak, tamamen aynı süreçten geçiyoruz, ama şu an biraz lale dönemi yaşanıyor, hâlâ Tüpraş’ın, Petkim’in, Seydişehir alüminyumun parasını yiyoruz, bundan sonra sıra başka madenlere, sonra da kullandığımız suya gelecek. Yabancılara toprak satışı falan bunların yanında devede kulak. Sonra hangi parayla geçineceğiz biz? Arjantin’de özel okullar, klinikler, hepsi iflas etti. Biz de iki yıl içerisinde Arjantin’deki süreci yaşayacağız. Buna karşın bence egemenlerin tek bir çıkışı var, bizi mutlaka Ortadoğu’nun paralı askeri haline getirecekler. Ancak bu şekilde kendi ekonomisini sürdürebilecek Türkiye. Biz buna karşı direnmek zorundayız.çünkü direnmezsek neoliberalizm bir yandan işsiz bırakıp öbür yandan sağlığı, eğitimi paralı kılıyor, sen gidip “Ben köye çekileyim de üç kilo domates yetiştireyim” bile diyemiyorsun çünkü onun patentini satın alıyor. Yani burada da işgal fabrikaları yaratmalıyız, şehirdeki en ufak toprak parçasını ekmeliyiz, üretmeliyiz, sadece yoksullar, aydınlar falan da değil, patronlar da bunu yapmak zorunda çünkü uluslararası sermayenin karşısında onlar da kaybediyorlar. Ya hep beraber karşı çıkacağız, güzel günler göreceğiz, ya da hep beraber cehennemin dibine gideceğiz. Cumhuriyet DERGİ* İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Güray Öz Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212)343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Koordinatör: Neşe Yazıcı Reklam Müdürü: Dilşat Özkaya Rezervasyon: Mete Çolakoğlu / Mustafa Doğan (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ 29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna/ İstanbul (0212) 454 30 00 *Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. [email protected] Arjantin ödeyemedi, hâlâ da ödeyemiyor. Sen bir yandan bana para veriyorsun, bir yandan da Tüpraş’ın, Petkim’in, elektriğin, suyun satılmasını istiyorsun, üretimi durduruyorsun, ben sana nasıl geri ödeyeceğim bunu? Dünyada 500 ailenin sahip olduğu uluslararası tekeller, her şeyi ellerine geçiriyor. Bugün Latin Amerika’da bana neoliberalizmi, özelleşirmeyi savunan bir kişi bile gösteremezsin, hatta orada bana “Allah Allah, hâlâ dünyada özelleştirmeyi savunanlar var mı” diyordu insanlar. Çünkü özelleştirme dünyada ilk olarak Latin Amerika’da başladı, Thatcher’dan ve Reagan’dan önce Pinochet cuntasıyla birlikte Şili’de özelleştirme başladı. Latin Amerika da özelleştirmenin bir laboratuvarı durumuna dönüştü. Özelleştirmelerin ne gibi sonuçları yaşandı? Mesela bizim Petkim gibi bir fabrikayı özelleştirdiğiniz zaman iki yıl gibi bir süre içinde oradan çıkan hammaddenin fiyatı yedi kat oranında artmaya başlıyor. Hammade pahalanınca da önce o maddeyi kullanarak üretim yapan 80100 kişilik atölyeler, daha sonra 10002000 kişilik büyük fabrikalar iflas ediyor. Sadece o hammaddeyi üreten uluslararası tekelin yan fabrikaları satış yapabiliyor. Örneğin Petkim’i satın almış bir tekelin yan plastik leğen fabrikası ayakta kalabiliyor, mahalle arasındaki ufacık leğen fabrikası kalamıyor, büyük 1000 kişilik fabrika bile kalamıyor, işçiler gidip başka yerde de işe giremiyorlar çünkü bir iki yerde değil, bir bütün olarak her yerde çökme var, bütün boyutlarıyla birlikte bir ülke çöküyor. Bizim bundan iki yıl sonra yaşayacağımız da böyle bir süreç. vam ediyorlar. İlk başta kimse bunlara güvenmiyor tabii, senet imzalamıyorlar, hammadde vermiyorlar, ama işçiler bu fabrikalarda herkesin her karara katıldığı yepyeni bir üretim tarzı uyguluyorlar. Sloganları zaten “işgal et, diren ve üret.” Bir de ayakta kalabilmek için kendi meşruiyetlerini herkese anlatıyorlar, mesela mahalle bakkalına diyorlar ki “Eğer bu fabrika olmazsa bu bakkal dükkânı da olmaz.” Bir süre sonra piyasa da bunlara güvenmeye başlıyor. HİÇ KİMSE KURTULAMAZ, SEN DE... Bu şekilde kaç fabrika var? Brezilya’da işgal fabrikasında çalışan 9 bin işçi var, Uruguay’da 80 işgal fabrikası var, Arjantin’de ise işçilerin işgal edip işlettiği 300 işletme var, bunlar sadece fabrika değil, okul, otel, klinik, yani olabilecek her şey. Ben bu filmleri çekerken oradaki işgal fabrikalarından birinde 26 yaşındaki işçi bir kıza sorduğum bir soru var: “Patronsuz çalışmak mümkün mü?” Aldığım yanıt şu oldu: “Ben hayatım boyunca hep işgal fabrikalarında çalıştım, bence patronlu çalışmak mümkün değil!” Türkiye ile Arjantin arasındaki benzerlikler nelerdir? Her şey çok benziyor. Türkiye’deki gibi Arjantin’de de IMF özelleştirmenin programa çok uyduğunu söylemiş. Türkiye’de
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle