Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
23 TEMMUZ 2006 / SAYI 1061 EDİTÖR’DEN anırım bizler, ellili yılların son çeyreğinde doğanlar, savaş görmemiş son kuşaktık... Dünyada olup bitene göz kapatmasak da sıcak savaş hep sınırların ötesindeydi. O savaşlar üzerinden yapılan politik değerlendirmelerle ülkeleri, halkları, kapitalizmi, emperyalizmi tanımlamaya çalışırdık. Üzerimize yöneltilmiş şiddetin de savaşa benzer yönleri vardı, ama “cephe”den çok “saf”larla açıklanabilirdi durduğumuz yer... Aslında anne ve babalarımız da savaş görmemişti, ama sıcak ve yakın “tehdit” ile “karneli” İkinci Dünya Savaşı yılları bir cephenin içinden geçmişçesine kırılgan ve dokunaklı kılıyordu onları. Karartma uygulamasından çok, karneyle aldıkları ekmeğin ve şekerin sızısını ileriki yılların “bolluğu” giderememişti. Anne ve babalarından dinledikleri Birinci Dünya Savaşı’nın “yokluk” öykülerine, kendilerinin “bulanık” öykülerini ekleyip aktarmışlardı, ama açıkçası anlattıklarının bir romandan alıntılanmış birkaç sayfa kadar bile hükmü yoktu... Bugün yetmişlerinde, anılarını hızla alzheimerin derin boşluğuna bırakıp, belleğini çocukluğuna teslim eden bir tanıdığım, uzaktan geçen bir savaşın bile bilinçaltını nasıl deştiğini kanıtlıyor. Yetişkinliği döneminde değil tatlı, şeker bile yemeyen, çocukluğunu “çok yoksulduk” diye geçiştiren bu kadının şimdi tek bir isteği var, Hacıbekir’den pembe ya da beyaz akide şekeri. Üzeri açılan yoksulluğun altında ise karneyle ekmek kuyrukları, kuru üzümle içilen çaylar, tütün bulamayan babanın hışmı var... O yıllarda yoksulluğa, yoksunluğa ve savaşın tehdidine dayanamayıp intihar eden var mı, bilmiyorum... “İntihar”ı yasaklayan İslam, deliliğin eşiğinde bırakmış olmalı pek çok insanı. Özgen Acar’ın yazısı aynı yılları anlatıyor; Samuray soyundan gelen Japon diplomat Şinçi Çiba’nın Japonya, savaş suçlusu ülke ilan edilince Ankara’da karısını öldürüp, harakiri yapmasını... Torun Çiba, bu yılın başında dedesinin ve babaannesinin öldüğü evin sokağına “saki” serpiştirmiş, büyük ihtimal anımsadığı ve sahip çıktığı geçmiş eksik kalmış aile albümünden daha fazlası... Milyonlarca insanı yok eden savaş... Filistin, Lübnan, Irak... Binlerce insanı öldüren, yaralayan, sakat bırakan savaş, yüz binlercesini yollara düşürüyor... Geçmişteki iki büyük savaşta da, iç savaşlarda da, bugünkü işgallerde de nedenler ve suçlular aynı. Artık “cephe”ler değil, her yer barut kokuyor ve ne olursa olsun bu koku insanın üzerinden çıkmıyor! İyi haftalar... Berat Günçıkan bguncikan@yahoo.com Kulaktan kulağa yayılan “şehir efsaneleri” eğlendirmekten çok dudak uçuklatıyor... Maillere bile sıkıştırılan bir efsane de organ mafyasının akıl almaz yöntemleri... Hiçbiri kanıtlanmasa da korku yayılıyor, herkes diğerine kuşkuyla bakıyor... Aynı asansöre binilen yabancılar, taksi şoförleri, pazarlamacılar artık birer şüpheli... Kaçırabilir, böbrek ya da kornea çalabilirler... Bu efsanelerin zararı herkese ve tabii organ nakli için bekleyenlere... Volkan Aran S “Şehir efsaneleri”ne inanmak ya da inanmamak... Desen: Zeynep Özatalay vrupa’da 1990 yılı yazında hızla yayılan bir söylentiye göre yurtdışına iş ya da turistik amaçlı çıkan Avrupalıların bir kısmı organ mafyasının eline düşüyor ve baygın düşürüldüğü otel odasında uyandığında bir böbreğinin çalınmış olduğunu fark ediyordu. Söylentilere konu olan haberlerden ilki aynı yılın eylül ayında Almanya’da, Bild der Frau gazetesinde yayımlanmış ve İstanbul’da tatilini geçiren evli bir çiftin resmi yayımlanarak, erkeğin böbreğinin çalınmış olduğu duyurulmuştu. Olay önce İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce, ardından Alman Konsolosluğu’nca yalanlandı ve 9 Ekim 1990 günü Milliyet gazetesinde bu olayın hiç gerçekleşmediği tüm kaynaklarca doğrulanarak verildi. Ancak bu yalanlamalar, söylentilerin artmasını engelleyemedi. Örneğin Alman Kan Bağışçıları Derneği, yurtdışına giderken vatandaşlarının kan grubu bilgisini yanında taşımamasını, böylelikle organ mafyasının eline düştüklerinde işlerini zorlaştırmış olacaklarını iddia etti. Oysa bu tür bir olayı yaşayan ne bir mağdur, ne de bir tanık bulunabilmişti. Dahası uluslararası yasal sınırlamalar, organ naklinin gerektirdiği tam donanımlı hastane, uzman cerrahlar ve sınırlı saatte nakil gerekliliği gibi nedenlerden ötürü bu hiç de mümkün değildi. Aradan on beş yıllık bir zaman geçmiş olsa da kurmaca efsaneler etkisini hiç yitirmedi. Üstelik çoğunlukla elektronik postalarla beslenen bu söylentilerin inandırıcılığı gerçek olaylardan alıntılarla süslenerek daha da arttı. Bugün elektronik posta kullanıcılarının neredeyse tamamı kanser yapan deodorant ya da şampuanlar, büyük alışveriş yerlerine ait otoparklarda ucuz parfüm satma bahanesiyle bayıltıcı gaz koklatan satıcılar ve üst kattaki komşunun doğum günü partisine çağrılıp organları çalınan küçük çocuk haberleriyle dolu mesajlar alıyor. Üstelik bunları araştıracak ya da yalan olduğunu doğrulatacak vakti olmayan “modern” insan; görev bilincinin getirdiği zorunlulukla bu uyarıları ailesine ya da yakın arkadaşlarına ilettiğinde, belki de terörün kendisi kadar korku yarattığının farkında değil. Uzmanlar gereksiz veri transferi ve bunları okumak ya da silmek için ayrılan süre hesaba katıldığında milyonlarca dolarlık bir maliyet ortaya çıktığını hesaplıyorlar. Oysa hasarın görünmeyen tarafında her parfüm satıcısının suçlu, her araç parfümü kullanan taksi şoförünün gaspçı olduğundan şüphelenen insanlar var. “Büyük marketlerin ya da bankaların otoparklarında kendilerinin havaalanında veya gümrükte çalıştığını, acil paraya ihtiyacı olduğu için gümrükten aldığı parfümleri yarı fiyatına satacağını söyleyen iyi giyimli erkekbayan tipler var, bunlar parfümü koklamanız konusunda da ısrarcı davranıyorlar, bunlardan uzak durun, parfümü kullanmayın, size sıkmalarına izin vermeyin. Zira bunlar insanları sıktıkları parfümle uyuşturup bayıltıyor ve soyuyor. Dikkat edin ve bu konuda ailenizi ve arkadaşlarınızı uyarın lütfen..... A Cumhuriyet DERGİ* İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Güray Öz Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212)343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Koordinatör: Neşe Yazıcı Reklam Müdürü: Dilşat Özkaya Rezervasyon: Mete Çolakoğlu / Mustafa Doğan (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ 29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna/ İstanbul (0212) 454 30 00 *Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet.com.tr Not: Bu tür satış yaptığını söyleyenlere ben de ... otoparkında rastladım. Kötü niyetlerini sezip hemen uzaklaştım. Yani bu olay gerçek, internette dolaşan hayali bir olay değil, dikkate almakta fayda var. Sibel” Yaşadığı bir deneyimle, elektronik postasındaki kurguyu bir araya getiren yalnızca Sibel değil. Aslında hepimiz bir uyarı anında deneyimlerimize başvurup yanlış yargılara varabiliyoruz. Gerçekte olan bitense doğrudan pazarlamanın yeni yöntemleri olarak tüketicilerin yoğun olarak bulundukları mekânlara gitmeleri teşvik edilen satış temsilcilerinin generik ürünleri orijinal ya da gümrüksüz alandan alınmış mal olarak sunmaları. Bu hileli satış sonucu ürün alanlar arasında bayılan bir kişiye ne polis kayıtlarında rastlanmış, ne de ilk elden iddialarda. Dahası, uzmanlar bir nefes çekişte insanı bayıltan bir gazın bulunmadığını söylüyor. Benzer bir şehir efsanesinin yarattığı korkuyla hareket eden bir diğer kişi de Sungu Ç. idi. İki yıl önce aldığı elektronik posta mesajında, bir takside şoförün sıktığı “bayıltıcı gazdan” etkilenip kendini kaybetmek üzereyken araçtan kendini dışarı atan ve kaldırımda bayılıveren bir genç kızın hikâyesi anlatılıyordu. Mekân ve zaman çok belirli değildi ama olayın İstanbul’da gerçekleştiği ve herkesin dikkat etmesi gerektiğini söylüyordu mesajı atan kişi. Birkaç hafta sonra bindiği taksiyi bankamatikten para çekmek amacıyla Koşuyolu’nda durdurmuş ve geri döndüğünde taksi şoförünün araç içine bir tür parfüm sıktığını hissetmişti. Okuduğu mesajın etkisiyle şoförden şüphelenen ve kendisini araçtan dışarı atmaya çalışan Sungu Ç. araç hareket ettiği için yaralanmıştı. Ancak olayın basına yansıdığını gören taksi şoförü ortaya çıkıp yolcusuyla yüzleşmek istediğinde şikâyet geri alınmış ve olayın bir yanlış anlama olduğu anlaşılmıştı. ASILSIZ İDDİALAR... Söylentileri ciddiye alan ve kurmaca efsanelerin etkisinde kalan yalnızca halktan kişiler değildi. 1991 yılının Mayıs ayında Türk hükümeti, organ kaçakçılığı için çocukların yurtdışına kaçırıldığı söylentilerinin de etkisiyle yabancıların kimsesiz çocukları evlat edinmesini askıya alacağını açıkladığında pek çok uluslararası çocuk edindirme kuruluşunun tepkisiyle karşılaştı. Bunun dışında pek çok gazeteci ve televizyon yapımcısı da bu söylentileri ciddiye aldı. BritishCanadian Televizyonu yapımı olan ve 20 ülkede yayımlanan “The Body Parts Business” (Vücut Organları Ticareti) adlı belgeselde Arjantinli Pedro Reggi, bir sinir hastalıkları hastanesinde yatarken gözünün korneasının ameliyatla alınmış olduğunu iddia etti. Ancak programın İngiltere’de yayımlanmasından dört gün sonra tıbbi kayıtlar ve üvey kardeşinin söyledikleri Reggi’nin iddialarını geçersiz kıldı: Pedro Reggi küçükken geçirdiği bir enfeksiyon nedeniyle gözlerini kaybetmişti. Aynı durum belgeselde yer alan ve organlarını çalacaklarını söyleyen insanlarca kaçırıldığını iddia eden sekiz yaşındaki Honduraslı Charlie Alvarado ve Fransız televizyonunda yayımlanan Organ Hırsızları programında 10 yaşındaki bir çocuğun annesinin söyledikleri için de geçerliydi. Televizyona, belgesellere ve gazetelere üçüncü kişilerin ağzından yansıyan hiçbir iddia bugüne kadar doğru çıkmamıştı. Yine de çocukların seks köleliği ve bebeklerin de kanunsuz evlatlık verilme amacıyla kaçırılabildiği düşünüldüğünde arz ve talebinde bu kadar dengesizlik yaşanan bir alanda da suiistimal olma olasılığı pek çok gazeteciyi cezbetmeye devam etti. Türk gazetelerinde de “organ nakli çeteleri tarafından kaçırılan sokak çocuklarının karaciğerlerinin ve böbreklerinin gasp edildiği” bir gerçek olarak dile getirildi. Oysa tek bilinen gerçek şuydu: az gelişmiş ülkelerin fakir halkı arasında para karşılığında canlı organ bağışlayacak kişiler vardı ve bu kişiler organ bağışı için sırada bekleyen insanlarla eşleştirilebildiğinde, nakli yapmayı kabul edecek hastane ve cerrah bulunduğu takdirde yasadışı yoldan para kazanmak mümkündü. Şüphesiz bunu yapanlar vardı, ama efsanede geçtiği şekliyle karanlık camlı karavan araçlarıyla köy köy dolaşıp çocukları kaçıranlarına rastlanmamıştı. Efsanelerin yol açtığı zarar yalnızca zaman kaybı ve yaygın korku hali de değil. Çoğunlukla insanların hayatlarını da tehlikeye atıyor. Gerçekteki mağdurlar ise şehir efsanelerindeki mağdurlardan farklı. Bugün Türkiye’de yanlış bilgilendirme ve gereksiz korkular nedeniyle organ bağışı yapanlar azalıyor, bu nedenle pek çok kişi hayatını kaybediyor. Söylentilerin yarattığı suçlu prototipine uyan mağdurlar ise ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Organ mafyasının çocukları kaçırdığı söylentilerin yarattığı panik sırasında bir seyyar tıbbi cihaz satıcısı “organ mafyası” olduğu şüphesiyle geçen aylarda Dikili’de olduğu gibi linç edilmek istenebiliyor ya da otoparkta müşteri arayan bir satıcı “mağdurların” öfkesiyle karşılaşabiliyor. Gerçek mağdurlarla, sahtelerinin; gerçek suçlarla, efsanelerin bir arada olduğu bir ortamda gerçeği ve sahteyi ayırt etmek için bazı seçeneklerimiz de var. Uluslararası kurmaca şehir efsanelerinin listesi http://urbanlegends.about.com benzeri sitelerde yayımlanıyor ve gerçek uyarılar emniyet müdürlüklerince ya da valiliklerce yapılıyor. Ancak insan beyninin görünmeyen suçlara duyduğu ilgiyi önlemenin bir yolu yok. Seks köleliği için insan kaçırma, gözaltında kayıplar ya da ölümler, kapkaç olayları, töre cinayetleri gibi gerçek olan suçlar etrafımızda olup biterken insanların en çok görünmeyen suçlardan ve düşmanlardan korkması, belki de görünenler karşısındaki sorumluluğundan kaçmak istemelerinden. Sonuçta insan üstü organ avcılarının olduğu bir dünyada elimizden ne gelir ki? Elektronik postanın üzerine gelip, ilet okunu tıklamaktan başka... CUMHURİYET 03 CMYK