Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 7 MAYIS 2006 / SAYI 1050 Davet beklemeyin, gidin! Ahmet Polat’ın sergisinin adı “Sadece Davetliler”. Fotoğrafları pek de bilmediğimiz, o muğlak sosyete dünyasını anlatıyor. Onu sosyeteyi anlamak için kimse davet etmemiş, ama o “Merak, beni duvarları yıkmaya itiyor” diyor. Hayatla ilişkisi de böyle. Köklerini bulmak için Hollanda’dan buraya gelmiş. Şimdi New York’a “En İyi Genç Fotoğrafçı” ödülünü almaya gidiyor. Sonrası yine yolculuk... nu tıpkı Fatih Akın gibi, birdenbire, “fotoğrafın Oscar’ını alan genç Türk” olarak tanıdık. 28 yaşında, Hollanda’da doğup büyümüş “meraklı” bir fotoğrafçıydı Ahmet Polat. Köklerinin peşine düşüp yedi yıl önce Türkiye’ye gelerek iki kültür arasında önce kendi yerini aradı. Bulduklarıyla biriktirdiklerini kafasını karıştıran sorularla beraber ortak projelere dönüştürdü. Ortaya “Gurbetçi”, “Depremi Düşünmek” gibi çalışmaları çıktı. İstanbul’a yerleşti, Bilgi Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. İstanbul Modern’in fotoğraf bölümü editörü Engin Özendes onun fotoğraflarından oluşan bir seçkiyi dünyanın önemli fotoğraf kurumlarından International Center of Photography’ye gönderdi ve... Ahmet Polat ödülünü almak için 13 Mayıs’ta New York’a gidecek, sonra da merak ettiği pek çok kentin, insanın peşine düşecek. “Çünkü” diyor, “merak, sınırları zorlamayı, reddetmeyi de beraberinde getiriyor”. Galeri xist’te açtığı sergisi de önyargılı davranıldığını ve kim olduklarını pek de bilmediğimizi düşündüğü sosyeteyi ele alıyor. Ahmet Polat’la “Sadece Davetliler” başlığını taşıyan sergisini, ödülü, fotoğrafı ve heyecanlarını konuştuk. O Özlem Altunok Sizi, öncelikle International Center of Photography’nin (ICP) “En İyi Genç Fotoğrafçı” ödülünü alan ilk Türk fotoğrafçı olarak tanıdık. Nedir bu ödülün önemi? Henüz rüyada gibiyim. Herhalde 13 Mayıs’ta New York’taki törende ödülü aldığımda gerçek olduğuna inanacağım. Ödül önemli, çünkü dünyaya açılma, pek çok yerle bağlantı kurma şansını getiriyor. Aynı zamanda ciddi bir sorumluluk da yüklüyor. Yaptığım işler izleniyor, takip ediliyor, bu da insanı daha iyi işler yapmaya, daha çok çalışmaya zorluyor. Ödül, Hollanda’da da ilgi çekti mi? Evet. Mesela mezun olduğum ilkokuldan, orada bir konuşma yapmam için aradılar. Çünkü kayıp, ne yapacağını bilmeyen yeni kuşak için, ayrıca oradaki ikinci, üçüncü kuşak Türkler için iyi bir örnek oldum. Orada ya da burada yetişmem bence bir şeyi değiştirmiyor, ben fotoğrafçıyım. Kendimi bir kimlikle sınırlandırmam mümkün değil, çünkü burada da, orada da farklıyım. Yaptığım, iki kültürden parçaları alıp kendimde birleştirmek oldu. Bu serginiz de “Gurbetçi”, “Değişim Yönünde” sergileri gibi, iki kültürü karşılaştırarak yaptığınız işlere benziyor. Neden “sosyete” kavramı? “Değişim Yönünde”de Lahey ve Balat’ta yeniden yapılandırılmaya çalışılan bölgeleri ele almıştım. “Gurbetçi”de de Hollanda’da yaşayan Türklerin sorunlarını anlatmıştım. Bir yılı aşkın zamandır burada yaşıyorum ve televizyonda sürekli sosyetenin hayatını ele alan magazin programlarıyla ya da gazetelerde bu tür haberlerle karşılaşıyorum. Türkiye için sosyete nedense çok önemli ya da öyle gösteriliyor. Oysa Hollanda’da, daha düz, diğerleriyle arasında pek de mesafe olmayan, gösterişsiz bir sınıf. Bir de geçen ağustosta evime hırsız girdi, bütün eşyalar, kameralarım çalındı. Kaybettiklerimi yeniden kazanmak için moda dergilerinde çalıştım ve zenginlere bir çeşit önyargıyla bakıldığını gözlemledim. Ben bunu kabul etmedim ve projeyi hayata geçirmeye karar verdim. Fotoğraflara bakınca pek çok partiye, kokteyle katıldığınız anlaşılıyor. Nasıl çalıştınız, neler gözlemlediniz? Önce sanatsever zenginlerle tanıştım, sonra yavaş yavaş arkası geldi. Parti, kokteyl, ev toplantıları derken onlar da beni tanımaya ve güvenmeye başladılar. Bir de burada sadece sosyete değil, onların şoförleri, garsonları, yardımcıları da var. Çünkü bu insanlar olmazsa, onlar da olamaz. Yıllarını beraber geçirmişler, aralarında bir saygı ve vefa ilişkisi var. Bunları da göstermeye çalıştım. Sosyete büyük bir aile gibi, birbirlerine bağlılar, iyisiyle kötüsüyle bir arada yaşıyorlar. Yine de içlerinde farklı gruplar, bir tür hiyerarşi var. Gerçek sosyete ve yan sosyete gibi tanımlayabilirim bu durumu. Gerçek sosyete kendini pek de göstermeyen, işinde gücünde, çalışan insanlardan oluşuyor, ama bir bütün olarak bize gösterilen sadece gösterişli tarafları. Sizce neden? Her şeyin eğlenceden ibaret olduğu sanılsın isteniyor. Bunu da abartarak, mesela televizyonda aynı kareyi tekrar tekrar göstererek yapıyorlar. Türkiye yeni gelişen bir ülke, yoksulluk yaygın. Dolayısıyla zenginliğin ne olduğu da merak ediliyor. Televizyon ve basın dünyası bu ilgiyi fark ediyor ve kullanıyor. Bu, ulaşılması gereken bir rüya âlemiymiş gibi yansıtılıyor. İZOLE YAŞAMLAR... Kendi adınıza neler kaldı bu projeden size? Kendime yeni bir alan açmış oldum. Bir de teknik açıdan bir yenilik yaptım. Şimdiye kadar siyahbeyaz fotoğraf çekiyordum, herkes neden renkliyi denemiyorsun diye soruyordu. Elbette bilmediğimden değildi, ama ne zaman çekeceğim ve konu çok önemliydi. Bu sergiyle hem renk hem de malzemeyi iyi kullandığımı düşünüyorum. Fotoğraflarda sosyeteye dair alışılagelen şatafat yok. Bir yandan gelişigüzel çekilmişler hissini uyandırıyor, bir yandan da hareketli bir ilişki zinciri var... Bu, benim bakışım, abartmadan, olanı göstermeye çalışıyorum. Bir köy, deprem bölgesi ya da partide de insanlara bakıyorum. İnsanlar ne yapıyor, birbirleriyle nasıl ilişki kuruyor... İnsanları anlamak için onların yaşadıkları halin içine girmek, o gerçekliğe bakmak gerekir. Nedense, diğerine “Ben onlar gibi değilim” diye bakılıyor. Ben izolasyonu, kurulan duvarları yıkmak istiyorum. Bunun altında belki biraz da Hollanda’da gördüklerim yatıyor, çünkü orada herkes daha izole yaşıyor. Siz nasıl bunun dışında kalabildiniz? Kabul etmemek önemli bir güç. Bana bir sınır koyulduğu zaman onu kabul etmiyor, o sınırı geçmeye çalışıyorum. O duvarları kırdıkça da bir şeyler öğreniyorum. Bütün bunları fotoğraf aracılığıyla yapıyorsunuz. Fotoğraf nasıl bir araç sizin için? Fotoğrafla tanıştığımdan beri hayat benim için daha kolay akmaya başladı. Çünkü malzemem her yerde, dünyayı dolaşıyor, insanları izliyor ve fotoğraf çekiyorum. Son durağınız neden bir yıldır Türkiye? 56 yıldır fotoğraf çekmek için zaten geliyordum. Esas hikâye ise daha eskiye dayanıyor. Babam Antepli bir Türk, annem Hollandalı. Ben küçükken ayrıldılar ve ben annemin yanında büyüdüm. Türkiye'ye ait pek bir şey bilmiyordum. Kök, anlamak için çok önemli, çünkü ancak nereden geldiğini anladığında her şeyi geride bırakıp yola devam edebiliyorsun. Bu merakın peşine düşerek Antep’teki köyümüze gittim. Akrabalarımla tanıştım, izledim, dinledim ve çok rahatladım. Sonra... Sonra okula devam etmek için Hollanda’ya döndüm, ama burada deprem olduğunu öğrenince geri geldim. Ve “Deprem’i Düşünmek” serisi ortaya çıktı... Evet. Deprem gibi büyük olaylar insanın içindeki gücü, dayanışmayı, yardımlaşmayı anlamak için önemli. Bu yüzden habercilerden farklı çalıştım, sadece acıyı değil, depremin insanın nasıl hayata bakışını değiştirdiğini, üzerindeki o gereksiz tembelliği aldığını, hayatın değerini anlattığını da gördüm. Önemli bir tecrübeydi, sürekli çalışmayı da orada öğrendim. Ali Poyrazoğlu ile efsanevi gösteriler AKM 0212 245 25 90 ey İçki’nin ürünlerinden Tekirdağ Rakısı Ali Poyrazoğlu ile ortak bir projeye imza attı. Gaziantep’te başlayan “Ali Poyrazoğlu ile Efsanevi Gösteriler” projesi Eskişehir, Samsun, Adana, İzmir ve Tekirdağ’da devam edecek. Poyrazoğlu yazıp yönettiği oyununda; dereden tepeden, havadan sudan, yaşamdan ölümden, sevgiden nefretten, dünden bugünden bin bir öykü anlatıyor. Öykülerde Muhlis Sabahattin de yer alıyor, Aziz Nesin ve Zeki Müren de... Poyrazoğlu da oyunu bir macera, seyirci ile çıkılan eğlenceli bir yolculuk olarak tanımlıyor. “Hayat sanatının ustalarına” sloganıyla ciddi çıkış yapan Tekirdağ Rakısı, Ali Poyrazoğlu ile de bu çerçevede bir araya geliyor. Tekirdağ Rakısı, dünyanın en büyük alkollü içki üreticilerinden Mey İçki tarafından üretiliyor. Yüzde 20’lere varan pazar payı ile Yeni Rakı’dan sonra en çok tercih edilen ikinci rakı markası olan Tekirdağ Rakısı, geçen günlerde tüketici talepleri doğrultusunda görünümünü de yeniledi. Bazıları rakı sever M Piyasaya çıktığı günden bu yana sürekli artan önemli bir satış grafiği yakalayan Tekirdağ Rakısı, sonbaharda toplanan taze üzümlerden, Mey İçki’nin Tekirdağ’daki rakı fabrikasında üretiliyor. 100 bin tonun üzerinde yaş üzüm alımı gerçekleştiren Mey İçki, sezona bağlı kalmadan ve kesintiye uğramadan Tekirdağ Rakısı’nın üretimini gerçekleştirebiliyor. CUMHURİYET 06 CMYK