Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 7 MAYIS 2006 / SAYI 1050 Dünyanın öteki yarısı Ataol Behramoğlu Şiirin tanımları arasına onun bir “Anka” olduğunu da ekleyebiliriz. “Anka”, yani yanıp kül olduktan sonra küllerinden yeniden doğan efsane kuş... Tam öldü, sona erdi derken, bir yerden yine uç veriyor... Yepyeni bir şey çıkıyor ortaya... Daha önce söylenmişlerden tümüyle kopuk değil belki... Zaten böyle bir şey olanaklı da değildir. Fakat yine de yeni, farklı bir şey... “Cumhuriyet” Kitap Dergisi’nin 6 Nisan 2006 tarihli sayısının “Şiir Atlası”nda, 1963 doğumlu Bulgar şairi Anton Baev’in şiirlerini (çeviriler Hüseyin Mevsim) okurken düşündüm bunları... Ne yedi canlıymış bu şiir, diye düşündüm... Öldü, sona erdi denirken, bir yerde apansız çıkıveriyor karşınıza... Biz Özdemir’le 1983’te “Çağdaş Bulgar Şiiri Antolojisi”ni yayımladığımızda, şimdi 43 yaşındaki Baev, yirmisinde bir delikanlıymış demek. Bizim antolojimizdeki en genç şair, 1938 doğumlu Matey Şopkin’di. O günlerden bu günlere geçen yaklaşık 25 yılda, Bulgar şiirinde de köprülerin altından çok sular akmış olmalı. Fakat bu şiirde sapasağlam bir omurganın varlığını sürdürdüğünü Anton Baev’den okuduğum şiirler pek güzel kanıtlıyor. Sözünü ettiğim omurga, 19. yy. sonlarında Botev’le, Vazov’la başlayan, yirminci yüzyılda Yavarov, Bagriana, Milev, Dalçev, Vaptzarov, Hançev vb. şairler ve daha sonralarda da Levçev’lerin kuşağı ile süren Bulgar şiirinin, “insan sevgisi”, “yaşama sevinci”, “somutluk”, “toplumculuk” gibi özelliklerinin toplamından oluşuyor... Bu özelliklere, “ironi”, “şakacılık” ve “lirizm”in bir arada bulunuşunu da ekleyebiliriz… Açık sözlü bir şiirdir Bulgar şiiri. Tıpkı Balkan insanının kendisi gibi. “Devrimcisi” de, “sevdalısı” da böyledir. Zaten gerçekten açık sözlüyseniz , sözcüklerde “simya”dan önce “insan”ı arıyorsanız, “devrimci” olmakla “sevdalı” olmak arasında aşılmaz sınırlar da yoktur. Bayev’in şiirlerinin hepsi ilginç ve güzel. Fakat bir tanesi var ki onu hem toplumcu bir eleştiri, hem bir sevda şiiri gibi okuyabilirsiniz. “Bütün Dünya” adlı bu şiir, “pazardan dönen erkeğin” çantasının içindekilerin sayılıp dökülmesiyle başlıyor “Girit portakalları, Kıbrıs’tan kuru üzüm ve hurma, Mısır’dan limon, Vietnam’dan pirinç, Hindistan cevizi,Havana purosu, Amerika’dan mısır konservesi, Brezilya’dan şeker, Japonya’dan suşi, Meksika’dan tekila, Çin’den çay, Ekvador’dan kahve, Kolombiya’dan muz, Fildişi Sahili’nden minyatür bir fil, vb.vb.vb...” Sonsuzca uzatılabilecek listeyi dozunda bırakarak (yine de, çantanın ağırlığından eğilmiş omza Endonezya’dan bir papağan kondurup, adamın koltuk altına İrlanda’dan bir kitap sıkıştıran) Anton Baev (kapı eşiğinde kendisini bekleyene seslenerek) şöyle sonuçlandırıyor şiirini: Bir pazar çantası, dünyanın yarısını sığdırmanıza yeterli Bütün dünya içinse ne gerekli? Belki de eşikte bir öpücük, çantayı elimden almadan ve kitaba dalmadan önce? Al sana yarısını dünyanın ver bana öteki yarısını... Bulgar şairi arkadaşım, ikiye ayırdığı dünyanın her iki yarısından, eşit önemde birer değiştokuş nesnesiymiş gibi söz ediyor... Ama biz onun gönlünde yine de, bu kefelerden hangisinin daha ağır bastığını apaçık anlıyoruz... “Eşik”teki o “öpücük” olmasa, birinci yarıyı oluşturan (ve sonsuz sayıda benzeri eklenebilecek) bütün bu nesneler neye yarardı ki... ataolb@cumhuriyet.com.tr KiMSeler bilemez! Özgür Erbaş ir anda ortaya çıkan, nedeni tam olarak bilinemeyen, bu nedenle tam olarak tedavi edilemeyen, daha çok genç kadınları etkileyen bir hastalık MS. İzleri ortaçağa kadar gidiyor, ancak o zamanlar “içine cin girmiş” olarak açıklanan hastalık, sonraki aşamalarda histeri sanılıyor. Günümüzde bir nörolojik hastalık olarak yerli yerine otursa da genetik yatkınlığı neyin tetiklediği bulunabilmiş değil. Her yıl mayısın ikinci haftası MS Haftası. Biz de bu vesileyle, tedaviye dair gelişmeleri merak ettik ve MS’i yenip, hayata tutunmuş, varlığıyla insana umut aşılayan Fahamet Ünal’la sizleri tanıştırmak istedik... O bir MS’li. Bunu söylemekten gocunmuyor, “Benim için yeşil gözlüyüm demek kadar doğal” diyor. Kapalı bir ailede büyüyüp, öğretmen okulundan mezun olduktan B Zaman geçmiş, tedaviler, hastaneler, ilaçlar... O hayatla bağını hiç kesmemiş, “Kendine üzüldükçe, ağrıların, uyuşmaların arttığını fark ettim. Ben de kendimle dalga geçmeyi öğrendim. Uğraşıp didinip yaptığım bir tencere yemekle birlikte şak diye düşüyorum, yemeğe üzülmüyorum da orayı kim temizleyecek, diye gülmeye başlıyorum” diyor. 2000’de kızı üniversiteyi bitirince kendine verdiği sözü tutmuş, katlanabilir koltuk değneğini çantasına koyup bir aylığına interrail’le Avrupa’da dört ülkeyi gezmiş, üstelik hiç yabancı dil bilmeden. “Öyle çok yarım kalmış, yaşanmamışlık vardı ki içimde... Acelem var, hepsini yapmak istiyorum. Bana göre gezmek, yaşamak demek. Avrupa’ya gitme kararımı, ‘delirdin mi, ya bir şey olursa’ diyenlere inat yaptım. Gece trenle gidip, gündüz gezdim. Yanımda dört ayrı dilin pratik kitapları Prof. Dr. EGEMEN İDİMAN DEÜ Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi MS, genç insanlarda, genellikle alevlenme ve düzelmelerle seyreden, beyni ve omuriliği etkileyen bir hastalık. Bir ya da birden fazla belirtiyle, ansızın kapımızı çalıyor. Görme bozukluğu, denge ya da konuşma bozukluğu, kol ya da bacakta felç, duyma ya da cinsel bozukluk, idrar kaçırma görülebilir. İlk ataklar genelde kendiliğinden ya da kortizonla tam düzelmeyle sonuçlanır. Bir gün, bilmediğimiz bir zamanda hastalık yeniden ortaya çıkar. Sonraki aşamalarda, ataklar önceki kadar iyi bir biçimde düzelmemeye, hatta kötüye gitmeye başlar. Bu alevlenme ve düzelme yaklaşık 10 yıl sonra hastalığın ileri bir aşamasına gelir. Ataklar arası uzun, düzelmeler tamsa ve yirminci yılında bile özürlülük gelişmiyorsa buna iyi huylu MS deriz. MS’in yüzde 80’i alevlenme ve düzelmeyle gider, bu grubun yüzde 50’si koltuk değneği, tekerlekli sandalye ve yatağa bağlanır. Yani büyük ölçüde özürlülükle sonuçlanan bir hastalık. MS, bir bağışıklık sistemi hastalığı. Tam olarak bilinemese de bir virüs ya da bakteri vücuda giriyor, bu hastaların vücudu da herkesin olduğu gibi buna bir cevap veriyor. İşte o cevap beyindeki miyelin tabakasına zarar veriyor. Gerçek nedeni tam olarak bilinemediği için, gerçek bir tedavi henüz hayata geçirilemedi. İlaçlar yüzde 30 kadar etkili. İşte bu noktada, tam olarak tedavi edilemeyen MS hastalarının yaşam kalitesinin yükseltilmesi büyük önem taşıyor. Bu, hastayı çok iyi tanımayı gerektiriyor, çünkü bu insanlar ve çevreleri depresyondalar. Hayat projeleri giderek daralıyor ve bunlar çok genç insanlar. Yaşama bakışlarını, beklentilerini, çevre ve aile ilişkilerini bilmemiz gerekiyor. Bundan sonra bizden beklentilerini öğrenmemiz lazım. Bunu da ancak, onun yastığıyla paylaştığı şeyleri sizinle de paylaşmasını sağlayarak yapabiliriz. Sıkıntıların söze getirilebilmesi de anketlerle yapılabiliyor. Bu anketlere verilen cevaplarla, beklentiler ortaya konulduktan sonra, MS dernekleriyle ortaklaşa, bir psikolog, bir sosyal hizmet uzmanı, MS için yetişmiş hemşire, sadece MS’le uğraşan hekim ve sosyal bilimciler bir arada çalışarak fikir üretmek ve talep geliştirmek mümkün olabilir. Bu büyük bir rehabilitasyon ekibi anlamına gelir. MS hastaları için Serono'nun sponsorluğunda 15 ülkede aynı zamanda yapılan MusiQoL araştırmasına ikinci büyük ülke olarak 228 hastayla katıldık. Anket sonucunda, mutsuz, yalnız, yılgın oldukları, MS’liyle paylaştıklarını aileleriyle paylaşamadıkları, yardım isterken zorlandıkları ortaya çıktı. Ruh hali hastalığı çok etkiliyor. Bu çalışmayla MS’i ve tedaviyi daha iyi değerlendirme olanağımız oldu. Bir de hastalara bakışın, sosyal bir devlette olması gereken, yerel yönetimlere de vazifeler çıkaran, uygar bir toplumda olması gereken düzeye henüz gelmediği gözler önüne serildi. Nedeni tam olarak bilinemeyen, daha çok genç kadınları etkileyen bir hastalık MS. Bütün hayatı etkiliyor, yaşamı zorlaştırıyor. Fahamet Ünal da bir MS’li. Ancak o, değme sağlıklı insana göre daha büyük bir tutkuyla yaşıyor. Biz de MS Haftası nedeniyle Ünal ve uzmanlarla Fahamet Ünal... sonra evlenmiş. 1976’da kızını dünyaya getirmiş. Ardından 22 yaşında MS hayatına girmiş. “Tabii ki doğrudan doğumla ilgili değil, ama bendeki tetikleyici etken o gibi göründü” diyor Ünal. İlk atak geldiğinde düşüp kalmış. Ne olduğu anlaşılamamış. Atakları o kadar sert gelmiş ki, konuşamaz, hareket edemez, boynunu tutamaz, yani derdini anlatamaz durumdaymış. “Beni paçavra gibi iteleyip kakaladılar, bilinicimin açık olduğunu tahmin edemedikleri, her dediklerini duyup, hiçbir tepki veremediğimi anlamadıkları için başımda akıllarına geleni söylediler, ‘Bundan ne köy olur, ne kasaba’ dediler.” O anda, ayağa kalkmak, kalkıp gitmek istemiş, ama olmamış. “Bu öyle bir şey ki” diyor Ünal, “Birkaç ay hiçbir şey yapamaz haldesin, sonra durup dururken ayağa kalkıyorsun”. Önceleri “naz” yapıyor sanılmış, arkasından konuşulmuş. Kimseler destek olmamış. Öğretmenliğe devam etmekte ısrar etmiş, malulen emekli etmeye kalkışılınca ne yapıp edip engel olmuş. Bir MS’li olarak, kâh raporlarla, kâh izinlerle yoluna devam etmiş. Hatta ilköğretim öğretmeni olarak başladığı kariyerini, azmi sayesinde müzik öğretmeni olarak bitirmiş. MS’i konuştuk... vardı. Yaptım! Muzaffer komutan edasıyla geri döndüm. Şimdi akşam televizyonda bir yeri görünce, ertesi sabah kendimi Harem’de bilet alırken buluyorum. Günübirlik gidip görüyorum.” Fahamet Ünal, bir yaşama sevinci deposu. Gözlerindeki parıltı, en acılı olayları anlatırken bile kaybolmuyor. Hayata tutunup, nedeni bile bulunamamış hastalığıyla baş etmiş, hasta olmanın üzerine çıkmış. Doğumla başlayan MS yüzünden ne çocuğunu emzirebilmiş, ne anne olarak çocukluğuna tanık olabilmiş. Kırgın değil, kızgın değil. Emekli ikramiyesiyle piyano alacak kadar cesur. Öğretmen okulunda mandolinle başlayan müzikle ilişkisi, ut ve piyano öğretmeni olmaya kadar getirmiş onu. Müzikle hayata tutunmuş, kafa tutmuş. Ünal, “şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” demiyor, elindeki günleri birkaç insanın ömrüne yetecek kadar dolduruyor. Enerjisini arkadaşlarıyla paylaşıyor. MS Derneği’nde kurduğu koroyla çalışmalar yapıyor, Üsküdar Musikî Cemiyeti’nde çocuk korosu şefliğini sürdürüyor. Hayatta varlığından gurur duyulan, varlığıyla güç katan kadınlardan biri Ünal. Prof. Dr. MEFKURE ERAKSOY İÜ Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi MS, daha çok 2040 yaş arası kadınlarda görülüyor. Kadınlarda görülme sıklığının daha fazla olması, östrojen ile interferon merkezlerinin yakın olmasıyla açıklanıyor. “Eğitimli ve aktif” kadınlarda daha çok görülüyor bilgisinin ise, medyanın yarattığını söylüyor Prof Eraksoy. Bunun, eğitimli, aktif, hayatın içinde kadınlar tarafından daha erken fark edilmesi ise normal diyor ve ekliyor, “Köyde yüzüm uyuştu, elim uyuştu, bulanık görüyorum diyen kadın hem daha az ciddiye alınır, hem de sosyal güvencesi, parası yoksa, onu birinin doktora götürmesi gerekir. Zaten pek çok hastanın ortaya çıkmama nedenlerinden biri de bu”. Peki hastalığın geçmişi nereye uzanıyor? Bu bir modern çağ hastalığıdır bilgisi ne kadar doğru? Eraksoy, 1300’lerin Hollanda’sına kadar gidilebildiğini söylüyor. Ancak o yıllarda, hastalığın adı “cin” ya da “şeytan” çarpması! Ortaçağda bu insanların başına nelerin gelmiş olabileceği malum. Tıbbın ilerlemesi ise uzun bir süre hastalığı teşhis etmeye yaramadı. Daha yakın tarihlerde belirtiler, romatizma ya da histeriyle karıştırıldı, hatta bazı hastalara elektroşok yapıldı. Bazı şikâyetler “naz” ya da “ilgi çekme” çabası olarak algılandı. Bugün gelinen noktada, hastalığın genetik ve çevre etkileri belirlendi. Ancak, genetik yatkınlığın hangi maddelerle birleşerek hastalığı oluşturduğu bulunabilmiş değil. Pensilvanya Üniversitesi’nde yürütülen araştırmada 100 bin madde üzerinde denemeler yapılıyor. Etkileri belirlenebilmiş birkaç madde ise, margarin, tütün, aspartan, koladaki renklendiriciler, et ürünlerindeki koruyucu maddeler. Ancak hastalık “kişiye özgü” yani her MS hastası kendine özgü bir hastalık geçiriyor. Bu nedenle tedavinin kişiye özgü olarak yürütülebilmesi için çalışmalar sürüyor. Dünyada kuzey ülkelerinde yoğun, İngiltere’de oran 800’de bir. Bu rakam Türkiye’de 2 bin 500’de bire çıkıyor. Genetik yatkınlık, hastalığın ırsi olarak devamı anlamına gelmiyor, ancak pek çok genin aktarılması, yatkınlığı oluşturuyor. Yatkınlığı tetikleyen madde bilinemediği için önlem almak da mümkün olamıyor. Eraksoy, yatkınlık oranlarının İsveç’te yüzde 20, İngiltere’de 15, Türkiye’de ise 5 olduğunu söylüyor. Hiç böylesi olmamıştı... Aylin Kotil alk ülke ekonomisinin gidişinden oldum olası memnun olmamıştır. Çünkü memnun olunacak düzlüğe bir türlü çıkılamamıştır. Ancak yine de ülkede öyle ya da böyle iyi giden durumlar, haller, bazen de sadece anlar olmuştur. Kötüyü görmedikçe geçmiş günlerin şükredilecek hali olduğunu bilemezdik. Tabii alım gücü bugün olduğu kadar kötü hiç olmamıştı. Eğitim sistemi ise içinde eğitim görenlerin bile anlamlandıramadığı kadar bozuk olmamıştı. Eğitim bu kadar kötüyken bilgiye en aç oldukları dönemde, gençler hiç bu kadar şiddet eğilimi göstermemişti. Uyuşturucu hiç bu kadar gözler önünde satılmamıştı. Çiftçi hiç böyle iteklenmemiş, tekstilci çocuk gibi azarlanmamıştı. Vatan sevgisi ise daha önce hiç tarif edilmek zorunda kalınmamıştı. Bir Türk başka bir Türk için “el’e” faydalanın bundan dememişti. Görsel medyanın bugünkü hali, beş yıl H önceki hayal dünyamızın sınırlarının köşesinden bile geçmiyordu. Kimse birbirine bu kadar tahammülsüz, kimse bir anda bu kadar birbirinin boğazına sarılmıyordu. Sporun her dalında bu kadar başarısız bir dönem ülke tarihinde bile yoktu. Zaman zaman da olsa farklı alanlarda bir başarı yakalanıyordu. Milli törenler hiç bu kadar komik duruma düşürülmemişti. Suç oranı bu kadar yüksek, güvensizlik duygusunun bu kadar yoğunlaştığı olmamıştı. Kurumlar arası uyumsuzluk ve sıkıntı hiç bu boyuta gelmemişti. Daha da geçmişe duyulan özlemle yakın geçmişin unutturulmak istendiğine de rastlanılmamıştı. Gösterişe de hiç bu kadar merak sarılmamıştı. Şehrin dört bir yanı farklı farklı ağlarken, hiçbir şey yokmuş gibi sadece on gün yaşayacak çiçeklere bu kadar para akıtılmamıştı. Aslına bakarsanız öncelikler bu ka Recep Tayyip Erdoğan ve çiftçi Kemal Özcan... dar yer değiştirmemişti. Bütün bunlar olagelirken eleştirmeye kalkan vatandaş hiç nankörlükle suçlanmamıştı. Ama en acısı tüm bu memnuniyetsizliğe rağmen, alternatifsizlik hiç bu kadar yoğun, dolayısı ile demokrasi hiç bu kadar işlemez hale gelmemişti. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK