Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 9 CMYK 29 EKİM 2006 / SAYI 1075 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Sıdıka Abla’yla vedalaşırken Ataol Behramoğlu 1977 Kasım’ıydı. Nâzım Hikmet’in 75. doğum yılını kutlamak için Berlin’e uçuyoruz. Türk mü, Rus mu, Alman uçağı mı, aklımda kalmamış; fakat gürültüsü ve sarsılmaları insanın yüreğini hoplatan eski model bir uçaktayız... Ruhi Ağabey, Asım Bezirci, Genco, Semra Özdamar, anımsadıklarım. Sümeyra bize Almanya’da mı katıldı, uçakta mıydı, anımsamıyorum. Bir ara Ruhi Ağabey’i, bu ufacık “charter”ın koridorunda, elinde bir küçük teyple gördüm... Bembeyaz dişlerini ışıldatan gülüşüyle, arkadaşlara yönelttiği soruyu bana da soruyor: “Ataolcuğum, on bin metrede neler hissediyorsun?” Ne yanıt vermiş olabilirim, anımsamıyorum şimdi... Fakat korkum azalmış olmalı... Herhalde Ruhi Ağabey de bunun için yapıyor bu olağan dışı röportajı: Bir bilinmeze yol alırcasına, yerden on bin metre yükseklikte, oflaya puflaya ilerleyen bu garip uçakta yaşamakta olduğumuz gerilimi azıcık hafifletmek için... Sözünü ettiğim teyp kaydının Sıdıka Abla’da olduğunu biliyorum. Bir görüşmemizde söylemişti. Ruhi Ağabey’e ilişkin her şey gibi, onu da özenle, sevgiyle saklamış... Bu yazı Ruhi Ağabey’le başladı, Sıdıka Abla’yla sürecek. Daha doğrusu ikisiyle birden. Onları birbirinden ayırmak olası mı... Öyle yorgunum ki... Dayak yemiş gibi ya da hüzün vurgunu. Yüksek voltajlı yaşamlarımızda, her şeyi birbirinden ayırmak her zaman kolay değil. Yaygın olduğu denli karmaşık da olan bir semptom, yani yorgunluk üzerine görüşler... ok yorgunum, bitkinim, tükendim, sıfırı tükettim, öldüm bittim. Çünkü bütün gün koşuşturuyorum. Bu bitmek bilmeyen kışın suçu, aydınlık ve tatil yoksunluğunun, ulaşımda geçen zamanın, patronumun, çocuklarımın... Fransızların yüzde 47’si son altı aydır “süreğen bir yorgunluk” çektiklerini açıklıyorlar. Geçen yıl da, her beş kişiden biri yorgunluk nedeniyle hekime görünmüş. Yorgunluk yüzyılın hastalığı mı? Hem evet, hem hayır. Hayır, çünkü bu usanç ve güçsüzlük hissi, fazla irdelenmeksizin, eskiden de nevrasteni olarak biliniyordu. Evet, çünkü yeni toplumsal baskılar yüzünden, özellikle iş yaşamına bağlı olarak, günlük yaşamımızdaki stres arttı. Anlamayı ve önlemeyi başaramadığımız bu iç dağılmaya başka bir ad bulamadığımız için, yorgunum diyoruz kendi kendimize. Yorgunluk, organizmamızın kaslarımızı, bu arada da öncelikle beynimizi korumak için, güç sarfına karşı gösterdiği olağan bir tepki. Geri dönüşümü dinlenmeyle sağlanan bir fizyolojik olgu: Yorgunsam, uyurum; uyursam, toparlanırım. O denli basit değil. Bazıları yorgunluklarına karşın, uykuyu bulamadan bir o yana bir bu yana döner dururlar. Diğerleri, uzun bir gecenin bitiminde, göz kapakları ağırlaşmış ve bir salyangoz enerjisiyle uyanırlar. O anda yorgunluk kaygı verici boyutlara ulaşmıştır ve artık yatıştırılamaz. Uykusuzluğun su yüzüne çıkmamış bir hastalığın ya da biyoritmimizde geçici bir kopukluğun belirtisi olduğu yüzde yirmilik olguyu safdışı ettiğimizde, geriye sonunu getiremediğimiz günler karşısındaki korkutucu ve sözle anlatılamaz cesaretsizlik hissi ve omuzlarımıza aşırı yük olan bir yaşam kalır. Bu noktada, ruhsal bozukluk içindeyizdir işte. Ç YAŞAM ARZUSU YİTİMİ RuhiSıdıka Su. Türkiye’nin yetiştirdiği, bu zarif, bu güzel, bu birbirine en çok yakışan, bu ender, bu eşsiz insanları... Aynı anda hem aydın, hem halk, hem sonsuzca onurlu, hem sonsuzca alçakgönüllü olabilen, bu iki sevgili insanı... Devrimci, yurtsever, özverili. Evlerinin ve gönüllerinin kapısı dostlarına ardına kadar açık. Türkiye ve insan sevdalısı... Zeynep Oral, Sıdıka Abla’yı bir ressam ustalığıyla betimliyor: “....sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı,hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar...” Evet, tıpatıp, biricik Sıdıka Abla’mız bu. “Kadın olmak zordur. Halkının gönlünde doruğa yerleşmiş bir ‘dev’in karısı olmak daha da zor... Sazıyla, sözüyle, sesiyle, ama aynı zamanda da yaratıcı dehasıyla bunca ünlenmiş bir erkeğin arkasında değil, önünde hiç değil, ama hep yanında, hep yanı başında, hep omuz başında olmanın ve yine de kendi kimliğini, kişiliğini korumanın, birey olarak var olabilmenin güçlüğünü düşünün...” Yine Zeynep’in, Sıdıka Abla’yla sonsuzca vedalaştığımız 20 Ekim günü yayımlanan yazısındaki bu sözlerine tek bir sözcük ekleyemem... Onlara, sözünü ettiğim, otuz yıl önceki anma günlerinde yazdığım bir şiirden, Ruhi Ağabey’e ilişkin dizelerle katılabilirim: “Dile geldi halkımızın Binlerce yıllık korosu Acılı, öfkeli Umutlu, yiğit Ve sımsıcak Sesini yükseltirken Ruhi Su...” Ruhi Ağabey’i 12 Eylül sonrası karanlıklarında yitirdik. Sıdıka Abla’yla, pek de aydınlık olmayan günlerde vedalaşıyoruz... 40 kuşağının bu güzel, kahraman insanları birer birer ayrılıp gidiyorlar... Onları tanıma onurunu ve mutluluğunu yaşamış olan bizlere, şimdilik geride kalanlara düşen, onlara layık olmaya çalışmaktan başka ne olabilir?.. ataolb@cumhuriyet.com.tr Organik çıkışlı yorgunluk ile ruhsal çıkışlı yorgunluk arasındaki ayrım mı? Birincisi: “İsteğim var ama yapamıyorum” der. İkinci: “Yapabilirim ama isteğim yok.” Aşırı yorgunluk duyarak uyanır kişi, gün içinde yavaş yavaş azalır yorgunluk ve kaçan bir uykunun öncesinde akşamla iyice belirsizleşir, fiziksel bitkinliğe karşın. Karanlık düşünceler ya da hüzün krizleriyle atbaşı gittiğindeyse, yorgunluk sinirsel bir çöküntünün başlangıcını işaret eder. Derin bir kaygı yaratan çözümlenememiş bilinçaltı çatışmaların ve yaşamsal arzunun yitmesinin sonucudur artık. İstek yitiminin de ötesinde, enerji düşüklüğüdür şimdi bu. Ne var ki hastalandığını söyleyebilmek bir kusurdur, kişi yorgun olduğunu yineler sürekli. Alay konusu olmamak ve konuyu savmak adına. Bundan dolayı sorumluluğu yorgunlara yüklemek, daha da kötüsü hastalıklarının suçunu onlarda aramak insafsızlıktır. Çünkü bizler haftada altmış dört saat kan ter içinde çalışan birkaç kuşak öncesi ebeveynimizden çok daha yorgunuz, bizim daha az çalıştığımızı onaylıyor sosyologlar. Dedelerimiz çok fazla çalışıyorlardı ama tavuklar gibi de erkenden yatıyorlardı ve sosyal yaşamları dizginlerinden boşalmış gibi değildi. Bizler, yorgunluğun hoş karşılanmadığı bir performans toplumunda yaşıyoruz. Değer verilenler, gecede beş saat uyuyan ve yorulmamış gibi görünebilenler. Performans yarışı, işi yitirme tehdidiyle daha da köstekliyor kişinin ayağını. Bu nedenle, bilgisayarlar ve cep telefonları özel yaşama işin doğurduğu stresi dahil etmeyi zorunlu kılarak, bazılarında gerçek bir kopuş yaratıyor. Her yeri işgal eden bir yorgunluk ortaya çıkıyor burada, gerçek bir dinlenme alanı bulma olanağını yok ederek. Gitgide artan yorgunluk, çağdaşlarımızın her gün boyun eğdiği aşırı hız ve baskının sonucu olmaktan öte, “ben yoksunluğu”nu gösteriyor. Böylelikle yorgunluk sorunu, temelde yaşamdan tat alma sorununu da ortaya koyuyor. DİNLENMEYİ ÖĞRENMEK Yorgunlukla, depresyonun bir belirtisi haline gelişinden önce nasıl başa çıkmalı? En iyi yollardan biri kendini değişik biçimde yormak: Fiziksel yorgunluğa karşı zihinsel yorgunluk ya da bunun tersi. Spor endorfin ve serotoninleri salgılar, bu iki nörotransmitter, kişi kendini bitkin hissettiğinde düşüşe geçer. Bir saatlik okuma fiziksel yorgunluğu giderir. Elbette, psikolojik yorgunluk, tüm depresif belirtiler gibi, antidepresanlar ya da anksiolitiklerle de giderilebilir. Kronikleştiğindeyse, davranışçı bir terapiyle yatıştırılabilir. İlk anda, yorgunluk duygusundan korkmamak öğrenilir. Sonra kalıntılar analiz edilir: Gevşemekten suçluluk duymak gibi ebeveynimizin aşıladığı şeyler varsa; “Gerçekten yapacak hiçbir şeyin olmadığına emin misin?”; hastalık hastası saplantılarımız; “Yorgunum, kanser olacağım”; kendi kendimize karşı saldırgan olmak; “Başaramıyorum, gerçekten bir hiçim”... Bu bilinçli ve bilinçdışı araştırmadan sonra, seçimimizi yapabiliriz belki, gereksiz etkinliklerimizi azaltmalı, dinlenmeyle aramızı barışık tutmalıyız. Kısacası, yaşamayı yeniden öğrenmeliyiz... Psychologies’den çeviren: EMRE ÇAĞATAY Planlıplansız hayatlar Aylin Kotil angisi doğru sizce? Hayatımızı belli bir plan dahilinde sürdürmek mi? Yoksa hiç plan yapmadan olanları karşılamak mı? Bazen planlar yaparız ya da hedefler koyarız hayatımıza. Bu sadece bizi etkiliyorsa sonuçlarına günahıyla sevabıyla katlanırız. Ancak bazen gelecek planlarımız etrafımızı, hayatı paylaştıklarımızı da etkiler. Bu durumda bencil değilsek eğer kendi planlarımızdan başkalarının nasıl etkilendiğini de düşünmek durumunda oluruz. En zoru da budur herhalde. Başkalarını etkileyecek kararlar almanın yükü farklı biner omuzlara. Tabii bencil değilsek. Ancak aldığımız kararlardan etkilenecek insanlar yoksa eğer daha kolaydır hayatımızı planlamak. Bundandır ki başına gelmeden ya da yaşamadan, birtakım olayların kararını verebilen insanlara imrenirim H hep. Mesela evlenmeden evliliğin kendine göre olmadığını ya da çocuk sahibi olmadan çocuk sahibi olmanın kendisine uygun olmadığının teşhisini koyabilenleri hep alkışlamışımdır. Zordur çünkü yaşamadan, öğrenmeden kestirebilmek bazı durumları. Örneğin milletçe “zamana bırak” lafını çok severiz ya da oluruna bırakmayı. Olayları çözmek işin zor tarafı olduğundan mı ne, sıkıntılı durumlar karşısında A veya B planı geliştirmeyiz, ama Japonlardan daha iyiyiz herhalde! Onların hayatları hep bir plan dahilinde. Planları aksadı mı kalakalıyorlar genelde. Bir Türk için bu durum pek söz konusu değildir. Sıkıntılı durumları savuşturmayı, görmezden gelmeyi çok iyi beceririz. Kıvrak zekâmızla Z planımız bile vardır her zaman. Bu Z planları zorda kalındı mı devreye girer. Ama her şey yolundayken geliştirilen, planlanan bir A planı bile yoktur. Bu durumlarda hayat bize ne verirse onu alırız. Mesela yıllık tatilini nerede ve ne zaman geçireceğini bir yıl öncesinden bilen Almanlardan çok uzağızdır böyle durumlarda. Sanırım en güzeli bir Alman gibi planlamak hayatı. Sıkıntı geldiğinde de bir Türk gibi planlar geliştirmek... Planlı bir şekilde kazanılmış zaferlerin sonucunda elde ettiğimiz Cumhuriyetimiz hepimize kutlu olsun. aylin@kotilsarigul.com