Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 3 CMYK 29 EKİM 2006 / SAYI 1075 3 HANNAH ARENDT Hannah Arendt doğumunun yüzüncü yılında da bugüne dair EDİTÖR’DEN öntgene yattık yine, hep birlikte. İki genç erkeğin yedi kişiyi öldürmesini pornografiyi andırır bir öyküyle okuyoruz gazetelerde. Yıllardır diş kamaştıran, olur mu olmaz mı tartışmaları yapılan “seri katil”e kavuşmanın “Batılı” hazzı da haberi daha çekici hale getiriyor. Bu hazla bir gazete Türkiye’de seri cinayetlerin 1985’te başladığını, bugüne kadar 14 katilin 53 kişiyi öldürdüğünü manşetten vermekte bir çekince görmüyor. Bir başka gazetede son cinayetler nedeniyle tutuklanan kişinin evlendikten sonra da iki ablasının arasında yattığı yazıyor, biri anne karnında üç çocuğu olduğu, küçük çoğunun ateşli bir hastalığa yakalandığı... Diğer tutuklunun, hayatı boyunca bir kez olsun gazetecilere söz söyleme hakkına kavuşan eniştesi “Hep psikopattı” diyor, tutuklunun babasının öldürüldüğü, annesinin ikinci eşinin yakın arkadaşıyla ilişki kurup kaçtığı da “açgözlü” okurun iştahını bastırmak için satır aralarına sığdırılıyor. Bir başka gazetede ise zanlılardan birinin imam hatip mezunu olduğu başlığa taşınıyor. Yedi cinayetten, isteyene siyasi, isteyene toplumsal, isteyene de psikolojik bir senaryo yazdıracak bir kolaj çıkarılıyor. Muhabirlerin boşluklarını psikologlar, sosyologlar dolduruyor ki bu da Hollywood’a parmak ısırtacak bir senaryonun harcını sağlamlaştırıyor… Dahası “erdem”i temsil eden avukat karakterler de giriyor devreye, bir avukat, “vicdanen rahatsız olacağı” gerekçesiyle zanlıların avukatlık talebini reddediyor. Erdemin eşiğini “Böyle bir davayı alamazdım. İlkelerime ve inançlarıma ters düşerdi” diye yükseltiyor avukat. Elbette bu haber de manşetten veriliyor. Yedi ölü, iki zanlı, Türkiye’nin bugününü okumak için kullanılabilir mi? Belki! Kim olduğunuz, hayata nasıl baktığınız, politikanız, beklentileriniz, vatandaşlık halinizdeki teslimiyetleriniz ya da başkaldırınız okumanızın seyrini de değiştiriyor. Haz ise eksikli bir kimliği doldurma telaşından çıkıyor! Bu aralar bir televizyon dizisi de toplumu okumaya, okutmaya çabalıyor. Reşat Nuri Güntekin’in 76 yıl önce yazdığı “Yaprak Dökümü”nün bu son uyarlamasında romana sadık kalınıyor, ama başrolde daha çok bugünün nesneleri var, cep telefonu, kredi kartı, hamburger... İpek Özbey’le konuşan dizinin senaristleri, seyircinin bir yere ait olma ihtiyacı duyduğunu düşünüyorlar, dizinin internet sitesine gelen izleyici mailleri de bu aidiyetin adresini gösteriyor: Aile. Anlaşılan, huzursuz, aidiyetsiz ruhlara varlığının sorumluluğunu almasını öneren politikalar üretilmedikçe başka çıkış yok! Peki, Cumhuriyet’in 83. yılı yedi cinayet, bir dizi tarihi okumak için kullanılabilir mi? Karar sizin. İyi bayramlar... Berat Günçıkan bguncikan@yahoo.com R Başlangıçların düşünürü... Volkan Aran ek çok kişi tarafından 20. yüzyılın en etkin politik felsefecisi olarak kabul edildi. Felsefenin asıl sorusunu “İyi olan nedir?” yerine “ne yaparsam bunu ömrüm boyunca hatırlamak istemem” olarak değiştirdi. “Kendine karşı dürüst olmalı insan. Bununla yaşayamam diyeceği hiçbir şeyi yapmamalı, hatırlamaya dayanamayacağı şeyleri...” Bir Alman Yahudisi olarak içine doğduğu savaş ve soykırım dünyasında, insanların nasıl olup da böylesine devasa bir ölçekte ve kararlılıkla kötülüğe yöneldiğini sorguladı. Kant’ın mutlak iyi için ölçüt olarak kabul ettiği “ahlaki düstur”un, düşünce olmaksızın hiçbir anlam taşımadığı fikrini geliştirdi. Asıl sorun zekâ ya da yetenek değil, düşünce yoksunluğuydu. 1975 yılında hayata veda eden Hannah Arendt’in görüşleri, doğumunun 100. yılında hâlâ bugüne dair farklı şeyler söylüyor. Hannah Arendt’in doğduğu yıllarda dünya bilimsel gelişmenin göz alıcı icatlarıyla yeni bir dönemin gelmekte olduğunu düşünürken, hiç kimse tarihin en karanlık dönemlerinin yaşanacağı iki dünya savaşının arifesinde bulunulduğunun farkında değildi. Gelişen ve ilerleyen bir dünya anlayışının yerle bir oluşu ve en kötünün en beklenmedik anda ortaya çıkışıyla, bunları derinden yaşayan bir topluluğun üyesi olarak Arendt, “tarihin tahmin edilemez olduğunu” savundu. Doğum bile başlı başına bize bunu göstermiyor muydu? İnsanın yeni ve mucizevi bir başlangıçla ortaya çıktığını ve dünyanın geleceğinin de dünyaya yeni gelecek insanlara bağlı olduğunu... Bu görüş en karanlık dönemde bile gelecek umudu yaratmakla birlikte, en iyimser günlerde de bir felaketin çıkıp gelebileceğini söylüyordu. Arendt’e “başlangıçların düşünürü” denmesinin nedeni buydu. Üniversite yıllarında felsefe profesörü Martin Heidegger (entelektüel bir paylaşımdan çok inişli çıkışlı bir aşk yaşamışlardı) ile, Paris yıllarında Walter Benjamin’le, Amerika’ya kaçışından hemen önce evlendiği Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher’le ve neredeyse tüm ömrü boyunca fikirlerini paylaştığı varoluşçu felsefeci Karl Jaspers’le yarattığı dünyada, en karşıt fikirler çarpışıyor ve Arendt’in Yunan şehirlerinden beri hayranlık duyduğu halk konseylerinin bir benzeri bu fikir insanları arasında yaşanıyordu. bir şeyler söylüyor. “Totalitarizmin Kaynakları”nda dünyayı açıklayabilecek bir egemen ideolojiye ve “iç düşman”lara ihtiyaç duyulduğunu anlatıyordu. Arendt ya da savaşların sürmesini uluslararası arenada siyasi bir hakemin olmayışına bağlıyordu. “İnsanlık Durumu”nda ise insanlığın sorumluluğunu almayan, siyasi kapasitesini göremeyecek kadar tüketimin içine çekilen bireydi kahramanı... P tutum değil, sıradan bir durumdu. Arendt bu saptamasını şu sonuca taşıdı: Devlet tarafından teşvik edilen suçlarda insanları tam olarak yargılamak için devlet kanunlarının üzerinde evrensel bir insanlık kanununun kabul edilmiş olması gerekir. Bunu soğukkanlı ve tarafsız bir şekilde dillendirmesi Arendt’in Yahudilere bakışında bir “ruhsuzluk” olduğu suçlamasını doğurdu. Arendt’in söylediklerinin içeriğinden çok, bunları söyleme şekli tepki uyandırmıştı. Bu kadar acının ardından ve böylesine bir cani yargılanırken, trajediyi yok sayıp, suçluyu kötüye iteni soğukkanlılıkla ortaya koyması yüzünden... 20. yüzyılın totalitarizm üzerine en kapsamlı düşünce çalışması olan kitabının ikinci cildinde şiddetin varlığını, şiddetin ve savaşın sürmesinin nedenini sorguladı. Bu neden, insan türünün gizli ölüm istenci mi, bastırılamayan saldırganlık dür “NE MUTLU Kİ YANILMIŞIM...” Arendt ilk yapıtı olan “Totalitarizmin Kaynakları”nda totaliter bir hükümetin ilk sinyallerini tanımlamanın bunun önlenmesi için ilk koşul olduğunu söyledi. Totalitarizmin temeli, öncelikle dünyayı ve tüm dünya tarihini açıklayan egemen bir ideolojiye ve bu ideolojinin “yok edilmesi gereken iç düşmanları” açıklamasına dayanıyordu. Ardından yaygın bir terör ortamı gerekliydi. Nazi toplama kamplarında ya da Sovyet işçi kamplarındaki gibi kurumsallaşmış haliyle... Kıtasal egemenlik iddiası da son işaretti. Ne var ki, Hannah Arendt’in yaşadıklarına dayanarak kurduğu teorilerde örnekler bazen yanıltıcı olabiliyordu. Yeni vatanı Amerika’da 50’lerde McCarthy döneminin “komünist avcılığı” ve hakların kısıtlanmasını, totaliter rejime geçişin kesin sinyalleri olarak algılamış, ama ardından Amerika sanki bu dönem yaşanmamış gibi geleneksel demokrasiye döndüğünde Arendt “ne mutlu ki yanılmışım” diyebilmişti. Hannah Arendt’e medyatik bir ün kazandıran olay Nazi üst düzey subayı Adolf Eichmann’ın 1960 yılında MOSSAD tarafından yakalanarak yargılanmak üzere İsrail’e götürülüşü ve kendisinin de bu yargılamayı The New Yorker dergisi adına izleme talebiydi. Arendt aylar süren araştırma, izleme ve sorgulamaların ardından, davanın raporlanmasında şu soruyu sordu: Eichmann’ın kötülüğü nerede gizliydi? Ahlaki prensiplere bile bile yüz çevirmesinde mi, yoksa ahlaki doğruları, yanlışlardan ayırt edebilecek olan bir düşünce yoksunluğunda mı? Arendt, ikincisini savundu. Nazi soykırımında faal rol almış bu subay, yüz binlerce insanı gaz odasına gönderirken devletin kendisinden istediğini yerine getirmişti ve devletin yasalarının yanlışlığının farkında değildi. Kötülük, radikal bir Renklendirme: Derya Polat tüsü mü, yoksa silahsızlanmanın içerdiği ciddi toplumsal ve iktisadi tehlikeler mi? Arendt, bunlardan hiçbiri diyor. “Savaşların hâlâ varolmasının nedenini, uluslararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamasında aramak gerekir. Aslına bakılırsa ulusal bağımsızlık, yani yabancı egemenliğinden azade olma hali ve devlet egemenliği, uluslararası ilişkilerde denetimsiz ve sınırsız iktidar iddiasıyla özdeşleştirildiği sürece, savaşı ikame edecek başka bir yolun ortaya çıkması da olanaklı değildir.” Bugün dünyanın yaratabildiği uluslar üstü hukuki kurumların zayıflatılmasıyla, şiddetin artışı arasındaki eşzamanlılık Arendt’i doğrulamıyor mu? tığı müddetçe –istisnalar dışında bilimsel açıklamalar yerli yerine oturuyordu. Ne var ki, insanlar arası ilişkileri ve tarihi aydınlatan şey; genelin ve normalin dışında olup biten bir anlık olaylarda saklıydı. Kurala uygun davranmayanın –artık eylemden değil davranıştan bahsetmek mümkündü ancak asosyal ya da anormal olarak tanımlandığı, doğrudan bir demokrasinin artık mümkün olmadığı bu yeni kalabalık toplumlarda sağa kayma olarak algılanan yeni bir milliyetçiliğin yükseldiğini söylüyordu. “Belki de bu, daha çok ‘büyüklüğe’ karşı dünya çapında giderek büyüyen bir hınç duygusunun işaretidir. Daha önce ulusal duygular, siyasal duyguları bir bütün olarak ulusa odaklama yoluyla çeşitli etnik grupları birleştirme işlevi görüyordu. Şimdiyse etnik ‘milliyetçiliğin’ en eski ve en yerleşik ulus devletleri parçalanmayla nasıl tehdit ettiğini görüyoruz.” Hannah Arendt’in görüşlerini yeni yüzyılda yeniden gündeme getirmek, güç çatışmalarından bağımsız bir düşünme şekliyle düşünmeyi bize hatırlatabilir. Ama Arendt’in dediği gibi artık “insanlık dünyası için sorumluluk alamayacak ve politik kapasitelerini anlayamayacak kadar tüketimin içine çekilmiş bireylerden oluşan toplumların” içinde yaşıyoruz. Neyse ki, dünyaya her gün yeni insanlar geliyor ve tarih, istatistiğin istisna kabul ettiği olaylarla şekillenebiliyor. Cumhuriyet DERGİ* İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Güray Öz Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212)343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Koordinatör: Neşe Yazıcı Reklam Müdürü: Dilşat Özkaya Rezervasyon: Mete Çolakoğlu / Mustafa Doğan (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ 29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna/ İstanbul (0212) 454 30 00 *Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet.com.tr İNSANLIK DURUMU... Arendt’in en tartışılan kitabı “İnsanlık Durumu” bir Marx eleştirisi olarak başlayan çalışmanın sonucuydu. Tarihin, bir ilerleme fenomeniyle açıklanmasında, ekonominin ve istatistiğin genellemeler ve varsayımlar üzerine kurulu düzeninde hep bir yanlışlık hissetti. Arendt’e göre ekonominin bir bilim olması ancak insanların onun varsayımlarına uygun davranmasıyla mümkün olmuştu. İstatistiğin, normal olarak tanımladığı bu insan, sosyal bir varlık olarak kendinden bekleneni yap Forum Başka bir iletişim mümkün... “Medya Özgürlüğü ve Bağımsız Gazetecilik İzleme ve Haber Ağı” Projesi (BİA2) kapsamında İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Forumu düzenlendi. Forum, 36 Kasım tarihleri arasında Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampusu’nda gerçekleşecek. IPS İletişim Vakfı (İstanbul) ve Inter Press Service (Roma, Berlin, Johannesburg, Bangkok, Montevideo) tarafından ortaklaşa düzenen forumun temel amacı, bütün dünyada “bir başka medya” için çaba gösteren eylemci, uzman, emekçi ve analistleri bir araya getirmek. Bağımsız medya oluşturma yolunda girişilmiş önemli deneyleri yurttaş gazeteciliği açısından, işleyen örnekler olarak değerlendirmek, daha açık, demokratik, saydam ve ulaşılabilir medya ortamlarının yaratılmasına yardımcı olmak, küresel, bölgesel ve yerel alternatif ağların işbirliğini sağlamak ve katkıda bulunmak, birey ve kurumları bağımsız medya girişimlerini desteklemeleri için teşvik etmek ve Türkiye’deki bağımsız medya uygulamalarının nitelikçe gelişmesi ve nicelikçe artışına katkıda bulunmak da forumun amaçları arasında. 3 Kasım Cuma günü, basın toplantısı ve kokteylle başlayacak olan forumda “Yeni Küresel Yaygın Medya Evreni: Sınırlar ve Sorunlar”, “Bağımsız Medya Evreni ve Yaygın Dışı Medyanın Gelişme Olasılıkları”, “İletişim Eğitimi: Eleştirel mi Ana Akım mı?” başlıklı paneller ile “Türkiye’de yerel, bağımsız medya ve yurttaş gazeteciliği” başlıklı oturum yer alıyor. Tartışma gruplarının da oluşturulacağı foruma, İtalya, Amerika, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Kuzey Kıbrıs, Almanya, Fransa, Venezüella ve Katar’dan da gazeteciler katılacak. Katar’ı El Cezire, Venezüella’yı ise TeleSUR çalışanları temsil edecek.