16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

27 KASIM 2005 / SAYI 1027 BABADAN KURTULMAK! Berat Günçıkan sman Akınhay'ı "Gün Ağarmasa" romanıyla tanımıştık. Kahramanlan yetmişli yıllann solcu gençleriydi, politik dirençlcri, aşkları, kırılmalarıveumutlarıyla... Yazar,üç yıl sonra bu kez daha "içeriden" bir romanla karşımıza çıktı. "Ölüme Bakmak", uzun yıllar metropolde yaşamış, doğup büyüdüğü kasabayla ilişkilerini "soğutmuş", orta yaşlanndaki bir adamın babasının ölümü üzerine dönüşünü anlatıyor. Bu dönüş, tam bir "geçmiş" hikâyesi olamıyor, kahraman kasabanın artık kendisine ait bir yer olmadığının farkında. Kent mi? Ona kitabı okuduktan sonra siz karar verin... Akınhay'la, kitabını, babanın ölümünü ve kasabayı konuştuk... 1970'lerin solcu gençliğini anlattığınız "Gün Ağarmasa"dan sonra okur yine aynı sürecin farklı hallerini beklerken siz keskin sayılabilecek bir virajla aileye, kasabaya dönüyorsunuz, bu bilinçli bir tercih mi? Doğrusunu istersen, liseüniversite yıllarımdan beri zihnimi kurcalayıp benliğimi tedirgin eden üç şey olmuştur: Olüm, işkence ve kadın. Üçüyle de yüz yüze gelindiğinde, akıbetin hiçbir şartta kontrol altına alınamadığını öğrendim şu hayatta. Üçünün de somut, reddedilemez gerçekliği, madalyonun öbür yüzünde ele avuca gelmez bir kavranamazlığa savruluyor; bizi en sert şekilde meçhulün duvarına çarptırıyor. Olüm ise bunların başında geliyor, ama, işkence kadar can acıtıcı ve zihni kötürümJeştirici, kadın kadar ruhu altüst edici değil. Korkunç olan, ölümün tasavvuru; gerçekliği o kadar tüyler ürpertici olmasa gerek. Onun için, babamın ölmesi fikrini idrak ettiğim ve bu gerçeği algıladığım ilk andan itibaren, kendimi puslu bir evrene sürüklcniyormuş gibi hissettim. Hem korku, hem merak; hem uzak durma, hem içine girme; bir yanda kendi benliğim, öbür yanda aile ve cemaat gerçekliği. KASABAYA MESAFELİ BAKIŞ... Belli ki romanın kahramanı, uzunca bir süreyİTOşffiMa geçirmiş, bir "soğuma" yaşamış... tlişkide bulunduğu kişilere örneğin baba, anne, kardeşe birer isim veremeyecek kadar bir "soğuma" bu... Mesafenin sebebi, üniversiteye girişle birlikte kent (sonra da metropol) hayatına alışmış olan "kahraman"ın, kasabadan ve oradaki hayatını kuşatan ilişkilcrden kopmuş olmasının gerçekliği. Orta yaşlarındaki oğlun kendisinin dahi beklcmediği bir gayretle ve ataklıkla tüm (dinsel) ritüellerin hepsinde hem de bilfiil ycr almasına rağmen, babanın cenaze törenine geri dönmüş haliyle "varlığı"nınonuyeniden bir "kasabalı" yapmaması da oğulla diğerleri arasına bir mesafe so O Osman Akınhay'ın ikinci romanı "Ölüme Bakmak" mekânı ve karakterleriyle bir yüzleşme. Kentli kahraman kasabaya son bir kez bakarken, babasıyla da vedalaşıyor. Çünkü onu kasabaya çeken, babanın ölümü... kuyor. Ancak, bilhassa "yas tutma aşaması"nın başlamasıyla beraber ve tabii ki babayı gömdükten sonra bir sindirme haliyle ferahladığını da görüyoruz. Yine de bu, var olan "mesafe"yi ortadan kaldırmıyor. Büyük kentler (ve metropol) onu "büyütmeye" yetmiyor, ama içini ısıtan ve ona bir çemberin içinde yalnızlığını/yabanlığını unutturacak ilişkileri yeniden gösteren kasaba da onu yeniden bağrına basacak sıcak yuva değil. Artık "ölü baba", "anne", "abla", "ağabey" ve diğerleri, birer kayıp geçmiş imgesinden ibaretler. tsimleri oğlun içinde, kalbinde belki, ama hayatının yüzeyinde onlara parmaklarıyla, gözü kapalı dokunabilecek kabarıklıklar kalmamış. O kabarıklıklar kalmasa da sanki kasabaya bir sığınma, hatta saklanma arzusu var gibi. Kasabaya son bir bakış çabası sadece, sonra bedenini, beynini, akJını tekrar kente döndürecek. Küçük bir kasabada yaşlanmanın daha huzuılu bir kocama sağlayacağını, kentte onu bekleyen kaderin, "hiç olmazsa cesedini köpekler parçalamasın" diye "her akşam iki duble atılacak bir meyhanede eski günleri yâd ederek çene çalacak kafadarlar bulma"yı ünıit etmek olduğunu biliyor. Sığınma arzusunun kaynağı olarak kasaba, geçmiş, orada; evet, fakat, hayat da metropolde, oradaki hayatın gayrişahsi ve büyük bir hızla akışının, şaşaasının, ışılusının onu çağırdığı yerde. Zorlayarak yakıştırmak demek olsa da, anlamı ve geleceği kasabada yakalayamayacağını, istikameti hep büyük şehir güzergâhlarında kovalayacağını biliyor. Bir erkek için babanın ölümü psikanalizin içinde bir şekilde anlamlandırılır. Oidipus, babayı öldürme arzusu, vs... Romanın kahramanı hem bu sınırların içinde geziniyor, hem de duygularını ele vermekten kaçınıyor. Neden? Babayla sıkı bir kavga, sıkı bir yüzleşme beklerken, sanki kendini kollayan, çekingen bir çocukerkek, sizin kahramanınız. Burada okurun abartılı bir talebinden mi söz etmeliyiz, yoksa insanın anne ya da babasıyla yüzleşmesinin olanaksızlığından mı? Büyümeyen bir toplumun evlatlarıyız hepimiz. Haliyle, hiçbir krıtik dönemeçte sahici biçimde kendini ele vermeye ulaşamadığımız gibi, hiçbir şeyle hesaplaşamıyoruz da. "Baba" her şeyden önce "otorite" demek ve bu, bize doğumumuzdan itibaren dayatılıyor. Hele ki ataerkil bir kültürün asal öğesi olarak. Sonra da öğretmen, usta, amir, patron ve devlct katlarına baş eğmc olarak devam edip gidiyor bu otoriteye karşı uysal kalma "terbiye"si. Yunan yönetmen Theo Angelopoulos, filmlerinde baba temasını (azla irdelemesiyle ilgili bir soruya, "Geleceğe giden yolumuzu ancak bir baba figürü arayarak bulmaya çahşır ve duygusal dcngcmizi ancak böyle koruruz," şeklinde bir karşılık verir. Bizdeyse bunun tersi geçerli gibime geliyor, şu "baba figürü"nden bir kurtulsak, rahat edeceğimizi varsayıyoruz, fakat onu gömüp devreden çıkannca ortada sap gibi kalmamamızı sağlayacak "esaslar"dan da yoksunuz. Sonuç, ne kavga, ne yüzleşme, "hepsi de çocukadamdan müteşekkil erkekler diyarı" bir Türkiyc. Babanın varlığı ve yokluğu ne ifade ediyor, bir erkek için... Varlığı, vesayetin devamı; yokluğu, yönsüzlük ve ufuksuzluk. Romanda oğul, mezarlıktaki tören bitip de herkes bayır aşağı arabalara yöneldiği sırada, "Babanın ölmüş olmasının bıraktığı duygu iyi gelmişti oğla; ruhu serbest kalmış, aklı vesayetten kurtulmuştu," dese de, biliyoruz ki boş bir retorikten ibaret, bu ağdalı cümle. Kasabanın yaşamı durağan, sanki hiçbir şey değişmiyor, hayat akmıyor... Harekethalinde olan tek şey ölüm. Gençlik o kasabadan gitmek ister, yaşlılık o kasabada ölmek. Sizin için kasabada yaşamak ne demek? Bu, her şeyden önce ve benim nab/ını bildiğim tek coğrafya olarak Ege'nin dinginliğini yansıtan ve eceliyle ölen bir adamın cenaze töreni. Baştan sona sükunet. Ölümü, allayıp pullamadan, basitçe "bir geçiş hali" olarak yaşayan insanlar. Akrabalan olan adam iki metre ötede cansız yatarken, rahat bir dille geçmişteki ve etraflarındaki başka ölümlcrden bahseden, hatta gasilhanenin bir sokak ötesinde kerhaneye ilk nasıl geldiklerinden bahseden erkekler, tarla kenarında tesadüfen rastladıkları ölünün hcmen çenesini nasıl bağladığını anlatmaya koyulan teyzeler, sorgusuz sualsiz takvimi tamamına erdirilen bir hayatölüm mecrası. Ne modernleşme sıkıntıları, ne zamana yetişme kaygısı, ne manasız koşuşturmalar; büyük kentler benliğimizi dürtüp kışkırtan "ufuk imkânı"nı sunmayı vaat etmese, "yat aşağı, bekle sonu" demekten hiç gocunmayacağın bir yer, kasaba (ya da köy). Benim (artık has bir kentli) içinse, on gün sonra dinginliğın afakanlar bastıracağı bir kısıtlılık hali. # Yazarak kaos teorisi üretiyorum Y Kadir Aydemir ağmurlu bir gün içinde, bir şairle ilk kitabını konuşmaya gidiyorum. Ses kayıt cihazımın pilleri ıslanmış, trafik de var, yetişmek gerek. Stres dolu insanların yüzleri, yaşlılar, birbirine bağıran şoförler, klakson sesleri... Yağmurun sesini dinlemeli, çekilip; oysa bu hengâmede şiir üzerine konuşmak delilik gibi geliyor birden bana. Deniz Durukan'la buluşuyoruz, şiirlerini ta dergilerden severek okuduğum bir şair. tlk şiir kitabı "Şakağına Daya Beni"yi okuduktan sonra dilimde kalan tat, şiirin yalnızlık olduğunu bir kez daha anımsatıyor bana ve basıyorum kırmizı düğmeye: Bir şiir kitabı için gergin bir isim... "Şakağına Daya Beni"... Neden bu isim desem? Baş ağrısı gibi bir şey bu asknda. Kendimi öne atarak herkesin içindeki o ağnyı ya da yaraları hedef gösteriyorum. Kendimi hedef göstermemin altında da annelik dürtüsünün yattığını sonradan fark ettim. Çocuğu için öne atar ya anneler kendini, öyle bir şey. Annelik belli bir gerginliği taşır. Ve o gcrginlik yaşam boyunca peşinizi bırakmaz. Kendimden yola çıkarak irdelediğim; modern hayatın getirdiği gerginlik, bireyin her anlamda işgal edilişi gibi birçok şey "Şakağına Daya Beni" cümlesiyle silaha dönüşüyor. Ya da sen silah oluyorsun. Deniz Durukan şiirinin ana izlekleri şiddet, hırçınlık, günlük hayata başkaldırı, öfke... Hepsinin ortasında bu keskin ayrıntıları yaşayan bir kadın... Bu kitabın "öfke dolu" yazılış sürecini merak ediyorum... Şiirlerimde gördüğünüz şiddet, hırçınlık, başkaldırı; var olan, öngörülen gündelik gerçekliğe, yozlaşmaya karşı aşırı uyarılmış birinin tepkisi. Var olanı tersine çevirme isteği. Buna öfke de diyebiliriz elbette. Şiirde cüretkâr ve cesaretli olduğunuz seziliyor. Bir anne, kadın, şair, yazar, müzik eleştirmeni olarak, bu çok kimliklilik içinde böylesi çılgın dizeleri bir araya getirmek sizi yordu mu? Bu soruyıı karşı cinsten birine sormazsınız. Oysa o da bir baba, eş, yazar ya da şair olarak karşınıza çıkıyordur. Bu anlamda fark yok onlarla aramızda. Erkekler bu kimlikleri ve hayatı nasıl sırtlanıyorlarsa, biz de aynı şekilde sırtlanabiliyoruz. Bunca kimliğin birbiri içine geçmesi beni yormuyor, sadece çelişkilerimi arttırıyor. Bu çelişkiler de gelişim sürecimi hızlandırdı. Ancak bütün bunlar kişilik bölünmesine neden olmuyor değil. O çılgın dediğiniz dizeler, farklı üçbeş rolün ya da bakışın bir bedende toplanmasının sonucu. HER ŞAİR BİRAZ YALNIZDIR... Rahat dizeler, açık cinsellik... Günümüz şiirinde bazı şairlerin kaleme almakta zorlanacakları bir şiirin izini sürüyorsunuz, kendinizi bu anlamda yalnız hissediyor musunuz? Yazdığım şiirden dolayı kendimi diğer şairlerden daha yalnız hissetmiyorum. Evet, bir kadın olarak dizeleri bu kadar rahat ve çekincesiz kullanmam belki şiirimi ayrı bir yere koyuyor, ama sonuçta herkes kendi şiirini yazıyor. Dolayısıyla her şair yazdıklanyla kendi yazgısını da belirliyor. Şairlerin, yazarlann hemen hepsinde yalnızlık, huzursuzluk ve sıkıntı vardır. Yalnızlık yazma eylemini besler, insanı özgür kılar. Bir anlamda şiir yalnızlıktır, ne Deniz Durukan'm İlk şiir kitabının ismi bir hayli sert ve hırçın: "Şakağına Daya Beni". Durukan bu hırçınlığı doğrularken bunun bir başkaldırı olduğunu söylüyor. Gündelik gerçekliğe, yozlaşmaya karşı bir başkaldırı. Şiirindeki cüretkârlığı ise anneliği ile bağdaştırıyor. Anneler çocuğu için kendini öne atar ya, bu da öyle bir şey. yazarsanız yazın, yazdığınızla baş başa kalırsınız. Şiirin ya da yazmanın getirdiği yalnızlığın dışında, yaşamın içindeki devinime ya da dinamiğe ayak uyduramamaktan kaynaklanan başka bir yalnızlığım daha var; hiçbir şeye ait olamama hissi... Sanki biraz azınlığım bu hayatta. Peki, kent hayatının sıkışmışlığı, tekdüzeliği şiirinizi nasıl etkiliyor dersiniz? Bence kent hayatında tekdüzelik yok. Aksine bir yoğunluk ve hareket var. Bu da bana hız ve ritim katıyor. Asıl derdim hız. Sanırım bu hız duygusunda ısrar etmem, biraz önce söylediğim şeyden, yaşamın içindeki devinime ayak uyduramamamdan kaynaklanıyor. "Koş Lola Koş" filmindeki Lola'nın koşusu, yetişme derdi, zamanı geriye sarması, sonra ileriye atlaması, daha doğrusu zaman içerisinde bir ileri bir geri sıçraması beni çok etkilemişti. Yaşamın içindeki harekete karşın gündelik hayatın tekdüzeliği ya da kapana sıkışmışlık hissi bende kaos yaratıyor. Ve o kaosu seviyorum. Şiir yazarak da sürekli kendime yönelik bir kaos teorisi üretiyorum. "Şakağına Daya Beni" ilk şiir kitabınız... Bir nesne olarak kitabınız, şimdi nasıl görünüyor size? Gündelik hayatımda nesnelere çok bağhlığım olmadığı için, şiirde de nesneye karşı yoğun bir bağlılığım yok. Nesne bana soğuk ve mesafeli geliyor. Üstelik hiç hareket etmiyor. Ben şimdilik kendi şiirimde nesnelerle çok sıkı bir bağ kurmadım. Dolayısıyla kitabıma bir nesne olarak bakmaktan çok, "Bu yaşama sızıyor, bu benim ruhum" diye bakıyorum. Ama şöyle bir şey söyleyebilirim; insanın giderek nesneleşmesine karşı bir tavır olarak belki de kitaptaki en büyük nesne benim. Şiirlerin seslendiği bir erkek var "Şakağına Daya Beni "de; kadın imgesi sorular soruyor, tespitlerde bulunu yor... Aşk ve yaşam üzerine derin saptamalar bunlar. Sadece aşka ait değil bu metaforlar, ama aynı zamanda da aşkı çürüten bir yapıya sahip. Bu kitapta aşk kadar yalnızlık da var... Doğru, aşk aslında tam tersi gibi görünse de, yalnızlığı çoğaltır. Aşk yanıltır! Aşkın temelinde bütünlcşme isteği, diğer yarını arama nıeselesi var. Dolayısıyla aşkı bulduğun kişide, kendi diğer yarını da bulmuş olursun. Aşk narsisizmdir bir ölçüde. Insan en çok kendini sever, o aşkta da kendini arar. O nedenle yıkıcıdır aşk, aldatıcıdır. Aşkın başlangıcında da, sonunda da hep yalnızlık vardır. Kim bilir, belki de aslolan yalnızlıktır! • [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle