02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 9 EKİM 2005 / SAYI 1020 PAZARIN PENCERESİNDEN Cazip rekorlar Selçuk Erez ir siire önce Burdur'da, bir stadyumda toplanan 20328 kişi, "Guiness Rekorlar Kitabı"nda yer almak için Sümer Ezgü'nün söylediği "Hadi gali sen de gel!" türküsünün eşliğinde hep beraber "Teke Zortlaması" oynadılar. Bu rekor denemesinde Burdur Valisi, II Jandarma Komutanı, milletvekilleri de hazır bulundular. Guiness rekorlar kitabını hazırlayan kurumıın Türkiye fahri temsilcisi olan Prof. Kural, kitapta bugüne kadar Türkiye'den maalesef sadece 13 rekor kaydedildiğini, bunların arasında en uzun burunlu insan, en uzun çamaşır ipine en çok çamaşır serme gibi birinciliklerin yer aldığını açıklamış. Prof. Kural, Antalya'da Akdeniz Üniversitesi'nin 1983 öğrencisinin "Dünya barışını korumak için" aynı anda balon patlatma girişimlerinin de bu kitapta yer alma olasılığının yüksek olduğunu müjdeliyor. Bu ulusal davaya katkıda bulunmak gerek. Ülkemizi bundan böyle rekor kıranları bol ülkeler düzeyıne ulaştırmak için hangi girişimler ve özelliklerle kitapta yer alabileceğimizi düşünmemiz gerekir. Bu amaçla dostlarımız arasında yapmış olduğumuz küçük bir anketin sonuçlarını başarı dileklerimizle sunuyoruz. Şu rekorları kırmamız işten bile değildir: En çok "komplo"ya uğramış manken rekoru. En çok nota bilmeyen ve "top ten" listelerde yer alan pop şarkıcılar rekoru. Su içseler bile şişmanlayan hanımlar rekoru. Resmi toplantılarda en çok uyuyan bakan rekoru. Meclis aJbümünde bildiği belirtilmiş yabancı dilleri en çok konuşamayan milletvekilleri rekoru. En çok intihal yapan öğretim üyeleri rekoru. Maaş almak için bankalar önünde oluşturulan en uzun emekli kuyruğu rekoru. En çok okunmayan "bestseller" yazarı rekoru. Yatırım yapmaya kalkışanların yerine getirmeleri gereken (resmi ve gayrı resmi) işlemlerin sayısı rekoru. Düğünde havaya ateş edince kurşunun yeniden yere inmeyecegini düşünen magandalarin işledikleri cinayet rekoru. "Yürüulan!" "Hadi görüşürüz" "Hey naber?" "Önüne baksana hıyar!" gibi mesajları trafikte kornayla anlatabilme rekoru. Televizyon kanallarında "bilkazan" programlannda Haydn ve Çaykovski'yi ve diğer Batılı bestekârlan (aynı zamanda Amerika'nın başşehrini ve eski cumhurbaşkanlarımızı da) en çok bilmeme rekoru. (Bunlara Fatih Sultan Mehmed'i "köprü" sanmak da eklenebilir) Ilkokul kızlarımızdan kaabilse sınıftaki tüm kızların katılmasıyla en yüksek desibelli "cıyak" rekoru. Ulusal katkı listemiz tabii ki bunlardan ibaret değildir. Bu listeye daha nice katkılar yapılabilir. Milli çıkarlarımız, sadece katkıda bulunmakla kalmamamızı, aynı zamanda yeryıizünün çeşitli bölgelerinde olur olmaz konularda rekor kırmaya kalkıp hak ettiğimiz yerleri kaprnak isteyenlere de engel olmamızı gerektirir: Mesela oluşturduğu sabun köpüğüne sekiz kişi sığdıran Amerikalının denekleri arasına karışıp aniden hapşırmak, en çok dondurma yeme rekoru kırmaya kalkan Japona girişimi sırasında mide bulandırıcı öyküler anlatmak, çenesinde üst üste dizdiği bira bardaklarıyla deneme yapan Almana aksırık tozu püskürtmek gibi önlemler düşünülebilir. Artık ülkemizin bu kitapta sadece 13 rekorla temsil edildiğine üzülmemek gerekir. Bu yıllarca sürmüş bir ılgisizliğin sonucudur ve Türkiye artık eski Türkiye değildir: Son zamanlarda yurdumuzdan her gün en aşağı üç başvuru yapılmaktadır. Buna göre biraz gayretle eğer Rekor Kabul Komisyonu'nda Avusturyalılar yoksa bu rekor kitabında layık olduğumuz yeri ergeç kaplayacağımızdan kimsenin kuşkusu olmamalıdır! • AŞK, İHANET VE KEŞMİR Soytarı Shalimar... Salman Rüşdi'nin bu son romanı henüz Türkçeye çevrilmedi ama yayınevleri kitabın peşinde. Rüşdi, Keşmir'de çok kültürlülüğü bozan çatışmaların üzerine inşa etmiş romanını. Anlaşılan bir yazarın politikaya yumuşak elini bulaştırmaması ona göre değil....N kenin aracılığı olmaksızın, bu iki ülkenin bir uzlaşmaya varması nerdeyse olanaksız. Asıl yapılması gereken şey bu bölgenin askerden arındırılması. 900 bin Hintli asker, 700 bin Pakistan askeri ve onca mücahitin olduğu bir yerde barıştan söz etmek abes olur. Yazarların kırılgan, yumuşak ellerini politikaya bulaştırmamaları gerektiğini savunan bir düşiince akımı yok mu? Böyle bir akım bana göre değil. Bu özelliğiniz fark edilebiliyor. Peki neden size göre değil? Benim kaleme aldığım kitaplar tam anlamıyla siyasal içerikli kitaplar değiller. Bunlar özel yaşamlarla kamusal sorunların kesişmesini konu alan, kendi yazgı ve yaşamımıza ne ölçüde egemen olduğumuz, kendi dışımızdaki güçlerin bizleri ne ölçüde yönlendirdiği gibi soruları soran türde kitaplar. Bana kalırsa, modern çağda bu ikisi arasındaki denge bozuldu ve denetimin elden kaçması daha ağır basmaya başladı. Kişiliklerimiz artık tümden yazgılarımızı yansıtmıyor. O uçaklar binalara çarparken, içlerindeki insanların kişiliklerinin hiç önemi yoktu. Size karşı öne sürülen fetvanın ne konumda olduğunu sormadan geçmek olmaz sanırım. Durum şu ki, aradan yedi yıl geçmesine karşı bana herhangi bir güvence sağlanmadı. Oyle ki, bana göre tüm bunlar artık geride kaldı. Kendime yeni bir sayfa açmak için, doğal olarak, büyük bir çaba harcadım. Şimdiden yaşamımın dokuz yılına mal oldu. Dileğim, bundan sonrasını çok daha farklı bir biçimde geçirmek. "Shalimar"ın ilk sayfasında Klingon'larla ilgili bir satır yer alıyor. Böylesine popüler bir göndeımenin yapıtınızı belli bir zaman dilimine oturtacağından kaygı duymadınız mı? Olabilir. Nelerın kalıcı olacağını önceden bilemezsiniz. Bana göre roman güncel olduğu denli, sonsuzlukla da ilintili. Asıl güç olan da, bu ikisi arasındaki dengeyi kurmak. Klingon'ların sandığımızdan daha kalıcı bir etki yaratacağından kuşkuluyum. Klingon'lardan söz etmişken, oyuncu ve fotomodel olan eşiniz Padma Lakshmi de "Uzay Yolu" filmlerinden birinde rol almamış mıydı? Evet, aldı. "Enterprıse" adlı bölümünde sanırım evrenin büyük bir bölümüne sözünü geçiren uzaylı bir prenses rolündeydi. Filmin bu bölümü fena değildi, ama benim en sevdiğim "Next Generation" oldu. Benim de öyle. Ancak, eşinizin muhteşem olduğundan kuşku yok. Kuşkusuz öyle. Evrenin imparatoriçesi olmak için yaratılmış biri o. • Time'dan çeviren: RÎTA URGAN B S alman Rüşdi, Humeyni tarafından ölüm cezasına çarptırılmasa ve Kyle Minogue gibileriyle ahbaplık kurmasa, salt dünyanın yaşayan en büyük yazarlanndan biri olarak ün kazanacaktı. Time dergisinden Lev Grossman kendisiyle yaptığı söyleşide yazarın geçenlerde Britanya'da yayımlanan son romanı "Shalimar the Clown= Soytarı Shalimar", Keşmir bunalımı, trajedinin doğası ve Klingon ırkının geleceği gibi konulardaki görüşlerini aldı. Sonradan katil ve terörist olan bir adamı konu alan bir roman kaleme almak sizce empatinin sıra dışı bir dışavurumu değil mi? Öyle denilebilir. Romanm kahramanı başında son derece düzgün bir genç delikanlıydı. Hep öyle değil midir? Yaşam süreci ıçinde giderek bu özelliğini yitirmeye başlar. Romanımdaki karakterlerin basit bir sınıflandırmayla iyi ya da kötü yaftası yapıştırılamayacak, okurun bir yargıya varmadan önce onlarla arasındaki ilişkiyi kafasında tartmasını gerektirecek türde kışihkler olmasını ıstedım. "Shalimar" gülünç bir roman olabilir, ama insanı neşeye boğduğu pek söylenemez. Kahramanlar sürekli olarak siyasal ve tarihsel güçlere karşı bir savaşım veriyorlar, sonunda üstün gelen de bu güçler oluyor. Kanımca kitapta yaşananlar büyük ölçüde bir trajedi niteliğinde. Karakterler bağlamında roman ihanete uğramış bir aşk öyküsünü, onarılması olanaksız bir yürek yarasını konu alıyor. Aynı biçimde, bir zamanlar farklı kültürlerin uyumlu bir harmanı olan Keşmir kültürünün de neredeyse onulmaz bir biçimde zarar gördüğüne inanıyorum. Bana göre gerçek trajedinin özünde bir şeylerin en iyi niyede bile onarılamayacak biçimde parçalanması ve bu parçalanmışlığın öylece kalması yatıyor. Batılılar Keşmir'e yardımcı olmak için ne yapabilirler? Hindistan ile Pakistan arasındaki karşılıklı güvensizlik öylesine akıl almaz bir boyuta ulaşmış durumda ki, üçüncü bir ül Desen: Hakan Çelik Imran Ayata'nın 'Hürriyet Love Express' romanı Almanya'nın en büyük yayınevinden çıktı Osman Çutsay Almanca yazmak ve farklı olmak A lmanya'nm en büyük yayınevlerinden "Kiepenheuer&Witsch"te öyküleri yayımlanan Türk Alman yazar îmran Ayata, Almanya'da artık çok farklı bir kuşakla karşı karşıya olduğumuzu hatırlattı. Ayata, kimilerinin "üçüncü kuşak" dediği, Almancayı iyi kullanan, iyi okuyan, yazan, ama Türkçeyle de yakın akraba bir insan grubunu temsil ediyor. Ayata, bir süre önce yayımlanan ve Alman yazınında ilgiyle karşılanan "Hürriyet Love Express" kitabından hareketle, dünyaya, Almanya'ya ve edebiyata bakışını anlattı. Siz Almanca yazıyorsunuz. Sizden önceki kuşaklardan çıkıp da her nasılsa Almancaya girebilmiş, hatta kırık da olsa Almanca yazabilen kuşakla aranızda ne gibi farklarınız var? Bu "ötekilerle" siz, nerelerde birbirinizden ayrı diişüyor/düşünüyor ve ayrı yazıyorsunuz? Ben bu konuda belki biraz "naif" düşünüyorum; edebiyatı, yaşanan koşulları ve içinde olduğunuz veya düşlediğiniz dünyaların yansıtıldığı bir tarz olarak görüyorum. Sözünü ettikleriniz çok farklı sosyalizasyonlardan ve dünyalardan geldi. Ortak yanlarımız var tabii ki: Mesela Almanya'daki ırkçılığı bilmek gibi. Ama bu algüama bile muhtemelen farklıdır. Saygısızlık etmek istemiyorum ama, bazı şeyleri daha bir iç içe yaşadığımı düşünüyorum. Alman solu ve kültürel oluşumlarının içinde yer aldım. Aksansız ve hatasız bir Almanca konuşuyorum, ama bunun ukalalık olarak anlaşılmasını istemem. Bilakis benim yazı tarzım elbette andığınız yazarlardan farklı olmalı. Pop kültüre olan ilgimi yazıya da taşıdığım bir gerçek. Hepsinde değil ama, o kuşağın bazı yazarlarında sanki Türkçeden çeviri gibi geliyor, metaforik, dil Türkçe düşünülmüş, hissedilmış, ama Almanca yazılmış... Ama ben her şeye rağmen o kuşağa çok saygı duyanm. Biraz da onların sayesinde bizler varız. Aklının arka odalarında Türkçe lambalar yanan bir yazarsınız. Bu, acaba sizi, çağdaşınız Alman yazarlanndan farklı mı kılıyor? Ne gibi farklar görüyorsunuz bu "Almancanın yedi kuşak yerlileri" ile kendi aranızda? Ben kendimi Alman yazarlardan çok farklı hissediyorum. tlgilendiğim konular ve yazın tarzım farklı. Belki de en önemlisi de şu: "Hürriyet Love Express"teki öyküler Alman yazarlarınkinden görece daha siyasi. Almancanın olanaklannı ve sınırlarını, yapıtlarınızı kurarken ve yazarken hangi zamanlarda, hangi noktalarda fark edebiliyorsunuz? Bu, sizde ne gibi duygulara neden oluyor? Sadece kendim için söylüyorum: Almanca daha teknokratça bir dil; anlatımda "aynntıya yönelik titizlikler" için yararlı bir dil. Metaforik olarak ağır ve zengin kelimeler sanki daha az gibi, ama bir "Leidenschaft" sözcüğü örneğin, "manyak bir istisna"dır. Duygtüan, burada özellikle hüznü ve aşkı, yazına dökünce Almanca bana sınırlı geliyor. Yahu "karasevda" ve "delikanlı" kadar güzel şeyleri Almancada halen arıyorum. Belki şöyle diyebilirim: Duygunun daha ön planda olduğu bölümlerde Almancanın sınırlarmı hissediyorum var. Alman edebiyatı içinde size, "Kanak" başlığı altında anılan yabancı kökenli ve Almanca yazan insanlara nasıl bir yer verih'yor? îzninizle kendimi bu sorunun dışında tutmak isterim. Bir kitap yayımladım diye, kendimi hemen yazar kabul etmiyorum. "Kanak" yazarların yaptıklarının artık "sağlıklı" bir ilgiyle izlenildiğini düşünüyorum. Hatta burada bir "bonus" (avans) olduğunu zannediyorum. Bu aslında güzel bir şey değil, bir anlamda "olumlu ayrımcılık" gibi bir şey. Benim için en güzeli, çalışmalarımızın herhangi bir önyargı olmaksızın değerlendirilmesi olurdu. Ama buna daha çok HAYATIN ZENGİNLİKLERİ... tmran Ayata, 1969 Ulm doğumlu. Frankfurt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Bölümü mezunu. Oğrencilik yıllarından başlayarak birçok dergi ve ortak kitap çalışmasında Almanca ve Türkçe yazdar yazdı. Halen bir halkla ilişkiler ve reklam şirketinin Berlin yöneticiliğini yapıyor. Ayata, Feridun Zaimoğlu ile birlikte Almanya'da geçen yıllarda çeşitli tartışmalara neden olan "Kanak Attak" girişiminin de öncülerinden... Oykülerinizde insanın derinliklerine yönelmek kaygısı göze çarpmıyor. Daha çok gün yüzüne çıkmış bir "yaşam acelesi" ve Türkçeden güç alan bir nuzah ya da ince bir hüzün dikkat çekiyor... îlk kitabımm "konsepti" böyleydi, farklı dünyaların insanlarını anlatmak istedim, onların güncel kavgalarını, sevinçlerini ve hüzünlerini. Güncelliği ben çok önemserim, güncel hayatın zenginlikleri karşısmda halen şaşırmaktayım. Son bir soru, seçîm sonuçlarını nasıl görüyorsunuz, özellikle de Türkler açısından? Bence Türkler kendilerini olduklarından daha önemli görüyorlar. Türk medyası ve Türk kamuoyu, seçim kampanyalarının en önemli konusu olarak Türkiye'nin AB üyeliğini savundu; böyle propaganda etti. Ama bu, hiç de öyle olmadı. Ben bu Türk histerisini ve kendi kendisini aşırı önemsemeyi, doğrusu tahammül edilmez buluyorum. "Türk avansı" dışında, yani Türk olmak dışında ortaya bir şey koymamış olmak, bence yoksullaştırıcı bir şey. •
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle