Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ÖYKÜDENLİK… Anlatıdan sızan insan acısı… Geçmiş bütün zamanlar boyunca yaşadıklarından sızdırdığı acılar, insanların anlatılarına yansıdı hep. Bilim onun acılarını azaltıp gidermeye çabaladı belki ama sanat insanı sağaltıp dengelemeye çalışıyor daha çok. Öyle ya acıyla başedilmesi de bir yol değil midir? A cılar, insanların genetiğinde kuşaklar boyu birbiri üzerine kaydedilen şifrelemeyle yaşanıyor. Bütün coğrafyalarda anlatılar, kısık ateşte pişirilip öyle demleniyor, koyuldukça koygunlaşıyor, unutulmazlaşan diziler halinde yüzyılları binyılları aşarak yol alıyor. Sonuçta bu, söz konusu acıya alabildiğine derinlik katarken bir büyük güç de kazandırıyor aynı zamanda. Nitekim dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dilden, kültürden, dinden, milliyetten vb. gelirse gelsin soy yazarlar, bu acıları terennüm etmeyi de çözüm olarak görüp bunun üzerine kurdukları büyücülükle oturup yazmaya girişiyor. Bizde Yaşar Kemal’in, “anlatı” olgusunu temellendiren, neredeyse yasaya bağlayan o sözü unutulabilir mi: “İnsanlar hikâyeler uydurmağa, uydurdukları hikâyelere inanmağa, inandıktan sonra büyük bir esriklik içinde başkalarına anlatmağa, onları da inandırmağa can atarlar…” (Yer Demir Gök Bakır, Güven, 1966, 275) İnan Çetin’in Vadi (YKY, 2020) adlı romanını okurken Yaşar Kemal’i düşündüm elimde olmadan. İnan da, Yaşar Kemal’le örtüşen tutumla, insanoğlunun “en iyi silah(ının) anıları” olduğunu vurgulayıp bizi irkiltiyor daha girişte. Buna göre insanı ayakta tutan“acı”, “yaşam değil, ölüm” tarafından sanatın da değirmenine su taşıyan bir üretime dönüşüyor. Sonuçta insanın acısı, yine insana sunulan “bir armağan” olup çıkıyor (24, 27, 29), “Gerçeğin sonsuzca saklandığı tek yer bellek” halinde. (104) Üç yüz sayfalık yapıtın yaklaşık dörtte biri, böylesi anlatı harmanıyla buluşturuyor bizi, kurduğu büyüyle de yerimize mıhlayıp peşine takıyor. ANLATISIYLA İNAN ÇETIN… İnan Çetin, bundan önce yine YKY tarafından yayımlanan Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise (2013) adlı roma nıyla Kureyşin Kurtları (2015) başlıklı öykü kitabında, bugünkü anlatısal düzeyine ulaştığını göstermişti bize. Yazar, köksalkım göndermeleriyle gelişen burgaçlı bir damar üzerinde kuruyor anlatısını. Buna göre öyküroman son yapıtlarında anlatının anlamsal bütünlüğünü öne çekiyor İnan, tayf havasındaki kaydırma eylemiyle bunu ağırlaştırıp öyle sürdürüyor. Böylece salkım hikâyeler eşliğinde döngüyü tamamlarken yeğnileşmeyi engelliyor, metni sıkıştırıp anlatıdaki doygunluğun yayılmasını, etkinin yoğunlaşmasını sağlıyor. Gerçekten de Vadi’de, o ilk bölüm, öylesine belirgin bir etkiye yol açıyor ki, üstelik yansıtımda onca puslandırmaya karşın, özellikle tül gerisinden aktarılan “katliam” gerçekliği, anlatıda buna geri dönülüp yinelemeye girişilmediği halde yine de insani ürpertisini bir ağır yük olarak anbean okur sırtına bindirebiliyor. Bunu yazar, Hozat çevresinde yaşanan büyük katliamdan biri annesinin kanıyla hayatta kalmış bebekle, onunla doğumdaş bebeğini yitirmiş, ama yaşayan bu bebekle yeniden hayata tutunmuş annenin romana yayılan taşıyıcı etkisiyle başarıyor. Öte yandan bu anlatının açık biçeme dayalı olduğunu da eklemek gerek. Öyle ya okurla içlidışlı kurulan, onca bilgi paylaşıldığı halde büyüsünü yitirmeyen anlatıda, bütün roman boyunca bu sıkılama kendisini koruyor zaten. YAŞANAN ACIYI “VADI”YLE KURGULAMAK… Annesi ölen bebek Hidayet’tir, ne ki hayatta kalan anne Pervane, ölen bebeğinin adıyla sarılacaktır ona: Suphi. Bu, yeniden yaşama bağlanmaktır: “Adı Suphi olacak. Bugünü hiç yaşamamış olacak, hiç.” (44) Bu yüzden Pervane, “tüm gücüyle mücadele edip hayatta kalabileceğini, yaşayabileceğini, bir gün burada, bu derin vadilerle çevrili topraklarda nasıl bir barbarlığın yaşandığının tanığı olup ortaya çıkarabileceğini düşün(ür).” (27) Çünkü “bu unutuşun sonsuz olamayacağını bil(ir)” Pervane. (50) Pervane’nin “içinde (de) bir vadi açılmıştı(r)”. (34) Bunları yaparken folklorik değerler dizgesiyle, Alevi kültürünün inançdeğer kavrayışıyla, ahlaksal (etik) düşüncesiyle de tanıştırıyor bizi yazar. Bütün bunların tam da ortasından, üstelik bir “çokdillilik” (96) kültürüyle aşka bakıyoruz yanı sıra. Vadi, bu ilk bölümdeki anlatı sonrasında 1939 baharıyla birlikte, yeni Ankara’nın yarattığı havayla, “açılan kanatlar gibi genişleyip gelişen Cumhuriyet’in başkentinde” (123) farklı bir yaşama evrilecektir. Pervane de zaten “Cumhuriyet’in tüm ülkede gerçekleştirdiği devrimlerin kişisel bir kopyası olup çık(mış)tı(r)” (147). İkinci bölüm, bir Ankara romanı olarak da okunabilir bu nedenle. Ama üzerinde durulması gereken, yapıtın siyasal roman bağlamında dikkate alınması gerektiği kuşkusuz. Üçüncü bölüm, genç Suphi’nin 1960’ta öğrenim için Almanya’ya gidişiyle farklı kültürlerden insanların da katıldığı bir harmanlama getirir okurun önüne, ama Ankara geride değildir yine de. Suphi, bu arada geçmişte yaşanan katliamı değilse de “[B]eklenmedik bir darbeyle afallamış” halde, ölen Suphi’nin yerine kendisinin geçirildiğini öğrenmiş, “hikâyesinin peşinden gitmeye karar” (192) vermiştir. Pervane, Suphi’ye, “Biz, yaralı nesiliz, oğlum,” (214) der. Suphi’yse Alman eşiyle, “bir gün hiç bilmediği doğduğu topraklara gidebil(meyi), toprağın güçlü ve koyu ruhuna sığınabil(meyi)” (198) hayal eder. “Kendi hikâye(sini)” (264) çekecektir Suphi. Bu son bölüm örtüşmeyi simgeler bir bakıma, belgeselle taçlandırılarak. Buna roman boyunca eşlik eden pek çok merkezkıyı hikâyeyle birlikte, bir televizyon dizisi kuşatıcılığında üstelik. Sonuçta İnan Çetin, 1938’den 80’lere uzanan sivil bakışla yapılandırılmış, kıvrak hazla okunan bir cumhuriyet romanıyla buluşturuyor bizi: Vadi. n Hatice Kocabay; “Halaza”… H atice Kocabay’ı ilk kez okuyorum. Sosyolojiden edebiyata uzanan yazarın ilk öykü kitabı Halaza (Eksik Parça, 2019). Halaza, göver (göğer) gibi sözcüklere yabancılık duyanlar, ışıltı çakım yayan öyküleri okurken buna benzer pek çok sözcükle karşılaşacak daha. Say say, sıralamakla bitmeyecek ölçüde hem de. Dilimizin zenginliğini ele veren bir şenlikle karşılaşacağı öngörülebilir okurun. Böyle bir öyküleme enikonu zorlama getirebilir belki, çünkü zenginlik yanında dilsel yoğunluk da katılınca, bir karmaşa çıkmıyor değil ortaya. Ama sonuçta bunun farklı bir öyküleme olduğu da açık. Zaten yazar deneysel açılımlarla da kol kola hep. Öykücülüğümüzün kimi farklı örnekler dışında tümüyle küçük insanların hikâyelerine özgülendiği biliniyor. Hatice de onlardan. Ne ki kendi bakışıyla bir yol tutturmaya çabalıyor onları anlatırken. Nitekim alaysamalı, yer yer meddah ağzından dökülüyormuşçasına mesel, masal havasında yer yer grotesk, kara anlatı çağrışımı uyandıran modern metin karışımı bir öyküleme bu. Ağır, içli dramlarını paylaşırken küçük insanların, bunları kestirmeden deyivermek gibi bir işe kalkışmıyor yazar, onları anlayıp dinliyor iyiden iyiye, sonra iç dünyalarıyla dıştan harmanlayıp farklı biçemle yoğurmaya girişiyor. Hatice Kocabay, bundan böyle de dikkatle izleyeceğim bir yazar olacak. www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor. 12 19 Mart 2020