Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
KUTLUKHAN KUTLU O n dokuzuncu yüzyılda, yani şair Percy Bysshe Shelley’nin “Cehennem bir şehirdir, tıpkı Londra gibi” dizesini yazdığı asırda, sanayileşme Londra’yı bambaşka, yepyeni ve kimsenin henüz tam da hazır olmadığı bir şeye dönüştürürken, bu şehrin içinde çok ilginç bir faaliyet düzenleniyordu. Dönüşümün görünürde talihli tarafından, yani orta ve üst sınıflardan insanlar için, öte tarafın, yani yoksulların kaldığı mahallelere turlar gidiyordu. İngiliz toplumunun muteber beyefendileri ve hanımefendileri, dikkat çekmeyecek kıyafetler giyip sağlıklı yaşam imkânları (hatta sağlıksız da olsa yaşam imkânları) ve güvenliği içler acısı düzeyde bulunan bu fakir semtlerdeki hayatı görmeye gidiyordu. Kimi içinde yaşadığı toplumu daha iyi anlamak istiyordu. Kimi için yoksullukla, hastalıkla, suçla dolu sokaklar fikrinin korkutuculuğu bir meydan okumaya, bir heyecana dönüşmüştü. Kimindeyse “öteki”nin yaşamına dair meraktan da öte, özleme benzer bir şeyler vardı. Sebep ne olursa olsun, yoksullar berbat koşullarda yaşadıkları bu dönemde bir de varlıklıların turizm konusu haline gelmişti. TUHAF BİR VAKA! İşte bu zamanlarda Robert Louis Stevenson, hem bu toplumsal vakıayı hem de aslında işaret ettiği büyük yarılmayı anlattığı epey sıra dışı bir kitap yazdı. Tuhaf Bir Vaka: Dr. Jekyll ve Bay Hyde (Türkiye İş Bankası Kültür Yay., DEX). Kitap, İngiliz centilmeni Doktor Henry Jekyll’ın toplumsal konumuna ve itibarına yakışmayacak ve ancak yoksul mahallelere giderek gerçekleştirebildiği karanlık arzularını havale etmek için bilim marifetiyle kendisinden “ikinci bir insan” yaratışını anlatır. Arzularından müthiş utanan ama onların önünü alamayan Jekyll, toplumun zannettiği kişi olamama sorununu “kötü” niteliklerini nakledeceği bir vasıta bularak çözmeye kalkmıştır yani. Sadece onun boyundan bosundan değil, unvanından ve sosyal donanımından da mahrum Bay Hyde, bencil, vahşi, toplumun isteklerini umursamayan ama bu sayede de istediğini yapabilen, arzularını pişmanlık yaşamadan gerçekleştirebilen biridir. Gel gelelim vasıta giderek bütünü ele geçirmeye, Jekyll’e baskın çıkmaya başlar. İNSAN VE YARATICI Sanayileşmeyle gelen hayat sadece yeni sistemler ve maddi şartlar getirmemişti. Aynı zamanda, Edgar Allan Poe’nun “Bilim’e” şiirinde yazdığı gibi, “şairin kalbini didik didik eden” ve “su perisini nehrinden, elf’i yeşil çimlerinden koparan” bir değişim fırtınasıyla, bir gerçeklik anlayışının, kâinatı bir algılama biçiminin de geride bıra kılmasına da yol açmıştı. Düşsel ve mitik olanla örülü bir dünya, yerini bilimle açıklanabilmesi gereken, rasyonel bir dünyaya bırakıyor, nitekim bu fikirler Charles Dickens gibi çağın büyük gözlemciyazarları tarafından eserlerinde kayda geçiyordu. Tabii bir de ilahi güçlerin yoğurduğu insan anlayışının karşısına Evrim’in yoğurduğu insan fikri gelmişti: İnsan Yaratıcı’nın ayrıcalıklı, özel varlığı mıydı, yoksa tabiatın motorunun ortaya çıkardığı, hamuru canlılar mahallesinin öteki sakinlerinden farklı olmayan bir şey, bir hayvan mı? YARILAN DÜŞ İLE KATI GERÇEKLİK İşte bu ana hatlar boyunca gerçekleşen birçok yarılmaya, birçok ikiliğe gebeydi on dokuzuncu yüzyıl. İnsan ile hayvan arasında, çayır ile beton arasında, düş ile katı gerçeklik arasında… Bu da ortaya sadece, istediklerini yaşayabilmek için kendini toplumsal yargıyı umursamaz kaba saba birine dönüştürme çaresi bulan bir doktorun öyküsünü çıkarmadı… Polisiye ve bilimkurgu gibi Akıl Çağı’nın çocukları olan modern öykü türlerini de çıkardı (İlginçtir ki Bilim’e şiiriyle gerçekçi yeni dünyaya sitem eden Poe, bu iki yeni türün de öncüleri arasındadır ve tam da Gotik’in doğaüstü alemiyle bu rasyonel biçimler arasında bir köprü oluşturur). Akıl Çağı’nda insanlar öykü hayal ederken bile, mantıksızca, çocukça, hadi Dickens gibi adlandıralım, “fantezi”lerle değil, mantıkla, sağduyuyla, bilimsellikle hayal etmeye cesaretlendiriliyordu çünkü. Ancak tabii bu da bir başka yarılma anlamına geliyordu. SAHİPLİK SAVAŞI Nitekim insandaki, toplumdaki, yaşamdaki, anlatıdaki bu yarılmayı konu eden ve onun parçası olan, sadece Stevenson değildi. Çağdaşlarının onun peşi sıra gelen öykülerinde, örneğin Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nde, H. G. Wells’in Doktor Moreau’nun Adası ve Görünmez Adam’ında, Bram Stoker’ın Dracula’sında hep geride bırakıldığı sanılanla yeni yeni olunan şey arasında, toplumun görmek istediğiyle kişinin alttan alta olmak istediği arasında bir bölünme, hatta sahiplik savaşı vardır. FANTAZYA, TOPLUM VE UZAM! Stevenson’ın mirası kendi dönemiyle de sınırlı değil tabii. Kurt adam öyküleri gibi dönüşüm ya da Stephen King’in Hayatı Emen Karanlık romanı gibi fantastik kişilik bölünmesi hikâyeleri Doktor Jekyll ile Bay Hyde’ın gezindiği sokaklarda gezinir. Kaldı ki özellikle fantazya edebiyatı, bu bölünmenin bir kişi bünyesinde değil, toplum, hatta uzam ve tüm gerçeklik çapında yaşandığı öykülerle dolu. Mesela Harry Potter serisinde büyücülerin sihirli dünyası ve büyücü olmayan insanların, yani biz “Muggle”ların alelade teknolojik dünyası arasında keskin bir bölünme vardır. Benzer bir durum Londra’yı gündelik yer üstü ve gizli yeraltı şeklinde ikiye bölen Neil Gaiman imzalı Yokyer’de de görülür. Ayrıca Simon R. Greene (Nightside serisi) ve China Mieville (Kral Fare, Un Lun Dun) gibi yazarlar da tam da Jekyll ile Hyde’ın kentini, Londra’yı iki ayrı gerçekliğe bölen öyküler yazmışlardır. Sanki dönemin Batı toplumu bir dönüşümden geçerken dönüp aynaya baktı ve tıpkı istekleriyle gerçeklerini tek bedende birleştiremeyen Doktor Jekyll gibi, eski ben ile yeni beni o aynada birleştiremedi ve bunun sonucunda ayna çatladı. Ama Stevenson’a bir rüya vasıtasıyla gelen edebi icadının kendi de ikiye bölünme konusunda bıraktığı mirasla birlikte, o çatlağın içinde hâlâ yaşıyor. Viktorya Çağı Londra’sının bugün de böylesine popüler olmasının, çeşit çeşit öyküde karşımıza çıkmasının bir sebebi de bu belki: O büyük yarılmanın etkilerinin sürmesi. Nihayetinde dünyayı açıklama biçimimiz değişti diye on binlerce yıldır gördüğümüz rüyaların malzemesi pes edip gidecek değil ya... Düşlerde ve hikâyelerde hâlâ özgürce dolaşıyor, istediği sokaklara girip çıkıyor. n 24 27 Şubat 2020