Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
“Ulusal Kültür” bağlamı Türkiye’de “resmî ideoloji” biri batıcı, öteki gelenekçi olmak üzere çift başlı olduğu için “milli kültür” de bu anlayışlar arasında çekelendi durdu ve hiçbiri “milli kültür”e tam olarak nüfuz edemedi. Ulusal kültürler, salt kendi hacimleriyle, kendi içerikleriyle tartılmazlar, evrensel ölçütlerle, karşılaştırmalı olarak ve birbirleriyle alışveriş içinde gerçek değerlerini bulurlar. 1970’lerde “Milliyetçi Cephe” hükümeti döneminde Kültür Bakanlığınca yayımlanan Millî Kültür dergisinin adı, Bülent Ecevit hükümeti döneminde Ulusal Kültür oluvermişti. Ülkemizde, aslında aynı anlama gelen kelimelerin bile farklı anlamlar yüklenmesinin bir örneğidir. Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli siyasal iktidarların “milli kültür”e dönük vurguları, zihinlerde bu kavramı tarihsel içeriğinden boşaltarak, belli bir “zihniyet”e mal eder duruma düşürdü. Oysa, “millilik” ile “milliyetçilik” kökensel ilişkiye rağmen, belirgin farkları da olan iki olgu. “Kavim”lerin geçmişteki yurt edinme süreçleri alt yapıyı hazırlamış olmakla birlikte, “millet” kavramı, kategorik olarak, erken sanayileşmiş ülkelerin gümrük duvarlarını oluşturdukları 18. yüzyılda ortaya çıktı, yani bir tarihsel dönemin gerçekliğidir. Kuşkusuz sadece ekonomi alanını değil, kültürel bağlamıyla tüm alanları etkileyen bir süreçtir. Sözgelimi, ortaçağ filozofları eserlerini Latince yazarken, sonradan felsefe gibi evrensel içerik taşıması doğal olan bir alanda bile, her filozof kendi anadiliyle eser vermeye başladı. Haliyle sanat ve edebiyat, “milli” renkler taşıma konusunda daha da ötelere geçmiştir. Lenin, ünlü bir yazısında, “Marksizmin üç bileşeni” olarak “İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi, Fransız siyasal mücadelesi”ni anarken, “millet”in tarihsel gerçekliğine de, “milli” olanın aynı zaman da evrensel içerikler taşıdığına da gönderme yapmış olur. Lenin, başka yazılarında “ulusal kültür”ün sadece egemen sınıfların ürünü ait olmayıp, farklı sınıfsal öğeler içerdiğine dikkat çekerken de aynı dolayımdadır. NÂZIM HİKMET VE “MİLLİ GURUR” Nâzım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl (ek) olarak çıkardığı Millî Gurur adlı kitapçıkta, “bazı solları” eleştirerek, destanın alt anlatıcısı Ahmet’e “Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî gurur duyar” sözlerini söyletirken, Lenin’in 1914’te yayımlanan “Rusların Millî Gururu” başlıklı yazısındaki “Biz şuurlu Rus proleterleri milli şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9 / 10’unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz” sözlerine gönderme yapar. Nâzım’ın bu yaklaşımını, sol hareketi şoven milliyetçiliğin kuyruğuna takmak isteyen marjinal hareketler kendi anlayışlarına göre yorumlamaya kalkıştıkları gibi, onun kimi dizelerini, özellikle “Dört nala gelip Uzak Asya’dan...” dizesiyle başlayan şiirini, milliyetçilik ile ya da “resmî ideoloji” ile flörtüyle açıklamaya kalkışanlar da oldu. Oysa Nâzım Hikmet de, tıpkı Lenin gibi, “milli” olanın tarihsel bağlamına dikkat çekmek istemiştir. Yine, etnik kimliğini ifade konusunda belli sıkıntılar yaşamış toplumsal kesimlerin “milli” ve demokratik haklarından söz edilirken kavrama başvurmak doğal, çoğunluk kesimin kültürel çerçevesini çizerken kavrama başvurmak “milliyetçilik” ya da “ırkçılık” gibi algılanabilmektedir. Sosyalist düşünce açısından “millet” kavramı, aslında belli bir problematiği de içermiş, tartışmaların konusu olmuştur. Örneğin, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunan Lenin ile ulusal baskıya karşı çıkma konusunda özgül şartları gözetmek gerektiğini savunan Rosa Luxemburg arasında yaşanan tartışma, bunlardan biridir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Alman işgaline karşı, Sovyetler Birliği’nde “yurt savunması” tematiği, haliyle “milli” öğeler de içermiştir. “Azgelişmiş” ya da sömürge ülkelerin emperyalizme karşı direnişi, başka deyişle “milli kurtuluş hareketleri” de, sosyalist cephede heyecanla karşılanmıştır. İlginçtir, ilk kez kapitalist ülkelerde sistematize edilen ulusallık kavramı ve ulus olgusu, süreç içinde farklı ülkelerde ve konumlarda “uyanış” dinamiğinde rol oynayacaktır. ULUSALLIK VE EVRENSEL ÖLÇÜTLER Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunda “milli kurtuluş” tematiğinin rol oynadığı ilk ülkelerden biri oldu. Ancak, süreç içinde olguyu hamasi öğelerle araçlaştıran eğilimler ortaya çıktı. “Resmî ideoloji” sanılageldiği gibi tek değil, biri batıcı, öteki gelenekçi olmak üzere çift başlı olduğu için “milli kültür” de bu anlayışlar arasında çekelendi durdu, yani hiçbirisi “milli kültür”e tam olarak nüfuz edemedi. İlginçtir, Türkiye’de “enternasyonalist” sosyalistler ve “ümmetçi” İslamcılar, “milli kültür”e nüfuz etme konusunda milliyetçilerden daha başarılı olmuşlar ve ulusal kültüre ait çok sayıda kaynak, daha çok onlar sayesinde günümüze taşınabilmiştir. Yine, ülkemizde modernist edebiyatın daha çok sosyalist ve İslamcı akımlar arasında boy salması, rastlantı olmasa gerek. Ulusal kültürler, salt kendi hacimleriyle, kendi içerikleriyle tartılmazlar, uluslararası alanda, evrensel ölçütlerle, karşılaştırmalı olarak ve birbirleriyle alışveriş içinde gerçek değerlerini bulurlar. Oysa milliyetçi akımların kültüre yaklaşımı, onu sınırların içinde, yekpâre bir bütün olarak ve geçirimsiz / hamasi biçimde betimlemekle sınırlıdır. Nâzım Hikmet’in halk hareketlerine dönük “milli gurur” vurgusu, kimi şairlerin anadil güzellemeleri yapmaları, tarihsel mirasa ilgi, evrensele açılımı gözettiği sürece, ne “şovenist” bir yaklaşımdır, ne “resmî ideoloji” bayraktarlığı. Onlarda ulusal olanı tarihsel bir gerçeklik olarak kavrama, dolayısıyla kategorik bir olgu olarak kabul etme özelliği, evrensellikle iç içe geçmiştir. O yüzdendir ki, başka ulusun kültürel ve demokratik haklarından da komplekssiz biçimde söz edebilmek mümkün olmaktadır. Ulusal kültürü tarihsel bir evre olarak kabullenip içeriğini evrensel kültüre taşıyanlar, birbirleriyle çatışmazlar, tersine etkileşimleri gözetir, kültürel alışverişlerde bulunurlar. Oysa milliyetçi / ulusalcı siyasetlerin yazgısıdır, sadece karşıtlarıyla değil, benzerleriyle de çatışmak... (*) n (*) Değinilen konularla ilgili son yıllarda çok yayın yapıldı. Toparlayıcı nitelikte ikisini anımsatmakla yetiniyorum. Horace B. Davis’in sol içi tartışmalara genel bakış içeren Sosyalizm ve Ulusallık (Belge Y.) adlı kitabı ve en güncel tartışmaları içeren telif bir araştırma olarak, Umut Özkırımlı’nın Milliyetçilik Kuramları kitabı (Doğubatı Y.) 14 26 Eylül 2019