Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
JOHN BERGER’İN ‘MANZARALAR’I ‘Galiplerin korktuğu mağdurların arasındayım!’ John Berger Manzaralar ’ında, Krakow’dan başlattığı yolculuğunda, kendisinde iz bırakan birçok önemli isme, Rönesans sanatına, Klasik Dönem sanatçılarının estetik yorumlarına ve bir tarihsel sıçramayla yirminci yüzyılın sanatsal, kültürel ve siyasal süreçlerine kapı aralıyor. GÜRER MUT gurer@cumhuriyet.com.tr Y üzyılımızın önemli eleştirmenlerinden biri olan John Berger, çağına olan tanıklığının ötesine geçebilmiş kültürel bir bellek. Berger’in anlatısı ne tek başına sanatsal estetiğin eleştirel sunumu ne de toplumsal kimliğin ve kültürün analizi. Onun çalışmaları, bilge bir anlatıcının coşkunluğu ve hayata dair sarsıcı gözlemlerinin bir araya gelmesi… Ocak 2017’de aramızdan ayrılan Berger, sayısız kitabında, yaşamın acılarına, yıkımlarına, güzelliklerine ve heyecanlarına dikkat çekti. Bir aydın olarak, insanın tüm hallerine odaklandı. Yeri geldiğinde sarsıcı cümleleriyle tüm dünyadaki okurlarını derinden etkiledi. “Tarihin Sonu!” söylemlerinin içinde yeni dünya düzeninin yarattığı yıkımın, acının fark edilmesi için birçok çalışmaya imza attı. İnandığı değerleri bugüne kadar yazmış olduğu, Görme Biçimleri, Yedinci Adam, G. ve Şiirin Saati başta olmak üzere birçok çalışmasında görmek mümkün. Dolayısıyla Berger’in kitaplarına odaklandığımızda, çağın sorunlarına karşı edilgen değil, duygulu ve sorumlu bir aydın duyarlılığı sergilediğini görürüz. Denemelerinde, hikâyelerinde ve kurmacalarında farklı üslubuyla yeni yol haritaları çizerken, Erk’in gözündeki “öteki” onun anlatım sahası haline gelir. Sanat tarihine, insan ruhuna, mekâna dair incelemelerinin yer aldığı 2018 yılında yayımlanan Portreler’in ardından Manzaralar kitabı da okurla buluştu. Yazarın yayınlanan TV programları ve ayrıca, dergi yazıları ile kitap olarak yayımlanmış 60 yıllık bir birikimin ürünü olan iki çalışma, bir anlamıyla kardeş iki kitap. Berger, Krakow’dan başlattığı yolculuğuna, kendisinde iz bırakan Frederick Antal, Bertolt Brecht, Walter Benjamin, Marquez, Picasso, Roland Barthes olmak üzere birçok ismi dahil ediyor. Bu yolculuk, özellikle Rosa Luxemburg ile yaptı ğı konuşmaları, uzak kalan iki dostun dertleşmesini, özlemini ve hüznünü barındırıyor. İdeal Eleştirmen, Mücadeleci Eleştirmen başlığında ise Berger, bir yapı ustası biçimine bürünerek yol inşasına girişiyor. Eleştirmeni kişisel tutkularından, hırslarından kurtarmak istercesine… Daha sonrasında, Rönesans sanatına, Klasik Dönem sanatçılarının estetik yorumlarına ve bir tarihsel sıçramayla yirminci yüzyılın sanat ve resim dünyasına kapı aralıyor. Tarihsel Sonsöz bölümü ise ufka bakan bir gözlemcinin dikkati ve ciddiyetiyle birleşiyor. Odaklandığı manzarada, “yıkım çağı”nın değerlerini sorguluyor. İdealize edilen toplumsal yapıyı, yıkılan ama hızla çoğalan duvarları, küresel hapishaneyi yılların birikimi ve gözlemiyle tartışmaya açıyor. ROSA’YA ÖZLEM 1919 yılının ocak ayına gidiyoruz. Tüm dünyanın gözü kulağı Almanya’da patlayacak ve hızla tüm kıtayı saracak devrime… Fakat, beklenen devrim gerçekleşemeden Spartakist Birliğin kurucuları Karl Liebknecht kurşunlanarak, Rosa Luxemburg ise dipçiklerle dövülerek öldürülüyor. Berger, “Rosa’ya Armağan”da “Vardım, varım, var olacağım” diyen ve sesi bugün dahi yankılanan tarihsel bir figürle acı ve kederli bir sohbete başlıyor. Rosa’nın doğduğu Zamosc kentine yaptığı ziyarette, her adımında, giriştiği her monoloğunda gözleri onu arıyor. Derin bir sızının içinde kulaklarına onun sesi gelmiş olacak ki, bir konuşmasında “acının” ve “sızlanmanın” üzerine verdiği şu cevabı hatırlıyor: “Sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını seve seve ‘kaderin büyük terazisine’ koymak fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir.” Berger’in uğraşısı her biri potansiyel olan ve her kutusunda altmış kavlı, parlamaya hazır kibrit kutularını Rosa’ya ulaştırmak. Devrim arayan bir derviş edasıyla… Rosa aniden, “Kitleler aslında kendi lideridir, diyalektik olarak kendi gelişimini yaratırlar” diyor ve Berger’in cebindeki kibrit kutularını hatırlatarak konuşmasını sürdürüyor: “Berger! Modern işçinin mücadelesi tarihin, toplumsal ilerlemenin bir parçasıdır ve tarihin orta yerinde, ilerlemenin orta yerinde, kavganın orta yerinde öğreniriz nasıl mücadele edileceğini.” ELEŞTİRMENE KÜÇÜK NOT Alçakgönüllü bir yazar ve devrimci bir eleştirmen olan Berger, eleştirmenin kimliğine dair olgusal tespitlerini, görüşlerini her fırsatta dile getirdi. Kibirli, ahkâm kesen ve bir tür Tanrı rolünü oynayan eleştirmeni karşısına aldı. Hayatın zenginliğini, yoksunluklarını, kavgasını görmüş bir aydın olarak Manzaralar’ında, ardılları ve çağdaşlarına şu temel soruyu yöneltiyor: “Sanat neye hizmet eder?” Berger, eleştirmenin bir anlamda kendi kaygılarının esiri olduğunu hatırlatarak, onun temel ve gizli korkularını ortaya döker. Ardından şöyle devam eder: “Yerinizi alacakların sizi haksız çıkarmasından korkmanıza gerek yok. Elbette hata yapacaksınız. Ama ilk başta sorduğunuz soruya tarihsel bir mantıkla ve hakkaniyetle cevap verirseniz, insanların döneminizin sanatını kolayca değerlendireceği bir geleceğin kurulmasına yardım etmiş olursunuz.” Bu söz bir anlamda uyarı ve sorumluluk yükler. Toplumsal vurguyu reddeden histeriyi, kendi dönemlerini inkâr edenleri karşısına alarak, yarına bugünden bakarak, bireye sanatın kaynağının umut olduğunun unutulmamasını hatırlatır. Sanatçı için de bir çift sözü vardır Berger’in: “Başarı, muafiyet arayan sanatçıyı bir kaçağa dönüştürür, dönemlerinden kaçanlar da, o dönemle birlikte ilk unutulanlar olurlar. Efendileri ölmeden devrini tamamlayan dalkavuklara benzerler.” SANAT VE MÜLKİYET Kitabın ikinci bölümü, güçlü dip akıntılarının içinde sürüklemeye başlıyor okuru. Berger, Rönesans estetiği ve kimliğinden, Romantik Dönemin toplumsal devrimler karşısındaki ikilemine, Viktoryan Dönemin çekingen renkleri, aşkı, cinselliği, iffeti ile duyduğu suçluluk duygularına ve Rönesans’tan beri statik bir imge olan resmin, devrimci bir çıkış olan Kübizm ile dönüşümüne kadar birçok başlığa odaklanıyor. Bu derece uzun dönemselliği bütüncül bir biçimde süzgeçten geçiren Berger, sanatın artık gerçeği yorumlama değil, Fotoğraf: Salvatore Di Nolfi eksiltme aracı olduğunu vurgularken, Kübizmi ve onun yıkıcı karakterini coşkuyla karşılıyor. Berger bu bölümü ayrıntılı Kübizm değerlendirmesine ayırsa da, denklemin içine galericileri, küratörleri, sanatçıları da ekliyor, sanat ve mülkiyet üzerine ciddi tespitlerini sıralıyor. Bugün sanatın kendisini özgürleştiremediği, bir tür mülkiyet nesnesi olarak değerlendirildiği ve bu anlayışın yaygın olarak günden güne arttığı, dahası sanatın metalaşması ve sanatçının bir tür lonca ustasına dönüştüğü uyarısında bulunuyor. Sanatın kimliğinin kaybolduğuna dair uyarının ardından Gogol’un “Portre” öyküsünde yarattığı kahramanı ressam Çarthov’un içine düştüğü durum geliyor gözünüzün önüne. Kimliğini kaybeden sanatın ardından daha büyük bir hedefe göz dikiyor Berger, o da “dünyanın birliği”… 12 13 Haziran 2019 zar kazıcılarını, sermaye egemenliğinin yarattığı yozlaşmaya odaklanıyor. Bu an itibarıyla dip akıntısı, dev dalgalar halinde yüzeye tırmanıyor… Tarihsel düzlem içersinde insan, yaşanan teknokültürel ilerlemeyle beraber alışkanlıklarını ve ezberlerini değiştirdi. Kurulu düzene ve kendisini sınırlayan tabulara karşı mücadeleye girişti. Manzaralar, 19. yüzyılda başlayan sanat ve teknolojideki ilerlemenin yirminci yüzyıla gelindiğinde, insanın, Tanrının var olduğu varsayılan uzay ve zamandaki alanı nasıl ele geçirdiğini ve bu aşamadan sonra dünyanın ta kendisi olduğu düşüncesi baskın hale geliyor. Berger tam bu noktada, 20. yüzyılın değişen ve gelişen toplumsal ve kültürel atmosferi içinde zaman ve mekân kavramının da değişime uğramasıyla dünyanın sekülerleşmesinin tamamlandığını açıklıyor ve ekliyor: “Artık sıradaki aşama ‘dünyanın birliği’” Ama nasıl olacak bu? Berger, dünyanın birliğinin önündeki engelleri sıralarken, insanlığın kendi me SINIFIN KARAKTERİ, ELEŞTİRMENİN DURUŞU Tarihsel Sonsöz bölümü ve sonrası, başlı başına bir değerlendirme sahası. Bu dinamik metinlerin içinde, 21. yüzyılın tüketim alışkanlıklarıyla, modern dünyanın hızla yok ettiği köy ve köylülük olgularıyla karşılaşıyorsunuz. Dolayısıyla ciddi bir teorik metin. Berger’in deyimiyle, “Varkalmacı” bir karaktere sahip olan köylünün sınıfsal dinamiğini anlamada, önemli bir tarihsel değerlendirme söz konusu. Bilindiği gibi Berger bir dönemini köyde geçiren bir gözlemci. Kırsalın kendisine has dokusunu deneyimlemiş birisi. Köyü anlama ihtiyacı ise, gerçekte ilerlemenin karşısında duran bir toplumsal yapının anatomisini çıkarmaktan ileri geliyor. Ve bunu bir masa başı aydınının yaptığı tarzda, kitabi verilerle değil, hayatın içinden çıkarttığı birikimle yazıyor. Bir toplum bilimci titizliğiyle, acılar içinde yaşayan, uyanıkkurnaz olduğu kadar, sistem tarafından yoğun sömürülen ama yine de buna ses çıkartmayan, tek gerçekliği, gelecekte varkalmak olan bir toplumsal sınıfın betimlemesini Berger’in kaleminden okumak oldukça önemli. Bunun ardından tek kutuplu dünya düzeninin kurulduğu, doğu blokunun dağıldığı ve küreselleşmenin görece zaferinin haykırıldığı 1991 yılının son aylarına gidiyoruz. Berlin Duvarı’nın yıkımına tanıklık eden Berger, dev küresel pazarın harcının nasıl atıldığına, bir dönemin devrimcilerinin duvarın yıkılmasıyla beraber marketlere doluşmasına tanık olurken biraz hüzünlü, biraz düşünceli. Dahası size, “Tarihin ve ideolojilerin sonu”; “Yaşasın birleşik dünya!” sloganlarının tam olarak nereye düştüğünü, duvarların yıkımının küresel sermayenin hoyratlığını nasıl azdırdığını sorgulamanız gerektiğini belirtiyor. Duvarın yıkımıyla özgürlüklere kucak açan yaratılan yıkım ve açlığın sonucunda kimliksizliğe, göçmenliğe itilen milyonlarca insanı durdurmak için inşa edilen duvarları düşündüğünüzde, “bu özgürlük kime” diye sormak gerekmiyor mu sizce? Manzaralar’ı okuduğunuzda, sanatın, estetiğin yanı sıra, yeni duvarların yükseldiği dünyamızı düşünün. Berger’in de amacı bu değil mi? İnsanlığa güzelliğin yanı sıra çirkinlikleri de göstermek… Ramallah’a gidişinin, Manzaralar’da geçmese de Meksika’nın asi çocuklarıyla görüşmesinin, Türkiye’deki siyasi baskılara sesini yükseltmesinin, Filistin halkının yaşadığı zorluklara karşı verilen mücadelede yer almasının nedeni bu değil mi? 2003 yılında Ramallah’a yaptığı yolculuğunda, saldırganlığın boyutlarını ve saldırganların gerçek yüzünü göstermek için üzerine basa basa dünyaya haykırıyordu: “Ben fethedilenlerin değil, galiplerin korktuğu mağdurların arasındayım!” n Manzaralar / John Berger / Haz: Tom Overton / Çev: Beril Eyüboğlu, Özlem Dalkıran, Oğuz Tecimen / Metis Yayınları / 256 s. / Mayıs 2019 13 Haziran 2019 13