07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sorun dilde mi? Türkçenin müziğini dünyaya dinleten Nâzım Hikmet gibi ozanlarımız, yapıtlarıyla yüzümüzü güldüren usta yazarlarımız var; güzellikleri de paylaşacağız. Dile, dilin gücüne daracık pencereden bakamayız. Günaydın! Günün hangi saatinde “C umhuriyet Kitap”ı okuyor olursanız, olun; günaydın! Her yurttaş, her okur için günün, bütün günlerin aydın olmasını diliyorum. Her alanda hepimizi tedirgin eden, aklın ipini koparan savrulmalar yaşarken kuşkusuz bu seslenişi yadırgayan olacaktır. Olsun! Bu dönem uzun sürebilir belki; ancak tarihin hiçbir noktasında pirelerin devleri yuttuğu görülmedi. Saygıyla andığım anıt dilci Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nde, “laf (söz) ebesi”ni, “kimsenin bilmediği sözler bilen, söyleyecek sözü bol olan” diye tanımlıyor. Farsça “laf” ile Türkçe “ebe”den oluşan ve bileşik yazılan sözcük, “sözebesi” diye de kullanılıyor. Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ündeki “sözebesi” tanımı da şöyle: “1. Kimsenin bilmediği sözler bilen, sözden söz üreten (kimse), lafebesi. 2. Söyleyecek sözü çok olan (kimse), lafebesi.” Sözcüğün birbirine yakın tanımlarına bakarak “Sözebesi” diye anılmayı kendime yakıştırıyorum. Birkaç TV’de Sözebesi adıyla izlence yaptım; sanal ortamda da bu adı kullanıyorum. Hâlâ ders çalışıyor, kendi alanımda çoğunluğun bilmediği sözler bildiğime inanıyorum. Sesten, ekkökten söz üretmeyi amaçlayan Dil Devrimine inanmış bir Türkçe tutkunuyum. TÜRKÇE NE DURUMDA? Yıllardır nereye gitsem, kiminle tanışsam, “Türkçe ne durumda?” sorusuyla karşılaşıyorum. Yanıt belli; soran(lar) da biliyor. Ülke ne durumdaysa dil de o durumda… Çoğumuz haber dinlemekten, okumaktan kaçınır olduk. Yönetenlerin kullandığı dil evlere şenlik, yönetilenlerin dili ya… “Azıcık, çok az, biraz (daha)…” yerine, televizyonlarda yaygınlaşan kullanımla hangisi? “Bi tık…” daha iyi ya da “Bi tık…” daha mı kötü? Dil kullanımı açısından eğitime, genel kültüre katkı sağlayacak kitaplar; TV’lerle radyolar; gazetelerle dergiler; sanal dünya; yeme içme, giyinme, konaklama gereksinimini karşılayan kurumların adı, ürünleri, “reklam, lansman” ve tabelaları; yabancı dille eğitim; dilbilgisinin/dilbilimin küçümsenmesi, rahatsız eden yanlışlar ve dahası… Konu çok, sorun dilde mi? Yurttaşa bilmesi gereken Türkçenin tarihsel akışını; kendini doğru anlatabilmesi, olup bitenleri doğru anlaması; doğruyu yanlışı sorgulaması, düşündüğünü özgürce dile getir mesi için dilin ses/biçim/anlam olanaklarını öğretebiliyor muyuz? 90 yıl sonra Harf ve Dil Devrimleri niçin yadsınıyor? İnanç ve köken ayrımıyla ortak dilin siyasaya araç yapılmasının yararı kime? Gitgide büyüyen dil sorunlarının kaynağı Türkçe mi? Soru çok; yılmak yok; her zaman, her yerde olduğu gibi bu köşeden de dil için ses verecek, ses alacağız. “Şu şu yabancı sözcükleri kullandınız… Bu tümceniz yanlış, şu bulanık, öteki anlamsız… ” İşi gücü dil olan herkes gibi ben de böylesi eleştirilerle karşılaşıyorum. Eleştiri kimi kez yerli yerinde oluyor; kimi kez eleştirenin kullanımıyla ”Bana göre…” diye başlayıp noktasız virgülsüz sürüyor; çünkü dil konusunda duyarlı olanlar çok dertli… Konuşurken dilimizin, yazarken de kalemimizin ucundan istenmeyen sözcük kaçabilir; yanlış, bulanık, saçma tümce(ler) akabilir. Doğru anlaşmak, doğruyu öğrenmek, iletmek, sormak, tartışmak isteyenlere kapımız açık… Son yıllarda, “iktidar dili, muhalefet dili, aydınımsı dili, yandaş basın dili…” gibi birkaç türlü dil kullanımı oluştu sanki. Oysa dünya görüşümüz, inancımız, kökenimiz ayrı da olsa, hepimiz ortak bir dille anlaşmak, yurttaşlık bilinciyle ortak çıkarlar için ortak akıl üretmek zorunda değil miyiz? Sorun dilde mi? Tarihsel akışına baktığımızda Türkçenin öyküsünün, hüzün yüklü olduğunu görüyoruz; ancak Türkçenin müziğini dünyaya dinleten Nâzım Hikmet gibi ozanlarımız, yapıtlarıyla yüzümüzü güldüren usta yazarlarımız var; güzellikleri de paylaşacağız. Dile, dilin gücüne daracık pencereden bakamayız; bu duygularla günaydın! n ELİF SOFYA’NIN YENİ ŞİİR KİTABI ‘HAYHUY’ ‘Yazının olmadığı bir dönem düşlüyorum’ “Kuramsal düşüncenin şiire dönüştürülmesi” dediğimiz yerde şiirden söz edilemeyeceğini belirtmek isterim. MURAT ÇELİK [email protected] Uyumsuzluğa doğru yürü/ Sade vatandaş iyi yurttaş/ Ve millî meselelerin kompetanı/ Bana doğru ilerle / Burası harikalar diyarı” İlk olarak harikalar diyarınızda çizdiğiniz insanı sormak istiyorum, ideal insanı. n İdeal olan, insan olabilir mi? Burada kastettiğim ya da sezdirmeye çalıştığım “insan” olmanın dayatmalarından kurtulma vaadi olabilir ancak. Tekno endüstriyel uygarlığın prototip olarak özgürlük sınırlarını çizdiği, yaşam tarzını belirlediği, itiraz alanlarını gündelik politikalara göre daraltıp gevşettiği bir canlı türü var. Üstelik o da bu dayatmalara uyum ve itaat gösterdiği ölçüde kendini idealize ediyor. Sistemin dişleri arasında yakaladığı ezilme ahengine ne kadar uyum gösterirse o ölçüde sistemin işine yarıyor. Ödül, öyle görünüyor ki, “insan” olmaktan kurtulmakla elde edebileceğimiz bir varoluş biçimidir. Bu olabilir mi? Nasıl olur? Homo sapiens bunu başarabilir mi ya da bu isteği duyar mı? Bunların yanıtı konusunda, insan’lık tarihine de bakarsak, ben hiçbir umut taşımıyorum, sadece şiir yazıyorum. n Dik Âlâ’da ve Hayhuy’da yarattığınız poetika ekolojik şiiri imliyor, tabii başka tavırlar da var ama ilk tavrınız doğa; insan olmayan canlılar ve nesneler üzerinden seslenmek. Kuramsal düşünce şiire dönüştürülürken nasıl bir özen göstermek gerekir? n “Kuramsal düşüncenin şiire dönüştürülmesi” dediğimiz yerde şiirden söz edilemeyeceğini belirtmek isterim önce. Şiir biçiminde dile gelmiş düşünceler, sezişler, arayışlar, algılayışlardır hepsi. Önce bir şiir duygusuna varır insan, bir şiir edası alır dil, oradan ilerler. Dilim düşüncemin ürünüdür elbette ama biri öbürünü öncelemez, birlikte ortaya çıkarlar. İçinde duygu da barındıran bir düşüncenin şiir biçiminde var olmasıdır sorun. Beni bir şiire götüren yaşantılar, okumalar düşünce yoğunlukludur. Elbette zaman içinde inandığım, vardığım düşüncelerle doludur kafamın içi ama onları ancak bir şiiri yazmaya başladığım zaman, bir dilin kıvrımları, bir söyleyişin incelikleri içinde kavrarım. Demek ki en başta bir kavrayışı arama çabası benim şiirim. Yazmak okurla birlikte bir düşünceyi ele geçirme uğraşına dönüşür bende. Yani bir kuramsal düşüncenin, bir ideolojinin kavramlarıyla değil, kendi sesimle, söyleyişimle yazabilirim ancak. Şiire bir bildiri yüklemek derdinde değilim ama okur şiirimde bin bir çeşit bildiri bulursa ona da sevinirim. DOĞALLIĞIMIZI YİTİRELİ... n Bellekten söz edelim, “Alzheimer” şiirinizde, “Kafamızın içinde büyüyor/ Bellek denen mezarlık” diyorsunuz. Peki ya sözcükler? F. Jameson’dan ödünç bir ifadeyle sormak gerekirse “sözcüklerin belleği” var mıdır? n Ben çok daha geriye gidiyorum aslında, dilin olmadığı, dil varsa bile yazının olmadığı bir dönemi düşlüyorum. Sembolik bir algıyla varoluşumuzun sakatlanmadığı, doğamızın eksiltilmediği en saf halimize ulaşmanın zihniyle kendimi hayal ediyorum. İnsan isterse bunu becerebilir. Bunun için uğraşmak anlamlıdır. Tabii bir büyük trajedi bunu dille ve yazıyla yapmak zorunda kalmaktır. Sanırım insanın bütün çıkışlarını kapatan bu sembolik işleyişe mahkum olması, semboller üzerinden işleyen bir hafızayı kaybetmesiyle dibe vuruyor. Çünkü sembollerin ördüğü bir hafızadan başkası yok elimizde, doğallığımızı yitireli çok olmuş. Hatırlamak isteyeceğimiz ne var ki zaten, noktasına geliyorum ben çoğu zaman. Hatırlamadığımız pek çok şey bizi daha mutlu edebilir, edecektir. Hayat boyu, yaşadığımız bu dünyayı her ayrıntısıyla hafızamızda tutmak korkunç bir şey. Alzheimer ve demans insanlık için bir armağan gibi, unutsunlar kendilerini. n Hayhuy / Elif Sofya / YKY / 96 s. 8 7 Mart 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle