24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

DANIEL SCHREIBER’İN SUSAN SONTAG BİYOGRAFİSİ Cüretkâr ve çekingen bir ömür Daniel Schreiber, “Susan Sontag: Entelektüel Bir İkon”da, ‘hayatı boyunca öğrenci olan’ yazarın klasikleşen kitapları, yaşama bakışı ve anılarını inceleyip üzerinde çok fazla durulmayan yönlerini (film yapımcılığı, tiyatro yönetmenliği, oyun yazarlığı vd.) okurla buluştururken yakın arkadaşlarıyla ve kültür çevresiyle ilişkilerine yer veriyor. Marina Abramoviç’in ‘Yirminci yüzyılın yıldızlarından biri’ dediği Sontag’ın hayatının dönüm noktalarını tanıklıklar eşliğinde anlatıyor Schreiber. ali bulunmaz alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr “ İnsan mağarasına hapsolmamalı, görme biçimlerini sürekli düzenlemeli” diyen Susan Sontag, yaşadığı dönemin cenneti ve cehenneminin fotoğrafını çeken bir sanatçıyazarfilozoftu. Geleceğin neler getireceğini anlama gayreti, onu hızla tüketilen geçmişe bakmaya yöneltti; böylece gerçek ile görüntü arasındaki bağlantıyı ve farkları sıralarken sahte mutluluk ve hakiki acıları gözlemledi. Sontag bu süreçte, kimi hastalıkların (AIDS, kanser vd.) savaşla ve ölümle açıklanışını ya da eşleştirilişini eleştirirken başkasının acılarına bakıştaki çarpıklıkları yansıttı. Bosna Savaşı’nın en kanlı günlerinde ve dünyanın büyük bölümü soykırım karşısında susarken bir aktivist olarak Sontag, Saraybosna’da Godot’yu Beklerken’i sahneledi. Ayrımcılığa, militarizme ve katliamlar sırasındaki sessizliğe karşı eleştirel bir tavır takınıp ülkesi ABD’yi bu konularda yermesi, onun entelektüel ve muhalif yanını pekiştirdi. “Tanrım hayat muazzam” ve “Akıllanmam için aptallaşmam gerekiyordu” diyen, yorulduğunu hissettiğinde kitaplara sığınan ve bulduğu her boşlukta özeleştiriden geri durmayan Sontag, “kendisini en açık biçimde günlüklerinde ifade ettiğini” yazmıştı. Oğlu David Rieff’in “hayatı boyunca öğrenciydi” diye tanımladığı, olgunlaşırken sürekli kırılan ve her kırgınlıktan yeni bir şey öğrenen Sontag, kusur, takıntı ve romantik savruluşlarının bilincindeydi: “Dünyayı yargılayamazsam kendimi yargılamak zorunda kalıyorum; dünyayı yargılamayı öğreniyorum.” Aynı bakışla ABD’nin kültürel emperyalizmine, Çin’de ve Avrupa’daki sanata, aşklarına, kitaplara, tiyatro oyunlarına, filmlere ve müziğe yoğunlaşmıştı. Daniel Schreiber, Susan Sontag: Entelektüel Bir İkon’da, yazarın bu özelliklerini derinlemesine incelerken üzerinde çok fazla durulmayan yönlerini (film yapımcılığı, tiyatro yönetmenliği, oyun yazarlığı vd.) de okurla buluşturuyor. Dahası, yakın arkadaşları ve kültür çev Susan Sontag, kendisinin en bilinen fotoğraflarını çeken ve tam anlamıyla hayat arkadaşı olan Annie Leibovitz’le ölümüne dek yan yanaydı. resiyle ilişkilerine yer verirken. Marina Abramoviç’in “Yirminci yüzyılın yıldızlarından biri” dediği Sontag’ın hayatının dönüm noktalarını ve yaşama nasıl baktığını anlatıyor Schreiber. “SÖZDE ÇOCUKLUK” Sondan başlayalım: Schreiber, 2004’te ölen Sontag’ın sonraki kuşaklara “eleştirmenliğini, aktivistliğini, film yapımcılığını, entelektüelliğini, romantizmini ve tutkulu yazarlığını miras bıraktığını” söylüyor. Yazar bunları, Sontag’ın “benimsediği roller” diye niteliyor. Yanlış. Yukarıda adı geçenlerin tamamı ve daha fazlası, onun kimliği ve kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıydı. Peki, onu bu sıfatlarla ve fiillerle anmamızı, dönüp dönüp okumamızı sağlayan neydi? Erken yaşta kaybettiği babasının yara Daniel Schreiber tığı boşluğu derinleştiren ve duygularını pek açığa vurmayan bir anne, Sontag’ın çocukluğuna dair pek fazla şey dillendirmeyişinin ana nedeni belki de. O dönemle ilgili konuşmak yerine, kendisini kitaplara ve yazmaya vermesi, ileride açığa çıkacak melankolinin, umudun ve cesur cümlelerin nüvesi olmuş belli ki. Sontag’ın “sözde çocukluğu”na dair hatırladıklarının acı ve öfkeyle karışık, zaman zaman elinin tersiyle itip bazen muzip bulduğu anılardan ibaret olduğunu; bunların dağınıklığının, yaşadığı travmalardan (annesinin kendisine “anne” demesini yasaklamasından, yersizyurtsuzluk duygusundan vb.) kaynaklandığını söylüyor Schreiber. O dönemde yazara babasından iki şey kalıyor: ‘Huzursuzluğun yanı sıra uzak diyarları görme ve bazı şeyleri açıklığa kavuşturmak için yolculuğa çıkma arzusu...’ Bu ruh hâli ileride, bir felaketten kurtulan tek kişi olduğunu hayal etmesine yol açıyor. “Ailesi”ndekine ek olarak ilkokul yıllarında başlayan İkinci Dünya Savaşı, sosyal hayatını etkileyen bir başka çatışma şeklinde belleğine kazınırken Sontag, “savaş süresince” bir yandan iyimserliğini korumaya gayret ediyor, öte yandan hiç istememesine rağmen hatıra defterine yeni travmalar eklenişini çaresizce izliyor. Bu dönemde eline geçen her şeyi, özellikle gezi kitaplarını okuyarak olup bitenden uzaklaşmaya çalışırken ilk derli toplu metinlerini kaleme alıyor. Schreiber, 1978’de Rolling Stone’a verdiği röportajdan birkaç satır alıntılamış: “Son derece huzursuz bir çocuktum, çocuk olmak beni öylesine irkiltirdi ki daima başka işlerle meşguldüm. Sekiz ya da dokuz yaşıma geldiğimde, bir dünya yazı yazmıştım.” Entelektüel, aktivist, eleştirmen ve yazar kimliğini güçlendirmesine rağmen yazarın kişiliğini, yaşamın dayattıklarından kaçan, kendisini belli bir süreliğine de olsa kapatıp hayatın dışına atan, kitap okuyan ve müzik dinleyen kız çocuğu oluşturuyor; “sözde çocukluğu” Susan Sontag’ı yaratıyor. İlkgençlik yıllarındaki edebiyat ve şiir merakı, Sontag’ı hızla entelektüel çevreye sokarken okumaktan vazgeçmiyor ve yazı bundan sonra geliyor. Günlüklerinde de yer alan ve üvey babasının sarf ettiği “Bu kadar çok okursan asla koca bulamazsın” cümlesi, hayatının bu döneminin özeti âdeta. Oraya, 1940’ların kült filmleri ve savaş sonrası üretilen müzikler de dâhil. Aynı yıllarda çeşitli dergilerde edebiyat ve sinema eleştirileri yazmaya başlayan, farklı ülkelerin kültürsanatına ilgi duyarken Avrupa’ya merak salan Sontag’ın huzursuzluğu ve aykırılığı ise politik kimliğinin oturmasını sağlıyor 1940’ların sonunda: Yazar dönüp baktığında, “vaktinden önce gelişmiş ağırbaşlı biri”ni görüyor. OYUNLARIN DIŞINDAKİ YAZAR Metinlerini okuduğu filozoflar, romanlarını hatmettiği edebiyatçılar, filmlerini ve oyunlarını izlediği yönetmenler, 1950’lerin ortaları ve 1960’larda Sontag’ın kendi fikirlerini üretmesine yardım ediyor. Bu sırada hayatının akışını değiştiren Philip Rieff’le tanışıyor. Schreiber, ikilinin ilişkisi ve evliliği için “Rieff, Sontag’ın ilk büyük aşkıydı; yetişkin olma mücadelesinde ilk duygusal ve entelektüel savaşlarını onunla verdi” diyor. Rieff, Sontag’ın entelektüel derinliğini besliyor; felsefede ilerlemesini, nitelikli makaleler yazmasını, okumalarının yelpazesinin genişlemesini ve kültürel ortamlara daha sık girip çıkmasını sağlayan bir aşk bu. Fakat şu mimi de koymak gerek: Philip Rieff’le düştüğü her anlaşmazlıkta, hayatı boyunca sorunlarını çözerken yaptığı gibi yüzünü edebiyata dönüyor Sontag; Avrupa’ya gitmesini sağlayan da bu “kaçış” ve düşünsel derinlik. Paris’te tanık olduğu sessiz ve sürgündeki başarılı yazarlar ile kafelerde vakit öldüren başarısızlar, ona eşsiz bir hayat deneyimi kazandırırken kalemini olgunlaştırma ve unutmama gayretiyle günlük tut >>mayı sürdürüyor: “Söyleyecek sözü olduğu için değil, söyleyecek sözü 10 24 Ocak 2019 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle