10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KOLEKTİF BİR ÖYKÜ TOPLAMI: “ANADOLU KORKU ÖYKÜLERİ” gAönlagdeoleluri’nun “Anadolu Korku Öyküleri”, bu toprağın efsanelerini, geleneklerini, inanışlarını alıp korku edebiyatının vasıflarıyla onlara can veriyor. Hem klasik hem de çağdaş korkunun farklı tatlarını sunan nitelikli öykülerden oluşan bu derleme korku kültürünün temellerinin sağlam olduğunu unutmamamız için bizi uyarıyor. YANKI ENKİ [email protected] B azen insan, ilmin ve fennin binbir harikasına tanık olduğumuz bu günlerde bile meçhul kalacak teferruatlara tesadüf edebiliyor. Üstelik bu teferruatlar, tüm bu gariplikler insanı rahatsız edebiliyor, sinirlerini altüst edip yaşantısını mahvedebiliyor. Yabancısı olduğu bir kültürün ve yaşayışın batıl addettiği karanlık taraflarına maalesef şahitlik ediyor.” Mehmet Berk Yaltırık’ın, kolektif bir proje olan Anadolu Korku Öyküleri derlemelerinin üçüncü cildi Yılgayak’taki ‘Cazı Nene’ başlıklı öyküsünde yer alan bu satırlar, bize korku edebiyatının evrensel unsurlarının birkaçını aynı anda sergilemeyi başarıyor. Özellikle “bu günlerde bile” kısmı çok değerli çünkü bu cümlenin alıntılandığı öykü, kelime tercihlerinden de kısmen tahmin edilebileceği üzere günümüzde geçmiyor ama biz, ister geçmişte ister 2000’lerin dünyasında, ister büyük şehirde ister taşrada, korkunun kendisinden, tekinsizlikten, dehşetten, acayipliklerden, açıklanamayan vakalardan, karanlık sırlardan hiç de uzak değiliz. Meçhul kalacak teferruatlar, alacakaranlıkta sezilecek hakikatler, geçmişte olduğu gibi bugün ve burada, yine mevcut. İşte Anadolu Korku Öyküleri’nin üçüncü cildi Yılgayak’taki on öykünün tamamı, bu meçhul teferruatın ve alacakaranlık hakikatlerin manifestosu niteliğinde bir derleme. Yılgayak’taki ilk ve aynı zamanda kitaba ismini veren öykü Funda Özlem Şeran’a ait. Şeran’ın öyküsü, tıpkı Orkide Ünsür’ün ‘Hasat’ ve Işın Beril Tetik’in ‘Taş Uyur’ başlıklı öyküleri gibi “ekogotik” olarak da nitelendirebileceğimiz bir öykü. Gotik edebiyatın temelindeki klasik korku unsurlarının ekolojik, çevresel faktörlerle beraber (örneğin ölüm temasını toprakla yani karatoprakla ilişkilendirerek, ölümsüzlüğü tabiatın gizli gücüyle birlikte ele alarak, insanın yenik düştüğü hırslarını, bencil karanlık arzularını, kendisine ve dünyaya verdiği zararları korku unsurlarının yansıtıldığı tabiat vakalarıyla birlikte kullanarak) işlendiği bir tür olan ekogotiğin önemli veçhelerini sergiliyor bu üç öykü de. “Kızlarım, bacılarım Umay Ana der bana. Konargöçeriz, ‘kadın başımıza’ yaşar gideriz buralarda. Ondan türlü türlü ad takarlar bize. Cadı diyeni var, Karagızlar diyeni var, Amazon diyeni var; ağza alınmaz şeyler de derler ya, sen daha iyi bilirsin. Önemi yok, toprağın evladıyız işte, ne eksik ne fazla... Kış bitince ocağımızı kurar, Koçağan’a hazırlanırız. Yılın başı bahardır bizde, Yılgayak der analarımız. Tam şafak sökerken dünya durur, zaman akmaz olur. Yerde, gökte ve arasında ne varsa hepsi ölür, sonra gene dirilir...” diyen Şeran’ın öyküsü, Anadolu toprağındaki korkunun ne kadar yerleşik bir kökü olduğunu sembolik olarak anlatıp bizi sıradaki hikâyeler için hazırlıyor. Ünsür’ün öyküsü doğanın intikamının doğaüstü güçlerle alındığını düşündürdüğü gibi doğa ve kültür arasındaki çatışmayı da resmediyor. Tetik’in öyküsünde de çağdaş korkular ile kadim dehşetler iç içe geçerek birbirini tamamlıyor. İçimizdeki yaşama potansiyeli ile karanlık güçlerin alışverişini anlatan ve bunu yaparken ekolojik ve gotik unsur ları bir araya getirip bizi ölümlülük ve kötülük kavramları üzerine düşündüren bir öykü bu. KORKU KÜLTÜRÜ Murat Başekim ve Ali Yeniay’ın öyküleri ise farklı paydalarda buluşuyor. Büyük şehir ve taşra karşıtlığının izlenebileceği bu öyküler, mekân değiştiren, mekânları değiştiğinde benlikleri de değişen kahramanların anlatılarına sahne oluyor. Korku edebiyatında mekânın ne kadar belirleyici olduğu düşünüldüğünde, zaten mekân yani “Anadolu” üzerinden nitelenen bir derlemede yer alan bu iki öykünün kıymeti daha iyi anlaşılıyor. Murat Başekim diğer eserlerinden aşina olduğumuz bir dil ve üslupla Anadolu’nun gölgelerini çiziyor, daha doğrusu gölgelerin ışıktan önce de hep orada olduğunu gösteriyor: “Şehirde isen, kendi gölgeni çoğunlukla görmezsin... Seninle birlikte o beton hapishaneyi paylaşan milyonlarca insanın gölgesine karışmıştır gölgen... Ama açıklarda isen, yeryüzünün boş yerlerinde yürüyorsan, o zaman mutlaka kendi gölgenle karşılaşırsın.” Ali Yeniay ise sonu cinnete varan bir musallat öyküsü, kökü geçmişte saklı bir nevi intikam anlatısı kaleme alıyor. Usul usul başlayıp korkunun zirvesinde biten bu öykü bize dehşetin yalınlığını sergiliyor. Benzer bir yalınlık/dehşet ilişkisini Demokan Atasoy’un ‘Sakın!’ adlı öyküsünde de görmek mümkün. Final yaklaşırken bir düzlüğe çıktığımızı sanıp kendimizi keskin bir uçurumda bulduğumuz, kâbusvari bir öykü sunuyor Atasoy ama buradaki etkinin büyüklüğünde, tekinsizliğin ilerleyişindeki sükunet de önemli bir rol oynuyor. Uğur Batı, ‘Pezevenk Kör Botan’ı Niye Yedim?’ başlıklı öyküsünde kendine has bir üslupla bizimle konuşan, diyalog kurarak kanımıza giren bir anlatıcıyla karşımıza çıkıyor ve tarihten karanlık bir sayfa açıp bize “insan yarısı, canavar çeyreği şeylerden” bahsediyor. Murat Baykan da ‘Yaşbaz’ adlı öyküsünde korkunç olanı sadelikle göstermekten çekinmiyor. Habis sırıtışlar, gecenin zifiri karanlığında parlayan, korkudan yaşlarla dolan gözler, musibetler, musallatlar, damarları yırtarcasına atan nabızların hikâyesini anlatıyor. O da tıpkı Yaltırık’ın Karadeniz’de geçen öyküsündeki gibi yer yer yöresel ağız kullanarak korku edebiyatının yadırgatma etkisini hem dilsel hem de coğrafî anlamda pekiştiriyor. Anadolu Korku Öyküleri dizisinin mimarlarından olan ve daha önce bazı korku öykülerini Pusova adlı kitabında (İthaki, 2016) bir araya getiren Galip Dursun ise bu kez ‘Misafirler’de bizi Alaca Ovası’na götürüyor ve korkuyu beraberlerinde taşıyan canavarların öyküsünü, kendini dehşetin kalbinde bulan Çoban Çolak Hasan ile bir dönüşüm geçirip öteki/hakiki benliğine kavuşan Gonca Kız’ınkiyle ilişkilendirerek anlatıyor. Bu öykü korku edebiyatının ana izleklerinden birini de gösteriyor, insanın kendi ruhunun ve bedeninin sahibi olup olmadığına, kendi evinde bir “misafir” olup olmadığına ilişkin tartışmayı yeniden düşünmek için bir çağrıda bulunuyor; dolunaya doğru yükselen bir çığlıkla taçlanan bir çağrı bu... Sonuçta, yer yer ortak paydalarda buluşsalar da hem klasik hem de çağdaş korkunun farklı tatlarını sunan nitelikli öykülerden oluşan bu derleme, sadece korku edebiyatının zenginliğini ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda Türkçe korku kültürünün de temellerinin sağlam olduğunu unutmamamız için bizi uyarıyor. Anadolu Korku Öyküleri, bu toprağın efsanelerini, geleneklerini, inanışlarını, mesellerini alıyor ve korku edebiyatının vasıfları aracılığıyla onlara can veriyor, tekinsizce diriltiyor, bazen bizi tamamen yüz yüze bırakıp mantığın sınırlarını gevşetiyor, bazen de loş bir ışıkta karanlığın ne kadar geniş bir yer kapladığını gösterip içimizdeki ve yakınımızdaki dehşetlerin sadece ucunu yansıtarak gerisini yüzleşme potansiyelimize ve irademize bırakıyor. Bizi korku edebiyatının kadim ve ebedi topraklarına çağırıyor: “Herkes gibi toprağın oğlu değil misin sen de? O toprak çağırdı ya seni buraya. Yılgayak’a yetişmen, arınman, çemberi tamamlaman için.” n Anadolu Korku ÖyküleriYılgayak / Kolektif / Bilgi Yayınevi / 292 s. 6 17 Mayıs 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle