Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Victor Hugo: Büyük yazın ustası “Bir İdam Mahkumunun Son Günü”nde, toplumun ilk ikisinden kurtulmasının yetersiz olduğu açıkça görünüyor. Ölüm bir sahne gösterisi iken ne kardeşlik ne de eşitlikten söz edilebilir. Victor Hugo’ya göre uygarlık, birbirini izleyen bir dönüşümler dizisidir. Ceza konusuna uygarca bakmadıkça uygarlığın önemli bir ayağı eksik kalacaktır. E debiyat tarihçilerine göre Victor Hugo’nun önemi sadece yazarlığından kaynaklanmaz, ayrıca bir dönemin şekillenmesinde rol oynamış tarihi bir figürdür. Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu romanlarının yazarı, yaşadığı dönemde asıl şiir ve piyesleriyle ünlüydü. Hem de öylesine ünlüydü ki sekseninci yaş gününde oturduğu eve, ellerinde çiçeklerle yüz binlerce insan akın etmiş, Paris belediyesi aynı gün d’Eylau Caddesi’nin adını Victor Hugo olarak değiştirmişti. O gün için verilen rakamlar kuşku yaratabilir ama yarım milyon insanın Hugo’nun doğumgünü şerefine evine geldiği söylenir. Hugo’nun Bir İdam Mahkumunun Son Günü (Çeviren: Erhan Büyükakıncı, Can Yayınları 158 s. / Çeviren: Volkan Yalçıntoklu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 136 s.), edebiyat tarihinin en hümanist eserlerinden biri sayılır. Gençlik dönemi eserlerinden biri olan novella (roman da denilebilir ama Hugo’nun ölçülerini hesaba katarak novella diyorum) daha ilk satırlarında okura olağanüstü bir anlatıyla karşı karşıya olduğunu hissettirir: “Sanki haftalar değil de yıllar önce, ben de herkes gibi bir insandım” sözleriyle başlayan roman, “insan olma” konusunda yazılmış çok önemli bir yapıttır. NEDİR İNSANLIK? İnsanlıktan çıkma fikri genç Victor Hugo’nun zihnini o dönemde çok meşgul eder. Bu erken dönem romanında, çarpıcı konusu sayesinde, birçok temayı işleme şansı bulur ama bunlar içinde en mide bulandırıcı olanı, insanların zevkle idam sahnesini, tiyatro izler gibi seyretmesidir. Romanın başında anlatıcı bize insanlıktan çıktığını söyler ama ilerleyen sayfalarda anlarız ki insanlıktan çıkan o değil, ölümü bir gösteri hâline getirenlerdir. Victor Hugo bir soru ile sarsar okuru: Ölüme hazırlıklı olunur mu? Romanın birkaç yerinde bu soruya döndüğünü görürüz. İdam tarihini hatta saatini bilen kişinin, bu bilgiyi edindikten sonra yaşadığı söylenebilir mi? İnsan bundan sonra kalan günleri normal duygularla, normal bellekle yaşayabilir mi? Bu romandan sonra yazdığı bir makalede Hugo bu eserinde aslında geçmişi sorguladığını açıklar: “Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: Rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: ‘Papazlar çekip gitsin!’ Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: ‘Krallar çekip gitsin!’ Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: ‘Cellâtlar çekip gitsin!’ Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır.” Hugo’nun bu sözlerinin değerini anlamak için yaşadığı döneme göz atmak gerekir. 1789 Devrimi sonrası, sosyal sınıfların altüst olduğu bir Fransa’da doğmuştu Hugo. Napoléon ordularında subay olan babası, o daha dokuz yaşındayken general unvanı almıştı. Hugo’nun kişisel gelişmesine baktığımızda, bir yandan kralcı geleneğe, öte yandan da devrim ideallerine bağlı bir neslin çocuğu olduğunu görürüz. Aydınlanma çağında kilise mutlak hâkimiyetini yitirmişti. Hugo rahip, kral ve cellât üçlemesinin ilkinde yeniçağın başarısını dile getiriyordu. İkinci temel olarak gördüğü krallık ise Fransız ihtilali ile sona ermişti. Şimdi gözlerini geleceğe ayarlamış bir nesil olarak, devrim sonrası dünyada keşmekeş yerine, özgürlüğün temel alındığı insanca yaşam hayal ediyordu. DEVRİMLER VE UYGARLIK Bir İdam Mahkumunun Son Günü’nde, toplumun ilk ikisinden kurtulmasının yetersiz olduğu açıkça görünüyor. Ölüm bir sahne gösterisi iken ne kardeşlik ne de eşitlikten söz edilebilir. Hugo’ya göre uygarlık, birbirini izleyen bir dönüşümler dizisidir. Ceza konusuna uygarca bakmadıkça uygarlığın önemli bir ayağı eksik kalacaktır. Bir İdam Mahkumunun Son Günü, yapısal açıdan tutarlı bir bütünlüğe sahiptir. Anlatıcı, idama mahkum edilen kişinin ta kendisidir. Ölüm tarihini beş hafta önce öğrendiğini söyleyerek başlar anlatısına. Bunu öğrendiğinden beri, bu bilginin ağırlığı altında ezildiğini de yine hemen ilk satırlarda hissettirir ama onun ne adını öğreniriz ne de işle diği suçun ne olduğunu. Victor Hugo, özellikle okuru yargıç yerine koymaz. Kahramanın cezayı hak edip etmediğini sorgulamadan asıl ilgisini çeken idam temasını işler ve hiçbir uygarlıkta yer almaması gerektiğini vurgular. Romanın doruk noktasında yer alan bir sahne, mahkumun kendinden önce giyotine gidenlerin bekletildiği hücreye konduğu sahnedir. Bu hücrede daha önce kalmış kişilerin duvara attıkları imzalar ve tarihler çok ürperticidir. Aralarında babasını, kardeşini öldürmüş olanlar vardır, yazar onlara sempati duymamızı beklemez ancak kimsenin ölümüne neden olmamış olan (en az) bir mahkumun olması, bakışımızı esnekleştirir. Hugo duygularımızla ikilemler yaratır anlatı boyunca. Bir yanda bekleyen cellât imgesini roman boyunca canlı tutar ama öte yanda sıcacık ağustos güneşi, hapishanenin taşlarına yumuşak ışığını vurur, duvarlardaki çatlaklar arasında yaşamın sürdüğünü, fışkırıp çıkan minik kır çiçeklerini anımsatırlar. Bu anlatıda hiçbir şey sadece siyah ya da sadece beyaz değildir. Hiç kimsenin sadece suçlu ya da masum olmadığı gibi. Mahkumun ölüme gidişinde de dramatik değişimler yer alır. Mahkum, mahkemede cezasına karar verilirken kürek mahkumu olması için direnen savunma avukatını sert biçimde durdurur: “Yüksek sesle haykırarak yinelemek istiyordum! Yüz kez ölmeyi tercih ederim!” Mahkumun bu düşüncesinin romanın sonuna kadar aynı kalmadığı izlenimini ediniyoruz. Hapishaneye getirilen kürek mahkumlarının yaşam dolu davranışlarını onda görmediğimiz gibi ölümün cesaret kırıcı yanıyla yüzleşiyoruz. Hugo, roman kahramanının tüm yüzleriyle görünmesini sağlıyor. Ölüm karşısında kahramanca duran bir şövalye değil o, aksine çok sıradan bir insan. Geride bıraktığı annesi, eşi ve en çok da küçük kızı için endişeleniyor. Endişelerinde de ikilem hissediyoruz. Annesinin neyse ki bu acıyla fazla yaşamayacağını söylerken sanki derin bir rahatlama nefesi alıyor. Eşinin de nazik sağlığının bu acıya dayanamayacak olması yine onu rahatlatan bir neden gibi görünüyor. Onların acı çekmesini düşünmek bile çok ağır bir yük mahkum için. Bir de tabii henüz olayları anlayamayacak yaşta olan kızı var, işte konu kızına geldiğinde hiç gücü kalmadığını hissediyor. En büyük acıyı ve suçluluk duygusunu kuşkusuz kızını düşününce hissediyor. Son bir sözüyle bitirelim: Victor Hugo 22 Mayıs 1885’te ölmeden iki gün önce şöyle bir not yazdı defterine: “Sevmek, eyleme geçmek demektir.” n 6 4 Ekim 2018 KITAP