Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
msaslankara@hotmail.com.tr www.sadikaslankara.com Birbirinden geçen roman öykü yolları Bazen apaçık gözleniyor, romanlarda öykülerin açtığı kahve falı benzeri yollar. Birinden ötekine eşiklere bakarken bunlar romandan öyküye mi götürüyor yapıtı, yoksa öyküler kendilerinden çıkıp romana doğru mu evriliyor, insanın aklı karışıyor. Y azarların, öyküde yolculuklarını ısrarla sürdürürken bunun yanında romanda da kalıcılık arayışına yönelmesi çok doğal elbette. Ne var ki bu durum, öykülerinden bildiğimiz imzaların anlatılarına bakarken romanda gezindiği düşünülebilecek öyküler ya da öykü uçlarıyla öykülerin kendi içlerinden çıkan yollar arasında gözlenebilecek geçenekler, geçişler üzerinde insanı farklı açıya dayalı yeniden düşündürüyor ister istemez. Örneğin Cemil Kavukçu’yla Hasan Ali Toptaş, yazınsal türler arasındaki yansıtımlarıyla şaşırtıcı tutum sergiliyor bana göre. Sözgelimi Cemil, öyküden romana geçip gerisingeri öyküye dönmüş izlenimi bırakırken Hasan Ali de köklü biçimde öyküye dönememenin ıstırabını yansıtıyor âdeta. Behçet Çelik’in ikinci romanı Soluk Bir An (Can, 2012) ile Handan Gökçek’in üçüncü romanı Ve Yokmuş’u (Yakın, 2017) okurken yazınsal bilincim, beni suların bu kıyısında düşünce gelgitlerine taşıyıp durdu diyebilirim. BEHÇET ÇELİK; “SOLUK BİR AN”… Behçet Çelik, Can’ın yayımladığı Dünyanın Uğultusu’yla (2009) Soluk Bir An’dan (2012) sonra bu alandaki yolculuğunu sürdürür mü sürdürmez mi kestirilemeyebilir. Ama son öykü demeti Yolun Gölgesi (Can, 2017), yazarın öykücülükte kararlı olduğunu, türü kesinlikle bırakmayacağını gösteriyor. Behçet, okuduğum her iki romanında da döngülerle ilerlediği hâlde döngüsel olmayan açık uçlu roman yapılarıyla çıkıyor okur karşısına. İlkinde bu döngü, ekonomik açmazlar karşısında görece arkadaş sarmalıyla yansıtılmıştı. Bu kez bir ailede, kadının eski bir arkadaşının âdeta kendilerine katılımıyla kocanın değişen yaşamına yaklaşıyor yazar, öznel duyuşların, iç seslerin eşliğinde, yine döngülerle. Adam, pek çok erkeğin sezdiği, “aslında yaşamadığı, çoktan öldüğü”, oysa “ölümsüzlük ilacının ancak yaşamakla sağlanacağı” (34) düşüncesindedir. Aile içindeymiş havasındaki bu kadınsa yeni yaşam için de anahtardır bir bakıma koca açısından. Kendisini Selçuk Baran’ın Bir Solgun Adam (1975) romanındaki anakaraktere benzeterek emeklilik düşlerine hazırlayan adam (55), böylece kendi yaşamından sızan “soluk bir an”ı renklendirip canlandırmaya çalışır bir bakıma. İnsanları sevmez, “daha çok onların karşısındaki (kendisinden) rahatsız”dır. Ama arkadaşı gibi “elinin tersiyle it(emez) yine de bu soluk döngüyü (61, 69). Behçet, yapıtında öyküler kurarak değil, anlatının ana omurgasını koruyup ÖYKÜDENLİK... Dilek Türker; “Avucumda Çimen İzi”… İ ki öykücünün kaleme aldığı romanlardan sonra, öykü toplamı bir ilk kitap genç yazar Dilek Türker’den: Avucumda Çimen İzi (hep kitap, 2017). Büyük çoğunluğu kan bağı içinde üç kuşak kadına özgülenmiş, bir aile içi öyküler toplamı dedirtecek sıcaklıkta, neredeyse aile tarihi romanı bağlamında alınabilecek, yazarı da bu açıdan bir aile içi anlatıcısı izlenimi bırakan öyküler toplamı hâlinde geliyor yapıt okur önüne. Bir genç yazar olarak öykülerinde bu yönde daha çok öznel anlamda geliştirdiği döngülerle bizi romandaki yollara taşıyor. Böylece romandan bir bakıma buna eklemlenmiş hikâyeler üretmeye yöneliyoruz, roman böyle bütünleniyor. Öyküden romana değil, romandan çıkarılarak yine romana kazandırılmış bir bütün bu. Zaten Behçet iyi bir anlatıcı. Bu konuyu yazınsal açıdan bir öykü, roman sorunsalı bağlamında yeniden tartışmaya çalışacağım ileride. HANDAN GÖKÇEK; “VE YOKMUŞ”… Handan Gökçek, başlangıçta yayımladığı iki öykü kitabının ardından son on yılda yalnızca romana yoğunlaşmış izlenimi verirken üç yapıtıyla buluşturdu okuru: Ah Mona Mu (2010), Elenika (2014), son olarak da Ve Yokmuş. Tümü yeni basımlarıyla Yakın Kitabevince yayımlanan yapıtlar, Gökçek’in romanda ısrar ettiğini ele veriyor görece. Yaşı elliyi aşmış, bir otelde kapı karşılayıcı olarak görev yapan Bilgin, 12 Mart öncesinde eylemlere de katılan sendikacı bir babanın oğludur. Bu açıdan kitaplarla çevrili bir dünya içindedir baştan bu yana. Orta kulak iltihabı nedeniyle giderek yaşlı kuşağa yaklaşımı, onları iyimser bir bakış, sıcak bir kavrayıcılıkla kucaklayışı üzerinde özellikle durulmalı Dilek Türker’in. Geçmişte yaşanmış güzelliklerden pay alan, duygusal yoğunluğuyla öykülerdeki iyimser havayı bir öyküsüne verdiği başlıkla çok iyi yansıtıyor Dilek: “İyi Yürekli Hayatımız”. Söyleyeceklerinde suskun kalmayı yeğlemiş, içli bir öykülemeye sahip Dilek. Hoş, sıcak ama soyutlayım, dönüştürüm yerine daha çok düz değiştirim temelinde kurulmuş, yine de anlatımcılığa sırt dönülüp anlamlandırma temelinde yapılandırılmış görüntüsü veren öyküler bunlar. Anne sütü gibi yudumluyorsunuz öyküleri, ömrünüze ömür ekleniyor. n duymazlaşmış, o da bunu sessiz dünyada kendisine özel yer açmak için fırsata dönüştürmüştür bir bakıma. Yaşamını “Usta” diye seslendiği Anton adlı kedisiyle eski bir daktiloda kendince öyküler yazarak yalnız sürdürür. Bu yanıyla münzevi bir yaşamı vardır belki ancak o, bir sessiz yaşam içinden dış dünyaya bakarak da bunu çoğaltıp çoksesli kılmayı başarır. Biz Bilgin’i, anlatıda, dokuz yaşlarında çocukken özöyküsel aktarımla tanımaya koyuluruz. Bigin’in elöyküsel aktarımla yansıtıldığı bölümler aracılığıyla roman zamanı içinde yaşananlarla günümüz aktarılır bir bakıma. Kaleme aldığı öyküler ise anlatıda birer eşik, geçenek oluşturur. Bilgin’in yazdıklarıyla roman evrenine farklı temelde eklemlenmiş anlatılar öyküleri âdeta çoğaltır, bunlar çoksesli bir öykü korosu haline dönüşür neredeyse. Böylece roman, giderek bu öykülerden aldığı solukla kendisine evren kurar, karakterleri yerine oturtur. Bilgin, bu hâliyle Gogol’ün “Palto”da bizimle tanıştırdığı uzak bir benzeri gibidir neredeyse. Bu gönderme bile yazarın, romanda öykülerle kendisine yol açtığını göstermeye yetiyor. Handan da iyi bir anlatıcı. BAYRAM DUVARI… Bayramda duvar olmaz ama oluyor… Çocuklar, mahallede bayram kutlamasına çıkmış, sıra sıra evler, kapıları çalıp büyüklerin ellerini öpecek, şeker alacak. Ne ki kapılar açılmıyor. Evler terk edilmiş. Çın bir sessizlik kapılarda. Çocukların hüznüne tanıklık eden biri var bayram duvarının çatısında. Noel Baba mı? Sırtında çuval. Merdiven sarmalına benzer çıkıntıları var çuvalın, ilginç bir görüntü. Kitapların Noel Babasıymış meğer o. Açıyor çuvalın ağzını, çatının tepesinde, bayram için kapı kapı gezinip boyunları buruk toplanmış çocuklara atmaya başlıyor kitapları. Şeker yerine kitap, çocuklar nasıl sevinçli. Beş on diye saydım, biter diye bekledim. Baktım sürüyor. Beş on, elli yüz, yüz elli, iki yüz… iki yüz otuz beş. Aaa tanıdım tabii, bizim Turhan Günay bu, çıkmış çatıya, dışarıda olamadığı her günün kitabını dağıtıyor çocuklara. (21.06.2017) n Dilek Türker 18 6 Temmuz 2017 KItap