19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SHIRLEY JACKSON’DAN “BİZ HEP ŞATODA YAŞADIK” Çöken evler, hayalet aileler “Biz Hep Şatoda Yaşadık”, bir ev ve bir nevi hayalet öyküsü. Yazar, insanın nesiller boyu yaşarken evcilleştirdiği o toprağın aslında yabani köklerle dolu olduğunu gösteriyor romanında. YANKI ENKİ [email protected] O n dokuzuncu yüzyıldan günümüze Amerikan korku anlatısının nasıl şekillendiğine baktığımızda, aile ve ev gibi kavramların, uygar yaşamımızın gölgede kalan köşelerinde şiddetin, dehşetin, kaygının nasıl hüküm sürdüğüne dair ne kadar da belirleyici unsurlar sergilediğini görürüz. Uğursuzluklar, tekinsizlikler, lanetler, zayiatlar, kimi zaman artık paramparça görmeye alıştığımız o Amerikan ailesinin kimi zaman da ailenin şahsileştirildiği ya da simgeselleştirildiği bir evin üzerinden yansıtılır. Poe’dan, Nathaniel Hawthorne’dan veya Henry James’ten başlayıp Stephen King’e kadar uzatabileceğimiz bu geleneğin yirminci yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden Shirley Jackson’ın eserlerinde de bunu görmek mümkün. Özellikle geçenlerde Türkçede yayımlanan Biz Hep Şatoda Yaşadık ile daha önceki yıllarda yayımlanan Tepedeki Ev adlı romanlarda; tanıdık, evcil, dünyevi ve gerçekçi unsurlar ile yabancı, cani, gizemli ve doğaüstü unsurlar karşılaşır, yer değiştirir, iç içe geçer, birbirini gölgeler ve biz okurları da sonuçta belirsizliğe sürükler. Jackson bunu olay örgüsündeki boşluklarla, anlatıcı olarak seçtiği güvenilmez karakterle, bir kahraman hâline getirdiği mekânla, paranoyaya ve cinnete sürüklenen ya da tam aksine huzura ve sükunete eren kadın kahramanların müphem öyküleriyle yapar. “Adım Mary Katherine Blackwood. On sekiz yaşındayım ve ablam Constance’la birlikte yaşıyorum. Azıcık şanslı olsaydım dünyaya kurtadam olarak geleceğimi düşünmüşümdür hep, çünkü her iki elimin orta ve yüzükparmağı aynı uzunlukta, ne var ki kendimi olduğum gibi kabullenmek zorunda kaldım...” gibi cümlelerle açılan Biz Hep Şatoda Yaşadık’ta anlatıcısının doğaüstüyle nasıl bir ilişki kurduğunu gösterdiği gibi gerçeklikle kuramadığı ilişkiyi de sezdiren Jackson, ablası hariç ailesindeki herkesin öldüğünü ilk paragrafın sonunda ilan eden kahramanımız Merricat’in öyküsüyle bizi gotiğin alanına davet eder. LANET UNSURU Jackson, 1962 tarihli bu son romanından birkaç yıl önce, 1959’da yayımlanan ve sinemaya iki kez uyarlanarak korku sineması takipçilerince de değeri fark edilen romanı Tepedeki Ev’in girişinde de hatlarını vurucu bir şekilde gösterir: “Mutlak gerçeklik koşulları altında hiçbir canlı organizma akıl sağlığını koruyarak yaşamayı sürdüremez... Akıl sağlığı yerinde olmayan Tepedeki Ev, tepelerin karşısında tek başına yükseliyor ve karanlığı içinde tutuyordu. Seksen senedir böyleydi bu... Sessizlik, Tepedeki Ev’in tahtalarıyla taşlarının üstünde muntazaman uzanıyordu ve orada gezinen her ne ise, tek başınaydı.” Jackson, bu giriş paragrafıyla yine modern insanın gündelik gerçeklikle kurduğu sağlıksız ilişkinin mevcudiyetini teslim eder. Romanın felsefi arka planındaki bu gotik bakış açısını bize gösterdikten sonra, cansız ve insan icadı bir nesne olması gereken evi bir insan gibi betimler ve romanın kahramanı olduğunu da ilan eder. Ayrıca korku edebiyatının soy kökenli lanet unsurunu kullandığı gibi bir hayalet öyküsü okuyacağımızın da işaretini verir. (Stephen King, Ölüm Dansı adlı inceleme kitabında, korku edebiyatının klişelerini ardı ardına sergileyen bu paragrafın analizine tam iki sayfa ayırmıştır). Romanın diğer başkahramanı Eleanor, geçmişinden taşıdığı bir suçluluk hissiyle misafir olur burada. Yıllarca baktığı annesi ölmüştür ve belki de bu Eleanor’un suçudur. Kahramanımız buna, Tepedeki Ev’de karar verecektir. Kendisini yargılayacak, hem içindeki hem de dışındaki hayaletlerle yüzleşecektir. SADİST FİKİRLER Jackson, Biz Hep Şatoda Yaşadık’ın ilk sayfasında da aynı aile içinde nesilden nesile geçen bir evi anlatmaya başlar. Bu ev, ailenin ve geçmişinin ait olduğu yerdir. Kasabadaki diğer insanların uzağında modern hayatın ve zamanın gerisinde kaldığı için hem bir sınır niteliği olan arazisiyle hem de içinde yaşayan Blackwood ailesinin ölü ve yaşayan üyeleriyle artık normal bir ev değildir bu. Roman da bize hem evin hem de evin tekinsiz sakinleri olan iki kız kardeşin dönüşümünü anlatacaktır. Merricat, kız kardeşi Constance ve Julian Amca’sıyla birlikte yaşar bu evde. Ailenin yaşıyor olması gereken diğer üyeleri ise yıllar önce öldürülmüştür. Julian Amca hayattadır ve belki de bu onun talihsizliğidir. Constance bir münzevi gibi yaşar. Merricat ise gerekli ihtiyaçlar için evin dışına arada sırada olsa da çıkar ve girdiği diyaloglar ve aklından geçen sadist fikirler, bu ailenin dış dünyayla bağlarının ne kadar kopuk olduğunu gösterir. Merricat, peri masallarına ve tarih kitaplarına bayılır. Constance ise geçmişte yaşanan aile faciasından sonra eve ve özellikle de mutfağa kapanır. O en çok yemek kitaplarını sever. Jackson, domestik hayatın temsili olan bu yemek, mutfak gibi kavramları romanda ağırlıklı olarak kullanır. Öyküdeki tüm dönüm noktaları yemekle veya mutfakla ilişkilidir. Tanımlar da bu kavramlar aracılığıyla yapılır. Örneğin, geçmişte işlenen suçun şekli zehirlemedir. Ailenin tüm üyelerinin kim olduğunu, isimleriyle öğrendiğimiz tek bir sahne vardır ve bu da yemek masasındaki dizilişleriyle anlatılır. Ev, bir yangın atlatıp komşuların lincine uğradıktan sonra, (Poe’nun Usher Evinin Çöküşü öyküsündeki kadar sembolik ve fantastik bir biçimde olmasa da) çökmeye, dağılmaya, yıkılmaya başlar. Constance’ın bu çöküş karşısında ilk sözü “Mutfağım, mutfağım,” olur. Sadece bir bina olarak evin değil, içindeki ailenin, nesilden nesle geçen mirasın da yok oluşu mutfak eşyaları aracılığıyla uzun uzun tarif edilir: “Reçel, şurup ve ketçap kavanozları duvarlara fırlatılmıştı... Çatal bıçak ve tencere tava çekmeceleri çekip çıkarılmış, masalarda ve duvarlarda parçalanmıştı; kim bilir kaç nesil Blackwood kadınının yaşamı Poe’dan, Nathaniel Hawthorne’dan veya Henry James’ten başlayıp Stephen King’e kadar uzatabileceğimiz geleneğin yirminci yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden Shirley Jackson... boyunca bu evde bulunan gümüş çatal ve bıçak takımları yamru yumru olmuş vaziyette yere dağılmıştı. Masa örtüleri ve peçeteler; Blackwood kadınlarının kenarlarını işlediği, tekrar tekrar yıkayıp ütülediği, onarıp üzerine titrediği örtüler...” ve böyle sürüp gider mutfağın, evin, ailenin çöküş tablosu. En sonunda evin bir harabeye dönmesiyle mutfağa yerleşir iki kız kardeş. Evin güvenliği demek mutfağın güvenliği demektir. Artık geceleri de mutfakta uyurlar. Dış dünyayla kurdukları sınırlı ilişki de yine yemek yoluyla gerçekleşir. Kapılarının önüne yemek koyan bazı komşular, bıraktıkları notlarla onlardan özür dilerler ama elbette artık çok geçtir. Zamanla, çocukları korkutmak için anlatılan peri masallarının kahramanları olacaktır bu iki kardeş. Sonuçta, Biz Hep Şatoda Yaşadık, tıpkı Tepedeki Ev gibi bir suç, bir ev ve bir nevi hayalet öyküsü anlatır. Jackson, insanın yerleşip nesiller boyu yaşarken sunileştirdiği, evcilleştirdiği o toprağın aslında yabani köklerle dolu olduğunu gösterir bu iki romanda. Her ikisinde de bu yabani kökler, geçmişte yaşanmış trajedilere ve özellikle de ailenin kadınlarına uzanan öykülere tekabül eder. Hayalet avına giden Eleanor, evden kovulan hayaletin ta kendisine nasıl dönüşüyorsa Merricat ile Constance da bir nevi hayalete, evleri de yıkık bir şatoya dönüşür. Shirley Jackson’un her iki romanında da aile, bir harabedir. n Biz Hep Şatoda Yaşadık / Shirley Jackson / Çeviren: Berrak Göçer / 184 s. 4 22 Haziran 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle