Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> iktidarda olması ve o boşluğu güçle doldurması bizde bu ihtiyacı bir tek kadının duyduğu yanılsaması yaratıyor olabilir ama sonuç olarak erkek de boşluğu dolduracak bir şeye muhtaç. Statüye, paraya ya da efendilik edeceği herhangi birine. Eksiklik duygusu anne karnından çıktığımızda başlıyor. Bu duygunun tümüyle ortadan kaldırılmasının mümkün olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki bunca şey üretmemizin kendisi o eksiklik duygusundan kaynaklanır. Eksiklik duygusunu gidermek için yazarız, resim yaparız, heykel yontarız. Bu anlamda eksiklik o kadar da kötü bir şey olmayabilir. Leylâ’nın dediği gibi “tam olmak neden bu kadar önemli?” Kadınlar bunları gerçekleştirme olanağına erkeklere göre daha az sahip. Belki bu nedenle bir insana ait olmakla kapamaya çalışıyorlar boşluğu. Erkekler ise iktidarlarını sağlamlaştıracak araçlara sahip olarak yapıyor bunu. n Kadına toplumda biçilmiş rol ve anneliğin kutsallaştırılması gibi kadın üzerinden yürüyen konular da hep ilgi alanında. Bu bağlamda “kadınsal bakış” denen bir kavrama inanır mısın? Böyle bir bakışa ihtiyaç olduğunu düşünür müsün? n Kadınsal bakışa da erkeksel bakışa da inanırım. Hayvansal, insansal bakışa da. Yeryüzünde sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok bakış açısı var. Roman yazma nedenim belki de biraz bu; her karakterin kimliğinde yeni bakış açıları keşfetmek. Gölgesinde’nin ilk bölümü Fikret’in bakışından yazılmıştır mesela. Fikret bu romanın meselesi bağlamında eşitliği kendi lehine bozan bir karakter. Fakat birinci bölümde erkeğin yerine geçerek yazma gayretinin altında Fikret’i de anlama çabası var. Muktedir de olsa zalimce de davransa hiçbir roman karakterini canavarlaştırmak istemem. Onun içine düştüğü kederi görmek, parçalanmasını hissetmek, onu anlamak, hem yazan hem okuyan için imkândır. Bunu da ancak onun yerine geçerek yapabilirim. Dişil/eril bakış açılarına gelince. Ben birinden birini tercih etmek istemem. İnsan denen varlık da zaten ikisini birden barındırıyor içinde. Cinsiyeti hangisi olursa olsun, ruhunda eril ve dişil yanlar var. Çoğumuz birini bastırıp ötekini öne çıkarıyoruz. Dünyayı algılayışımda ikisini bir dengeye oturtabilmeyi isterdim, bu ideal bir şey olurdu kuşkusuz. Bugünün dünyasında ise baskılanan daha çok dişil bakış açısı olduğu için ona alan açmaya, sesini duymaya, duyurmaya daha çok ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Eril bakış açısı kulakları sağır edecek denli yüksek sesle konuşuyor zaten. “OKURLUK YAZARIN OKULUDUR” n Leylâ’ya doğru yolculuğumuz en önemli duraklarından biri şüphesiz aile... Aileyi toplum içinde nasıl konumlandırmalıyız sence? Toplumun karanlık aynası mı yoksa aydınlığa bakan tarafı mı? n Otoriteyle ilişki örneği üzerinden yanıtlayayım bu soruyu. Anne ya da babamızla aramızdaki ilişkinin niteliği ilerideki yaşamımızda toplumsal ya da politik otoriteler karşısında aldığımız tutumu belirleyecek kadar önemlidir. Toplumun genelinde bir siniklik görüyorsak bunun nedenlerini aile ilişkilerinde arayabiliriz. Otorite karşısında sinmeyi bize ailemiz öğretir. Öte yandan bunun aksi de mümkündür. Aileden başlıyorsa her şey, birbirimizle ilişkilerimize yapacağımız müdahale, geleceği şekillendirmemizi sağlayabilir. Çocuklarımıza birey olmayı, haklarını aramayı, sınır koymayı, biat etmemeyi öğretebiliriz. Bunun ilk koşulu da onlara hükmetmemek, saygı göstermektir. Böyle bir yaşantının içinde yetişen bir çocuk, otorite karşısında başı dik biri olacaktır. Bunun örnekleri çoğalırsa geleceğin toplumunda ailenin aydınlığa bakan tarafımız olduğunu da söyleyebilir hâle geliriz. n Okurluk ve yazarlık üzerine aynı anda konuşabileceğimiz sayısı fazla olmayan insanlardan birisin. Bir yandan kitaplar üzerine yazılarını, söyleşilerini okuyoruz diğer yandan romanlarını... Romanın sularından biraz çıkarak okurluk ve yazarlık ilişkisi üzerine de konuşmak isterim. Aynı şekilde bu üç romanına okurluğunun katkılarını... n Okurluğun da en az hayat kadar önemli bir deneyim olduğunu düşünüyorum. En az diyorum çünkü edebiyat, hayattakinden çok daha fazla insanla karşılaşma olanağı sunuyor bize. Az önce de söyledim; aslında yürümek ile okumak da benziyor. Nasıl ki Leylâ yürüyüşü sırasında hayatı boyunca karşılaşmadığı kadar farklı insanla temas ediyor, okurluk da bunu sağlıyor. İnsan yaşadığı çağa ve coğrafyaya mahkum. Edebiyat bizi bu hapislikten kurtarıyor. Bu yönüyle okuma eylemi yaşam deneyimimizi besliyor. Eşik’teki hapishane sahnesinden etkilenenler cezaevi deneyimim olduğunu düşünmüştü. Oysa hayatımda hiç cezaevine girmedim. “Nasıl bu kadar canlı yazdın?”, diye sordular. Bu da deneyimin sadece “yaşamakla” sınırlanamayacağını gösteriyor. Yazarlık başkasının yerine geçmeyi gerektiriyor. Roman karakterinin duygularını, düşüncelerini aktarabilmek, “o olmak”la mümkün. Bunun eğitimini veren bir yer mi var? Yoksa doğuştan getirilen bir yetenek mi başkasının yerine geçmek? İkisi de değil. Bunu ben roman, öykü okuyarak öğrendim. Çünkü okurluk da başkasının yerine geçme eylemidir. Bir yazar sizden önce o işi yapmıştır ve size birinin hikâyesini aktarıyordur. Okur olmak, o hikâyenin içinde kaybolmaktır. Kaybolmak kelimenin tam anlamıyla gerçekleşir. Kaybolacaksınız, kendiniz olmaktan kısa bir süre için de olsa feragat edeceksiniz ki o karakterin yerine geçebilesiniz. İşte bunu yapa yapa başkası olabilme becerisi edinir insan. Bu, hayatta zaten çok işe yarar. Eşinizin, dostunuzun yerine geçip düşünebilmenizi, onu anlamanızı sağlar. Yazarken de işe yarar. Okurluktan edindiğim bu yeti olmasa kendi roman karakterlerimin yerine geçmeyi başarmam güç olur. Okurluk yazarın okuludur. Ama hemen belirteyim, bu, mezun olunan okullardan değildir. n Gölgesinde / Irmak Zileli / Everest Yayınları / 336 s. KItap 1516 Mart 2017