22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

IRMAK ZİLELİ’DEN “GÖLGESİNDE” ‘Yazarsız bir roman mümkün olsa onu yazardım’ “Gölgesinde”, “Eşik” ve “Gözlerini Kaçırma” ile tanıdığımız Irmak Zileli’nin üçüncü romanı. Zileli romanında kadın erkek ilişkileri üzerinden toplumsal bir manzara sunuyor. Kahramanları Leylâ ve Fikret, ‘iki insan arasındaki ilişkiden doğan faşizm’ üzerine düşündürürken okuru, yazar kadınlık ve erkekliği bir insanlık hâli olarak ele alıp kibri gözler önüne seriyor. Irmak Zileli ile romanını konuştuk. eray ak erayak@cumhuriyet.com.tr G ölgesinde üçüncü romanın. Öncesinde Eşik ve Gözlerini Kaçırma’yı okuduk senden. Şöyle bir söz vardır hani: “Yazar, her yazdığıyla aslında aynı büyük kitabın anaforunda dalgalanır ve hep o kitabı besler.” Romanların için de geçerli mi bu? Katılır mısın? n Büyük kitap dediğini bir çınar ağacı gibi düşünelim. O ağacın üç yaprağıdır bu üç roman. Evet üçü de çınar yaprağıdır, aynı gövdeden çıkmışlardır, aynı toprağın ürünüdürler. Ama yan yana koysanız birbirinden ne kadar da farklı olduklarını görürsünüz. Sadece hikâyeleri değil, meseleleri ve formları da farklıdır. Bir ortak meseleden doğup yine ona bağlansalar da böyledir bu. n Üç romanının da aynı konular üzerinden yürüdüğü değil az önceki soruyla kast etmek istediğim. Üçünün de aynı “şehir” ürünü olduğu belli bir yandan ama her seferinde aynı şehrin farklı sokaklarını geziyorsun gibi... Ne dersin? n Tabii. Senin şehir metaforundan ilerlersek bir şehir pek çok sokaktan oluşuyor ve bu sokaklar birbirinden farklı olmakla birlikte şehrin ruhunu taşıyor. Romanların içinden çıktığı toprak, yazarın benliği. Ben o toprakta kazı yapıyorum. Bulduklarımı inceliyor, kenara ayırıyor ya da kullanıyorum. Toprağın tüm bileşenleri, üzerinde yaşayan canlıların, bitki örtüsünün, atmosferin kısaca ona temas eden her şeyin ürünü. O yüzden birbirlerinden tümüyle ayrıştırılmaları mümkün değil. Meseleleri de o bileşenler gibi düşünelim. Ayrı çekmecelerde duran, birbiriyle temas etmeyen meselelerim yok. İnsan benliği öyle işlemiyor. Dolayısıyla bir meseleyi hallettik, hadi bu çekmeceyi kapatıp ötekine geçelim deme şansınız yok. İnsanın dönüşümü ilerlemeci bir mantıkla gerçekleşmiyor. Romanlarda sürüp giden dertlere rastlamamız biraz da ondandır. “İLİŞKİDE BAŞLAYAN FAŞİZM” n Gölgesinde’ye gelirsek... Hangi dert yazdırdı sana bu romanı? Neydi bu romanla üzerine gitmek istediğin? n Çıkış noktam iki insan arasındaki eşitsizlikti. Bachmann’ın sözünü hatırlatarak açıklarsam; iki insan arasındaki ilişkide başlayan faşizm. İki insan yan yana gelince ortaya çıkıveren hiyerarşi. Bir kadın ile erkeğin bu merkezden gelişen hikâyesini anlatmak üzere çıktım yola. Fakat sonra kadınerkek bağlamıyla sınırlı kalmadı hikâye. Bununla bağlantılı başka meseleler baş gösterdi. Bunlardan bir tanesi de kibir. Erkeğin kadın karşısındaki kibri, zenginin yoksul karşısındaki kibri ve tabii insanın hayvan karşısındaki kibri. Gerçeği kavrayabileceğimize, ele geçirebileceğimize dair inancımızdaki kibir. Başkasının ruhunu çözümlemenin kibri. Leylâ’nın yürüyüşünün merkezden başlaması ama giderek oradan uzaklaşması boşuna olmasa gerek. Öyleyse tüm bu saydıklarıma her alanda karşımıza çıkan merkeziyetçiliğin kibrini de eklemek gerekir. Entelektüel kibir var sonra. Yazarken aynı kibre kapılmamak için uğraştım. İçimdeki “kendini kanıtlama arzusu”yla mücadele etmem gerekti. Hiyerarşik kalıplardan kurtulmanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Kibirle derdi olan bir metinde, yazmanın da kibrinden kurtulmak gerekiyordu oysa. Yazarsız, edebiyatsız bir roman mümkün olsa onu yazardım. n İnsanın en büyük cezası diyebileceğimiz “hatırlamak” nasıl besledi peki bu romanı? Çünkü baktığımızda bellek, art alanda dolaşan bir diğer karakter âdeta... Bu bağlamda Gölgesinde için zaman üzerine de kafa yormuş bir roman diyebilir miyiz? n Hazır yazarın kibrinden söz açılmışken belirtmek isterim ki Gölgesinde ve bütün romanlarım için herkes her şeyi söyleyebilir. Aslına bakarsan kitap yayımlandığı andan itibaren kendimi onun okuru olarak görmeyi tercih ediyorum. Her okuma bir yeniden yazım ise eğer, sen şimdi bu yorumu yaptığın anda, Gölgesinde “zaman üzerine de kafa yormuş bir roman” olarak yeniden yazılmış demektir. Öte yandan şimdi tekrar romanın okuru olmadığım zamana sıçrayıp soruna oradan yanıt vermeye çalışırsam geçmişin şimdiye etkileri üzerine çok düşündüğümü söyleyebilirim. Geçmişin geçmeyen bir şey olduğu, şimdinin içinde yaşamayı sürdürdüğü meselesi. Romanda Leylâ’nın kocası ile babası arasında kurduğu benzerliği düşün. Leylâ’nın seçiminde etkili olan ne? Geçmiş deneyimler mi, o günkü duyguları mı? Duygular geçmiş deneyimlerden bağımsız mı? Bizi biz yapan ne? Geçmiş, bugünü belirliyor ise bugünü anlamak için geçmişi hatırlamaktan daha iyi bir yol bilmiyorum. Bu aynı zamanda geleceği şekillendirmeye de yarar. Yazmak benim için bir hatırlama yolu. Leylâ’nın bellek sorunu da bu bağlamda düşünülebilir. Leylâ, Fikret’le evli olduğu dönemde, kütüphanenin içinde, dört duvar arasındayken hafıza sorunları yaşıyor. Yürüyüşe çıktığı andan itibaren ise hatırlamaya başlıyor. Zihni özgürleşiyor. Yürümek ile yazmak bu anlamda birbirine oldukça benziyor. n Artık üslubun hâline geldiğini söyleyebiliriz rahatlıkla: Toplumun dertlerini bireyler üzerinden okuyorsun. Birey bu anlamda zengin bir kaynak mı? Topluma dair bir çerçeve sunmada yazara ve okura besleyici nüveler veriyor mu? n Bu bana özgü bir üslup olmaktan çok roman türünün özelliği. Birey kavramının oluşması ile roman sanatının gelişimi arasında doğrudan bir ilişki var. Edebiyat tarihinde bizi etkileyen romanlar, hikâyesinden çok karakterleriyle hafızamızda yer etmiştir. Flaubert, Madame Bovary etrafında örer kurgusunu. Tolstoy, Anna Karenina’yı anlatır okura. Kafka deyince Joseph K.’nin ya da Gregor Samsa’nın adı gelir aklımıza. Bütün romancılar bireyleri anlatır. Toplumun dertlerini onlar üzerinden okuruz. Benim ya da benim gibi yazarların farkı, bireyi anlatırken sosyolojik, tarihsel, siyasal gerçekliği “tarif etme” gereği duymuyor oluşumuzdur en fazla. Bunun nedeni bireyin anlatısının sosyolojik, tarihsel ve siyasal gerçekliği yeterince yansıttığına inanıyor olmamdır. Sözgelimi Gözlerini Kaçırma’daki Kâmile Hanım’ın bir Cumhuriyet kadını olduğunu belirtmek neden gereksin? Kâmile Hanım’ın eylem ve söylemlerinde bunun izlerini bulmak pekâlâ mümkün. Toplumsal arka plan karakterin algısı ve bakış açısının getirdiği kadarıyla giriyor benim romanlarıma. Yazarı olabildiğince silmeye gayret ediyorum. Karakterin bilmediği ve akış içinde dile getirmesinin gerekmediği hiçbir şey anlatıma sızamıyor o yüzden. Durum neyi gerektiriyorsa o kadarı var metinde. Betimlemeler de epey azdır mesela. Durumun kendisi atmosferi yaratıyor. Nasıl romanın açılışındaki rüyada siluet hareket ettikçe koridorlar oluşuyorsa benim romanlarımda da durumlar oluştukça mekân şekilleniyor. Onları benim kâğıda dökmem gerekmiyor. Okur zaten görüyor. “TAM OLMAK NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ?” n Toplumdaki bireyden bahsettik az önceki soruda. Senin bu toplum içinden seçtiğin bireyden; Leylâ’dan bahsedelim istiyorum biraz da... “Birine ait olmaya ihtiyacım var, içimdeki boşluğu başka nasıl gidereceğimi bilimiyorum,” diyor Leylâ. Toplumda, okumuş yazmışsa da ayakta kalabilmek için birine muhtaç kalmış kadınların temsili Leylâ. Neden sence bu tutunma ihtiyacı kadınlarda? Öğretilmiş şeylerden kurtulmak bu kadar zor mu gerçekten? >>n Tutunma ihtiyacı kadınlara özgü değil, insana özgü. Erkeğin 14 16 Mart 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle