25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> ra geldiğinde yıktığına dönüşmesi meselesi. Geçmişin ruhları bu kör talihi ya da döngüyü kırma konusunda genç devrimcilere ne söylüyor sizce? Çanlar bu konuda okurun önüne belli bir fikir mi koyuyor, yoksa sorulardan mükellef bir belirsizlik mi? n Elbette Çanlar’ın bu konuda bir tezi var ama bu ancak bütününden ve biraz da ima yollu çıkıyor sanırım. Yani tezromanlardan farklı. Tezromanlarda yazar, daha çok kahramanlarını konuşturur ya da olmadı bizzat araya girip kendisi bile konuşabilir. Çanlar’daki fikir o kadar soruların ardına gizlenmiş değildir ama kendini okurun gözüne de sokmuyor bence. Romanın bütününden, olayların seyrinden ve vardığı sonuçtan okur, sözünü ettiğiniz fikri çıkarabilir. Geçmişin ruhlarına, özellikle Yelena’nın (Stara’nın) yaşadıklarına gelirsek, onun trajik hayatı bize çok şey anlatıyor. Aslında onun kaderi üzerinden yirminci yüzyıl devrimlerinin kaderini de izliyoruz. Bir aristokratın küçük kızı olarak ailesiyle birlikte 1917 Ekim Devrimi’nden kaçan Yelena, bir de bakıyorsunuz yetişkinlik çağında (artık otuz yaşlarının başında genç bir kadındır) Çanlar ile ilgili bir tanıtma yazısı yazan Berkay Üzüm’ün belirttiği gibi İspanya devrimine kaçan bir insan haline gelmiş. Yaşlı Stara ise devrimcileri kaldığı metruk eve alıp himaye eden, onların kaderini paylaşan bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Bütün bunlar, bir insanın sınıfsal konumuna, bir dönem yaşadıklarına, bir an içindeki tutum ya da konumuna bakarak karar vermemek, onu damgalamamak gerektiğini öğretiyor bize. Ne yazık ki solun insanları çabucak yaftalamak gibi bir alışkanlığı var. Oysa insanı belirleyen, daha çok temel karakter özelliklerinin yanı sıra yaşadıkları dönemlerdeki toplumsal gelişmeler. Tabii romandan, devrim hakkında derin düşünceler ve dersler çıkarmak da mümkün. Devrim baskıcı ve emekçi düşmanı bir diktatörlüğe dönüşebilir; nasıl bir devrim karşıtı devrimciye, muhalif fikirlerinden dolayı devrimin ülkesinden dışlanmış biri devrimci kahramana dönüşebilirse. Hiçbir şey sabit, değişmez değil, her şey gelişme ve zıddına dönüşme halinde. En önemlisi, geçmişin ruhları bize, ölümsüz olanın, gerçekten yaşayanın, maddi dünyanın insan yapısı projeleri değil, idealize edilmemek ve pürlük arayışına girmemek koşuluyla, merhamet ve iyilik olduğunu öğretiyor. Ancak kediyi ezdiği için bir taksiciyi Taksim’e kadar kovalayan bir yaşlı Salahattin, daha düne kadar yüzüne bile bakmadığı bir yandaş gazeteciye iktidardan düştüğü an kapısını açardı. “KİTABIN BİR YÖNÜ TRAJİK BİR AŞK HİKÂYESİ” n Bourgas Baba romanda ön plana çıkmayan, öte yandan belki de en önemli rolü oynayan karakter. Bourgas Baba, vicdanı simgeliyor diyebilir miyiz ve sizin için bütün bu konuştuklarımız bağlamında ve roman özelinde vicdan kavramı nereye oturuyor? n Çok doğru, yaşlı Salahattin, kendine koyduğu adla Bourgas Baba, gerçekten de vicdanı temsil ediyor. Belki de bu yüzden romanda çok az yer alıyor ama kritik yerlerde de vicdanın sesini duyuruyor. Bir arkadaş dikkat çekti; Komün (Yaba, 2007) kitabımda da “Diyojen” adını taşıyan benzer bir karakter var. Gerçi Bourgas Baba, Diyojen kadar konuşkan değil, hatta fazlasıyla içe kapanık, somurtkan bir karakter olduğu bile söylenebilir. Bunun nedeni, dünyamızda vicdanın kendisine çok az yer buluyor olması olabilir mi? Belki de. Vicdan, vicdan diyerek insanların başında boza pişirmek istemem. Vicdan sadece herkesin kendi içinde hissettiği, hissetmesi gereken bir şey. Çoğunlukla, bizzat insanlar tarafından bastırılır, kovalanır, dışlanır. Buna rağmen, hiç beklenmedik bir anda yine ortaya çıkar, sözünü söyler. Zaten bunu da yapamasaydı, bu dünya iyice yaşanmaz bir hale gelirdi. Vicdan, romanda da göreceğimiz gibi ne bir ahlâki vaazdır ne de sızlanma. Bourgas Baba karakteri, Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri (çev: Orhan Suda, Sel, 2006) romanından alınmıştır. Daha doğrusu, Sabahattin’in bu kahramanı kendine örnek aldığı anlaşılıyor. Bourgas Baba, vicdan adına sızlanmayı değil, meydan okumayı tercih eden biri: “Bourgas Baba daima cümle kapısından çıkar.” Bourgas Baba, parke cilalamaya gittiği zengin evinin hanımefendisi kendisine arka kapıdan girip çıkmasını söylediği zaman bu cevabı veriyor. Bizim Bourgas Baba’nın benimsediği ve bir tekerleme gibi her fırsatta tekrarladığı bu cümle çok şeyi anlatır. Cümle kapısının dışında bir kapıdan çıkmayı kabul etmeyen insan onuru yoksa vicdan denen şey de beş para etmez. Vicdan, boyun eğmez bir onurla, gadre uğrayan, haksızlığa uğrayan, acı çeken her canlının karşısında eğilen bir tevazunun kaynaşması kısacası. Bourgas Baba, çok az rol aldığı Çanlar’da birkaç küçük jestle ve sözle bunu ortaya koyuyor bence. n Büyük bir aşk trajedisine de tanık oluyoruz romanda. Yelena ile Boris’in aşkı, bütün engelleri aştıktan sonra neden böyle trajik bir mecraya girdi? Aşk, kavuşamamak mı? n Gerçekten de trajik bir aşk hikâyesi bu. Sizin de belirttiğiniz gibi o izlenme, kaçma ve İspanya İç Savaşı hercümerci içinde birbirlerini hiç kaybetmediler. Aşkları onlara yaşama ve mücadele gücü verdi. Fakat o revirde birbirlerine kavuştuklarından kısa süre sonra birdenbire her şey sanki kötüye gitti. Neden? Boris ne yapmak istiyordu? Yelena’nın hayatta kalması için kasıtlı olarak mı öyle davrandı? Yelena’nın, onun hemşire Mariya’yla gizli bir ilişkisi olduğu konusundaki kuşkuları doğru muydu? Bunlar romanda sadece soru olarak kalıyor. Cevaplarını ben de bilmiyorum. Tanrıromancı olmadığıma göre, ben de okurla birlikte bu sorular üzerine kafa yorabilirim ancak. Eğer aşk kavuşamamak olsaydı, daha önceki birliktelikleri sırasında aynı durum ortaya çıkardı. Peki ne o zaman? Bence burada “kör talih” girdi devreye yeniden ve gelecek, şimdiki zamanı belirledi. İç Savaş ve yenilgi ayırdı onları. İç Savaşla devrim yenilgiye giderken aşkları da yenilgiye sürüklendi. Aşk kırgını Yelena’nın o göç girdabına kapılıp bir aşk kırgını olarak yarı ölü bir vaziyette sürüklenişi gerçekten çok trajik. Aşk kırgını Yelena’nın bu sele kapılıp gidişi devrimin de sel sularında sürüklenip yok oluşa gitmesidir bir bakıma. Yelena sonunda bilerek ölümü tercih etti. Ama ruhu yıllar sonra Pilgrim apartmanında yeniden ortaya çıktı. Nasıl, öldü sanılan devrimin ruhu, 2017 Türkiyesi’nde bir kere daha ayağa dikildiyse öyle. n Çanlar/ Gün Zileli/ İletişim Yayınları/ 252 s. Çanlar bizi nereye çağırıyor? xezal nizam karaağar R oman karakterleri ve o karakterlerin içinde oluştukları, içine dağıldıkları, içinden geldikleri, içinde debelendikleri, öldükleri, yitip gittikleri olaylar gerçek değildir ve gerçek olmadıkları için hakikidirler. Dostoyevski’nin Stavrogin’i, Flaubert’in Madam Bovary’si, Proust’un Swann’ı, Joyce’un Bloom’u, Woolf’un Mrs. Dalloway’ı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i gibi Gün Zileli’nin Yelena’sı da varlığı ve eylemleriyle gerçek değil, hakikidir. Bu noktadan itibaren, bu tür varlıklar, eylemleriyle, duygularıyla bize mal olduklarına, artık içimizde oluştuklarına, kitabın sayfalarını çevirirken nefes alıp verişimizin, bakışlarımızın yoğunluğunu onlar belirlediğine göre, bize gerçek görünmelerinin ne önemi var? Bir nevi “büyücü” olan romancı, kurgusal adına gerçekle kavga eder, üstelik bunu bizler için yapar. Hakiki olan, Sinbad’ın tüm şehirleri uçan halıyla dolaşması değil, bir kadının Şehrazat gibi ölümsüzlüğe ulaşmasıdır. ÇAN VE EZAN Çan sesi farklıdır. Değişik zamanlarda çalındığında insana ürperti verir. Çan, sadece ibadete çağırmaz, aynı zamanda felaketin sesli imgesidir de; ürpertiyi genel kılar. Çan tehlikenin yanı sıra matemi de çağrıştırır aynı zamanda. Gün Zileli, yüzyılın doruğundan çanların iplerine asılıyor ve romanın ilk sayfasından itibaren çanlar çalmaya başlıyor. Romanın son sayfasına gelindiğinde, yeryüzü, geçmişle birlikte okuyucunun beyninde yankılanıyor. İlk çan: “Nasıl ki dünya kendi çevresinde bir günde, güneşin çevresinde bir yılda dönüyorsa, devrim de dünyanın çevresinde bir asırda döner.” Kant, devrimi ilkin bir “mucize”, ardından da “coşku derecesinde özlem birliği” olarak tanımlamıştı. Kant’a göre devrim, değil içinde yer alanların, karşısında yer alanların bile, bir tiyatro seyreder gibi zevkle seyrettikleri geçmiş, şimdi ve gelece ğe ilişkin işaretlerle bezenmiş bir şölendir. Gel gör ki tüm devrimler, bırakın kendi karşıtlarına bile zevkli bir sunum vermeyi, kendi çocuklarını bile canavarca bir iştahla yemekten geri durmadı. Bu, sadece Fransa, Ekim, Çin vb. devrimlerinde değil, belki de ilk büyük sosyopolitik devrim olan İslam Devrimi’nde de tezahür etmiş bir lanetti. Hendek’te başlayan devrimin iç kıyımı, Kerbelâ’da Peygamber Muhammed’in tüm zürriyetini kurutma caniliğine varmıştı. Gün Zileli, bizim Kerbelâ’mızın üstündeki, demagojisiyle karşıtı suçlama politikpsikolojisiyle, dogmatizmle epeyce kalınlaşmış örtüyü aralayarak, sıradan insanların o devrim hercümerci içindeki kırılma ve dönüşmelerini anlatıyor. Nazi hapishanelerinin adını ezbere bilen, SS işkence yöntemlerini en ince ayrıntısına kadar analiz eden “bizim mahalle”ye, Lubyanka Hapishanesi’ni, Ekim Devrimi’nin Lenin ve sonra Stalin önderliğindeki Çeka, GPU ve NKVD’sini, bunların nasıl birer cinayet şebekesine dönüştüğünü duyuruyor. Çan’ın ilk vuruşu dehşet verici bir ifşayı haber veriyor. Gün Zileli, “geçmişin geçmediğini”, böyle zannetmenin bir aldanış olduğunu, “geçmişte kaldı” demenin konformist bir yanılgı olduğunu vurguluyor. Evet, geçmiş geçmemiştir, çan sesleri bu uyarıyı yapıyor. BİRÇOK ŞEY DEĞİŞİRKEN BAZILARI DEĞİŞMEZ Ekim devrimi gerçekleşmiştir. Soylu bir aile olan Obolensky ailesi bir başka ülkeye sığınmacı olabilmek için yollara düşer. Odesa yolculuğu esnasında Yelena’nın gördüğü manzara dehşet vericidir. Yelena aynı manzaralarla İspanya’dan Fransa’ya kaçan sığınmacı kalabalıklarında da karşılaşır. Bugün Ege kıyılarında gördüğümüze o kadar benzer ki bu manzaralar. Çağlar ve zamanlar değişmiş, sığınmacının kaderi, ebeveynleriyle birlikte sürüklenen sabilerin kaderi değişmemiştir. Biz bugün binlerce yılın en ayrıntılı olaylarını gazeteciler sayesinde öğreniyoruz ve yine bugünkü tek parti iktidarının hiçbir şeyini gazeteciler sayesinde bilemiyoruz. Birçok şeyi gazeteciler sayesinde biliriz ve birçok şeyi gazeteciler nedeniyle bilmeyiz. Çanlar, bilmemizi imkânsız kılan ve her gün hakikat karşısında iktidarı haber yapan bir gazeteciliğin anatomisini hikâyeler eşliğinde anlatırken bir tür gazeteciliğin omurgasızlık halini de ifşa ediyor. Bunu ifşa eden çan sesi, bugün fahişelik diye karalanan beden satmanın, aklın satılmasının yanında çok çok masum kaldığını da bize duyuruyor. Çanlar her birimizin beyninde bir uyarı gibi çalıyor. Çan sesleriyle yeniden bir araya geldiğimizde, bunun bir şölen mi, yoksa bir cenaze töreni mi olduğu, toplandığımız yerde değil, toplanmadan önceki hallerimiz ve toplandıktan sonra neyi nasıl yapacağımızla ilgilidir.n KItap 21 Temmuz 2016 13
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle